09 Eylül 2022

“Bir gece ansızın gitme”ye kalkışın da kurtulalım!

Haddim olmayarak hatırlatmak istiyorum ki, halk/halklar savaş istemez. Savaş çığlıkları atanlar, kışkırtılmış, faşizan zihniyetin etkisine kapılmış, bilinçleri kin, nefret, düşmanlıkla bulanmış azınlık gruplardır. Liderlerin gücü ve görevi geniş halk kitlelerini bu etkilerden korumak, onlara örnek olmaktır

Cumhurbaşkanı Erdoğan, kulağımıza âşina gelen tehdidi yineledi: “Bir gece ansızın gelebiliriz.” Ardından “İzmir’i unutmayın!” tehdidini duyunca, bu defa gelinecek, gidilecek, vurulacak, girilecek yerin Suriye ya da Irak olmayıp Yunanistan olduğunu anladık.

Dış siyasetin bu üslup ve bu akılla şekillendiği; savaşın, çatışmanın, kin ve nefretin siyaset yapmak sanıldığı ülkemin, aklını henüz tam yitirmemiş bir yurttaşı olarak göğsüme öyle ağır, öyle dayanılmaz bir boğuntu çöktü ki, “Durmayın lan, gidin! Gidin de kurtulalım” feryadı çıktı ağzımdan. Sonra kendimi topladım; kurtulamazdık, çünkü bir gece ansızın savaş başlatma hevesinde olanlar, 85 milyonu da peşlerinden cehenneme sürükleyecekler.

Başlığı değiştiriyorum: S.O.S! Bu son çılgınlığınız olur!

Tayyip Erdoğan’ın, mimarı olduğu çılgın projelerle övündüğü, kafasındakini gerçekleştirmek için gözükara hamlelerden kaçınmadığı, laf söz, akıl fikir dinlemeden sonu ne olursa olsun bildiğini okuduğu malum. Çılgın proje olarak lanse ettiği Kanal İstanbul bunun bir örneği. İki denizin, bütün çevrenin, ülkenin ve bölgenin ekolojik-demografik-coğrafî ve de toplumsal yapısını geri dönülmez şekilde değiştirecek, Erdoğan’ın İstanbul’un yeni fatihi olma hayali dışında getirisi olmayan, halktan da destek bulmayan bir dayatmaydı o proje. Meğer ki çılgınlık bu kadarla kalmayacakmış…

Dünyanın dengesinin bozulduğu, Doğu ve Batı blokları arasında Üçüncü Dünya Savaşı’nın eşiğine gelindiği, global krizin derinleştiği böyle bir dönemde -ve her dönemde- “Bir gece ansızın gelebiliriz” ve “İzmir’i unutma” tehditleriyle Yunanistan’a savaş açmak en çılgın projeyi de aşan gerçek bir çılgınlık olur. İki NATO ülkesi arasında böyle bir gelişme daha başlangıçta engellense bile sadece düşünülmüş ve girişilmiş olması Türkiye’yi bugünkünden çok daha büyük bir krize yuvarlayacağı gibi, hâlâ mensubu göründüğü Batı’dan koparacak, güvenilirliği sıfırlanacak, dibe vuran ekonomi bir daha uzun süre toparlanamayacak, otokratlık mutlak diktatörlüğe dönüşecek (seçimleri falan unutun) ve ülke Putin’in iradesine teslim olacaktır. (Putin’cilerin, Avrasyacıların, faşist mihrakların memnun olacaklarından kuşkum yok.)

Ülkeyi yıkıma götürecek böyle bir “çılgın proje”nin mimarlarına da hayır getirmeyeceği, “son çılgınlık” olacağı tarihten örneklerle ortadadır. 1982’de Arjantin’in İngiltere’nin egemenliğindeki Falkland adalarını işgali ile başlayıp büyük yenilgi ve Galtieri rejiminin çökmesi ile sonuçlanan Falkland savaşının hatırlanması yeterlidir. (Yenilgi olması da gerekmez, böyle bir savaşın başlaması bile yeter)

“El deliye hasret, biz akıllıya” derdi anneannem

Saçma sapan işler yaptığımızda, anneannem “El deliye hasret, biz akıllıya” derdi. “Bir gece ansızın gelebiliriz” nakaratının ardından (bilindiği gibi, Ümit Yaşar Oğuzcan’a ait bir aşk şiirinin tekrarlanan mısrasıdır) bizimkiler peş peşe söküldüler. Toplumsal-siyasal değil psikolojik vaka sayılması gereken CHP’li Bolu Belediye Başkanı, “Yarın sabah çıkalım gidelim; ben bu yaşta kamuflaj giyip ne görev verirlerse yaparım” diye ortaya fırlamakta gecikmedi. Yeni Refah Partisi, MHP’liler, ne zaman savaştan söz edilse kefen kuşanıp meydana çıkan (ama sonra ortalarda görülmeyen) irili ufaklı provokatör gruplar; savaşı, düşmanlığı, kanı, ölümü kutsayan faşizan zihniyetin bilumum temsilcileri, partileri, sözcüleri “Tutmayın bizi!” havasına girmeye başladılar.

