22 Aralık 2022

Ahmet Türk’e yumruktan Encü’ye tokada, oradan 6’lı Masa’ya

Kürtler çantada keklik değil. Gerçek demokrasi, barış, özgürlük yanlısı olanlar,  Emek ve Özgürlük İttifakı’nda buluşanlar, demokratik, laik, özgür bir Türkiye’nin ancak faşizan zihniyetten kurtulmakla mümkün olacağını bilenler… Hiçbirimiz 6’lı Masa’nın çantasında keklik değiliz. Bağrımıza taş basa basa taşa döndük, artık yeter!

2010 yılının Nisan ayıydı. Muş’ta görülmekte olan bir dava güvenlik nedeniyle Samsun’a aktarılmıştı. Ahmet Türk, kapatılmış DTP’nin genel başkanı olarak davayı izlemek için Samsun’a gelmişti. Adliye kapısında birikmiş güruh PKK aleyhine sloganlar atıyor, tehditler savuruyordu. Aralarından biri Ahmet Türk’e yumruk attı, Türk’ün burnu, iki dişi kırıldı, hastaneye kaldırıldı.

O günlerde Hürriyet gazetesinde köşe yazarı olmuş Yılmaz Özdil bu olay üzerine, “Yumruğunu adaletin tokmağı yerine koyup Ahmet Türk’ün burnuna indiren kişi bu ülkede pek çok insanın duygularına tercüman oldu” diye yazmıştı.

Yıl 2022. 2023’e beş var. CHP’den seçilmiş Bolu Belediye Başkanı Tanju Özcan bir polisin HDP İstanbul Eş Başkanı Encü’yü tokatlamasının ardından attığı tweet’te: “Adam az bile yapmış” diye yazıyor. Bir paylaşıma verdiği cevapta da “Tokadı yiyen o gavat HDP’li il başkanı…” diye hakaretten geri durmuyor.

Faşizan zihniyette devamlılık esastır

Devlette devamlılık esastır, diye sıkçana tekrarlanan bir söz vardır. Bence bu söz, kurumların ve stratejik hattın devamından çok devlete hakim olan egemen zihniyetin devamlılığı anlamına gelir. Ulus- devlet inşasına girişildiği İttihat Terakki döneminden bu yana Türk Devleti’nin taşıyıcı sütunu, kibarca “milliyetçilik” denen, eşyayı adıyla çağırmayı göz alırsak “etnik temelli faşizan ideoloji” olarak adlandırmamız gereken zihniyettir. Bu sütunun sallandığı, çatlama emareleri gösterdiği her durumda  devlet refleksi devreye girmiş, sütunu dik tutmak için insan haklarına aykırı da olsa, hukuk dışı da olsa, kana, ölüme, yıkıma da mâl olsa, her çareye başvurulmuştur.

Zaman zaman iç ve dış etkenlerin zorlamasıyla geri çekilmek zorunda kalan bu hat, gücünü bir yandan devletin şiddet tekelinden öte yandan kitleleri etkileme kabiliyetinden alır. Halkı etkilemenin, devletin ve iktidarın yanında tutmanın en kolay yolu düşman ve korku yaratmaktır.

Osmanlı İmparatorluğu’ndan Cumhuriyet’in kuruluşuna giden süreçte, çok dinli, çok etnikli, çok milletli bir imparatorluktan Müslüman Türk kimliğine dayalı homojen bir ulus-devlet yaratılmaya çalışılırken egemen Türk unsurunun zihniyet haritasına toprak kaybı, bölünme ve ayrılıkçılık fobisi (Sevr sendromu) kazınmıştır. Müslüman Türk olmayana ve biat etmeyene karşı kuşku hatta zaman zaman düşmanlık bu psikolojiye dayanır. Cumhuriyet’ten bu yana, gelmiş geçmiş bütün iktidarların kendi beka’ları için körükledikleri bu kuşku güvenlikçi siyasetlerin temelinde yatar ve kitlelerin bilinçlerine kazınmıştır. Kuşkunun başlıca nesnesi ise Kürtlerdir.