Bunların tümünün Yunanistan’da da benzerleri var. Onlar da bizimkiler kadar, hatta daha da beterler. Siyasetçilere gelince, Yunanistan için de anneannemin sözü geçerli; iki ülkede de akıllı siyasetçilere, akıllı iktidarlara, çılgın değil vatansever muktedirlere ihtiyaç var. Yunanistan da bizim gibi seçimlere gidiyor ve orada da liderler iktidarları için ülkelerinin geleceğini, barışı feda etmekten kaçınmıyorlar. Orada da muhalefet milliyetçilik kozunu kaptırmamak için iktidarın gemisine biniyor.

6’lı Masa partileri, bir sözünüz yok mu söyleyecek!

Hadi Kürt meselesi nazik konu; iktidarın “beka” mavrasını yutup Suriye’de, Irak’ta olanlara, sınırötesi operasyonlara, tezkerelere falan karşı çıkmadınız, ya da zaten öyle düşünüyorsunuz. Peki, “bir gece ansızın gitme”lere, İzmir’den ders almalara, Yunanistan’la savaş havasına ne diyorsunuz? Yine vatan-millet-beka diyerek binecek misiniz Erdoğan’ın kayığına? Sadece Yunanistan’a sataşmakla kalmayan ülkenin bütün bir geleceğini tehlikeye atan böyle bir niyete, tehdide, sizlere danışılmadan alınan bir karar karşı söyleyecek sözünüz yok mu? Milliyetçi seçmeni kaçırmamak için çılgınlığa ortak, ülkenin yıkımına destek mi olacaksınız? “Sorunlarımızı diyalogla, çatışmasız, savaşsız çözelim” gibi basmakalıp bir sözden bile kaçınacak mısınız?

Bir de haddim olmayarak hatırlatmak istiyorum ki, halk/halklar savaş istemez. Savaş çığlıkları atanlar, kışkırtılmış, faşizan zihniyetin etkisine kapılmış, bilinçleri kin, nefret, düşmanlıkla bulanmış azınlık gruplardır. Liderlerin gücü ve görevi geniş halk kitlelerini bu etkilerden korumak, onlara örnek olmaktır.
(Belki de haksızlık ediyorum, belki vardır bir sözünüz ama bu yazının yazıldığı saate kadar ben bir şey duymadım.)

Bugün İzmir barış sınavı verecek

Yazı 9 Eylül’e denk geldi. Bugün İzmir’in kurtuluşu ve CHP’nin kuruluş yıldönümü. İzmir’de coşkulu olacağından kuşku duymadığım kutlamalar olacak.

İzmir, Tayyip Erdoğan’ın “İzmir’ i hatırlayın” diyerek Yunanistan’a tehdidini pekiştirip somutlaştırdığı şehir. Bugün CHP, bu şehirde barış sınavına girecek. Farklı bir ton ve üslupla da olsa Yunanistan’a işgal birliklerinin (ve bu arada İzmir’deki Rum halkının) denize döküldüğünü, yani düşmanlığı, yani yenilgiyi mi hatırlatacak, ya da savaşın ardından daha on yıl geçmeden Atatürk’le Venizelos’un dostluk üzerine kurulan barışçı siyasetlerini mi? 1933’te Venizelos’u Dolmabahçe Sarayı’nda kabul eden Atatürk’ün Yunan Başbakanı’nı halka alkışlatmasını, Venizelos’un 1934’te Atatürk’ü Nobel Barış Ödülü’ne aday göstermesini mi? Basmakalıp sözlerle değil açık açık, “Biz Yunanistan’la düşmanlık siyasetini değil barışı, uzlaşmayı, diyaloğu öneriyoruz. Erdoğan’ın tehditlerini, savaşçı dış politikayı desteklemiyoruz diyebilecek mi? Kılıçdaroğlu’nun mesajı, “Biz de gerekeni yaparız” mı olacak, “Sorunlarımızı diyalogla, suhuletle, kırıp dökmeden, halkların kardeşliği çerçevesinde, barışı gözeterek çözeceğiz” mi olacak?

Atatürk’ün partisi olmakla övünenlerin Atatürk’ün dış politikasını hatırlamalarında yarar var.

Oya Baydar kimdir?

Oya Baydar, subay bir baba (Ahmet Cevat Baydar) ve Cumhuriyet'in ilk öğretmenlerinden Behice Hanım'ın kızı olarak 3 Temmuz 1940'ta İstanbul / Kadıköy'de doğdu. Politik mücadele yıllarında içinde bulunduğu yapılara karşı da eleştirel bakışını esirgemeyen açık sözlü tavrıyla özgül bir etki yaratan; görüş, eleştiri ve önerileri her kesimde takip edilen yazar, Notre Dame de Sion Fransız Kız Lisesi'ni bitirdi.

Edebiyat hayatına esas itibarıyla 17 yaşında lise öğrencisiyken yazdığı ve Hürriyet gazetesinde tefrika edilen Umut Yolu adlı romanla atıldı. Françoise Sagan'ın Bonjour Tristesse romanından etkilenerek kaleme alınan bu roman, gazete tarafından ismi değiştirilerek Kalbimin Aradığı Erkek adıyla basıldı ve Baydar çok genç bir yazar olarak gazetedeki ilanlarda "Türkiye'nin Sagan'ı" olarak tanıtıldı. Baydar, gazete sayfalarında kalan bu romanını daha sonra kitap halinde yayınlamadı.

1960'ta lise son sınıftayken -kendisine okuldan atılma sıkıntısı da yaşatan- Allah Çocukları Unuttu romanını yayımladı. Baydar'ın ikinci romanı Savaş Çağı Umut Çağı (1963), ilk basımından yaklaşık 40 yıl sonra, 2010'da Savaş Çağı Umut Çağı: Bir Yirmi Yaş Güncesi adıyla yeniden yayımlandı.

Biri tefrika olarak Hürriyet gazetesi sayfalarında kalan, diğer ikisi ise kitap halinde basılan bu üç romanın ardından Oya Baydar, gazetecilik ve politik mücadele içinde geçen yaklaşık 30 yıl edebî eser kaleme almadı.

Hürriyet gazetesinde tefrika edilen romanından aldığı telif ücretiyle Paris'e gitti, orada sosyalist çevrelerle iletişime geçti. Paris'te kurduğu iletişimin etkisiyle sosyoloji okumaya kadar verdi.

1960'ta girdiği İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nü 1964 yılında bitirdi. Aynı yıl sosyoloji bölümüne asistan olarak girdi ve "Türkiye'de İşçi Sınıfının Doğuşu" konulu doktora tezine başladı. Doktora tezinin Üniversite Profesörler Kurulu tarafından iki kez reddedilmesi üzerine, öğrenciler bu olayı protesto etmek için üniversiteyi işgal ettiler. Bu olay Türkiye’de ilk üniversite işgali eylemi oldu.

1966'da Türkiye İşçi Partisi'ne (TİP) üye oldu. Bir süre, ABD'de Columbia Üniversitesi'nde, sosyal bilimlerde istatistik yöntemleri konusunda çalıştı. 1969-70 arası Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde asistanlık yaptı.

Toplumsal hareketliliğin yükseldiği, Türkiye'nin sosyalist düşünce ve örgütlenmeyle tanıştığı 1960'larda, edebiyatı tümüyle bırakıp toplumsal-siyasal yapı araştırmalarına yöneldi ve sosyalist hareket içinde aktif oldu. Sosyalist Parti İçin Teori ve Pratik (1970-71) dergisinin kurucuları arasında yer aldı.

12 Mart 1971 askeri darbesi sırasında Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) ile Türkiye İsçi Partisi (TİP) üyesi olduğu için tutuklandı ve üniversiteden çıkarıldı.

Bu dönemde Yeni Ortam ve Politika gazetelerinde köşe yazarlığı yaptı (1972-79). Eşi Aydın Engin ve Yusuf Ziya Bahadınlı ile birlikte İlke dergisini kurdu ve Türkiye Sosyalist İşçi Partisi'nin (TSİP) kuruluşuna katıldı.

Yazılarıyla ilgili olarak hakkında eski Türk Ceza Kanunu'nun 312, 142 ve 159. maddelerinden 30 dolayında dava açıldı. 12 Eylül 1980 askeri darbesi sırasında bulunduğu Almanya'dan Türkiye'ye dönemedi ve 12 yıl boyunca Almanya / Frankfurt'ta siyasi göçmen olarak yaşadı. Bu yıllarda Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde, Sovyetler Birliği'nde, Moskova'da bulundu.

Baydar, sürgün yıllarının ardından 1992'de Türkiye'ye döndü. Tarih Vakfı ile Kültür Bakanlığı'nın ortak yayınları olan "İstanbul Ansiklopedisi"nde redaktör, "Türkiye Sendikacılık Ansiklopedisi"nde yayın yönetmeni olarak çalıştı.

Yeniden döndüğü edebiyatta ardı ardına yayımladığı öykü ve romanları ile çok sayıda ödül kazandı. Elveda Alyoşa ile 1991 Sait Faik Hikâye Armağanı'nı, Kedi Mektupları adlı kitabıyla 1993 Yunus Nadi Roman Ödülü'nü, Sıcak Külleri Kaldı romanıyla 2001 Orhan Kemal Roman Armağanı'nı, Erguvan Kapısı'yla 2004 Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü'nü, Çöplüğün Generali romanıyla TÜYAP Kitap Fuarı'nda 2009 yılı Dünya gazetesi yılın telif kitabı ödülünü aldı.

İtalyan Carical Vakfı tarafından verilen "Akdeniz Kültürü Ödülü"ne 2011'de Hiçbir Yere Dönüş adlı romanıyla Oya Baydar layık görüldü.

Sıcak Külleri Kaldı romanı ile de 2016 yılının Fransa / Türkiye Edebiyat Ödülü'nün de sahibi oldu.

2001'de Türkiye Barış Girişimi'nin kurucusu ve sözcüsü olan yazar, aynı zamanda PEN Yazarlar Birliği üyesi.

Kitapları 23 dilde yayımlanan Oya Baydar, kuruluş günlerinden itibaren T24’te köşe yazıyor, İstanbul'da ve Marmara Adası'nda yazmayı sürdürüyor.

ESERLERİ

Roman

Allah Çocukları Unuttu (1960)
- Savaş Çağı Umut Çağı (1963)
- Kedi Mektupları (1997)
- Hiçbiryer'e Dönüş (1999)
- Sıcak Külleri Kaldı (2000)
- Erguvan Kapısı (2004)
- Kayıp Söz (2007)
- Çöplüğün Generali (2009)
- O Muhteşem Hayatınız (2012)
- Yolun Sonundaki Ev (2018)
- Köpekli Çocuklar Gecesi (2019)
- Yazarlarevi Cinayeti (2022)

Deneme

- Surönü Diyalogları (2016)

Öykü

- Elveda Alyoşa (1991)
- Madrid'te Ölmek
- Mırınalı Madride (2007)

Anlatı

- Bir Dönem İki Kadın: Birbirimizin Aynasında (Melek Ulagay ile, İstanbul 2011) Yetim Kalacak Küçük Şeyler (2014)
- Aşktan ve Devrimden Konuşuyorduk
- Oya Baydar ile Nehir Söyleşi (Ebru Çapa ile, 2018)
- 80 Yaş Zor Zamanlar Günlükleri (2021)

 

Yazarın Diğer Yazıları

1 Mayıs'ta Taksim'e çıkamamanın sorumlusu kim?

45 bin polisin işe koşulduğu bir ortamda, eski gücünde olmayan sendikal hareketin, uzun yıllardır pasifize edilmiş, aş-iş-ekmek derdindeki emekçi sınıfları Taksim'e çıkarmaya niyeti vardı, ama gücü yoktu

Istakoz, Maldivler, pahalı saat muhalefeti AKP'nin AK'lanmasına yeter mi?

AKP kendi içinde bir muhasebeye yönelmek istiyorsa 2002 AKP'sinden 2024 AKP'sine adım adım nasıl gelindiğini; ıstakozu, Maldivler'i bir yana bırakıp Reis'in metaformozu ve Beştepe zihniyeti üzerinden düşünmek zorunda

"Kobane düştü düşecek"ten Kobane Davası provokasyonuna

Başta CHP, demokratik muhalefet bu davaya sahip çıkmak zorundadır. Yargının ne ölçüde siyasallaştığını, sadece Beştepe'nin değil tarikatların, cemaatlerin elinde olduğunu herkesin bildiği Türkiye'de "Yargı kararıdır, ne yapalım," demek ipe un sermektir, tezgâhlanan provokasyona su taşımaktır