İşte bu zihniyet yüzündendir ki, dün anlı şanlı bir yazar Ahmet Türk’e atılan yumruğu “adaletin tokmağı” olarak görür; bugün bir belediye başkanı Encü’yü tokatlayan polisin “az bile yaptığını” söyler. Aslında Türk sorunu olan Kürt sorununun bütün çabalara, çözüm süreçlerine, barış arayışlarına rağmen çözülememiş olması, hatta son zamanlarda daha da çetrefilli bir hâle gelmesi bu kurucu zihniyetin/ideolojinin” sürüp gitmesinin sonucudur.

Encü’ye tokat atan polis memuru (O Encü ki, Türk Hava Kuvvetleri’nin bombaladığı Roboski’de ailesinden 27 kişiyi kaybetmişti), hem günümüzde iktidarın alabildiğine körüklediği o zihniyetin pençesindedir hem de zihniyetin taşıyıcısı devlete dayanmaktadır.

Gelelim 6’lı Masa’ya…

Yumruk, tokat derken 6’lı Masa’ya nasıl mı geldim? Fıkradaki gibi, “Hiç aklımdan çıkmıyor ki!”

Aklımdan çıkmıyor, çünkü özellikle son günlerde seçimleri Erdoğan’a teslim etmek istercesine hata üstüne hata yapıyorlar. Cumhurbaşkanı adayı meselesinde, seçmende güvensizlik yaratan  anlaşmazlığı kendi içlerinde çözmekten aciz görünüyorlar. İmamoğlu’nun mahkûmiyet kararı sonrasında yaşanan, baş aktörü Akşener, yardımcı oyuncu İmamoğlu olan Saraçhane şovu, sanıldığı ve gösterilmek istendiği gibi birlik ve beraberliği güçlendireceğine aralarındaki çatlağı ve kriz yönetme beceriksizliklerini daha da görünür kılıyor.

Sen de kafayı oraya takmışsın, diyebilirsiniz. Ama özellikle İYİ Parti’nin “seçilecek aday” vb. gibi itirazlarının, her fırsatta Ankara Belediye Başkanı’nın, o olmazsa ehven-i şer hesabıyla Ekrem İmamoğlu’nun adaylığını gündeme getirmesinin temelinde yukarda anlatmaya çalıştığım zihniyetin siyaset üzerindeki gölgesi var.

Seçimlerin kazanılması için HDP seçmenine, Kürt oylarına mutlaka ihtiyaç olduğunu 2 kere 2’nin 4 ettiğini bilen her aklı başında insan görüyor, söylüyor. Bu rejimin sona ermesini gerçekten isteyen her kesimden, her siyasetten insan feryat ediyor. Buna karşılık 6’lı Masa partileri HDP’yi yok sayma tavırlarını -CHP ve DEVA’nın ara sıra Demirtaş’ın adını anması dışında- sürdürüyorlar. Bu tavırları, milliyetçi seçmenden çekinmeleri olarak yorumlanıyor. Oysa asıl mesele seçmenler değil, asıl mesele kendilerinin de aynı etnik ayrımcı, Kürt fobili zihniyetin tortularını içlerinde taşımaları. Özellikle de Türkçü-Ülkücü MHP geleneğinden gelen İYİ Parti…

Belki takıntılıyım, kuşkucuyum ama bu parti tarafından köpürtülen aday tartışmasında aynı zihniyetin derin izleri olduğunu düşünüyorum.

Kürtler de bizler de çantada keklik değiliz

Yumruktan tokattan hakarete, siyaset yollarının tıkanmasından partilerinin kapatılmasına, dışlanmaktan yok sayılmaya, her türlü baskı ve engele rağmen Kürt siyasî hareketi hâlâ büyük bir sağduyu ile bütün muhalefeti bu rejime karşı ortak mücadeleye çağırıyor. HDP yönetiminin, Selahattin Demirtaş’ın kendilerini iktidar adayı olarak görenlere ve kamuoyuna sağduyulu çağrılarını herkes duyuyor. Ne var ki uyarılar, çağrılar muhataplarını etkilemiyor. Kürtleri kaybetmenin seçimleri kaybetmek, seçimleri kaybetmenin Türkiye’yi kaybetmek olduğu 6’lı Masa ortaklarınca anlaşılmıyor.

Bölgeyi ve Kürt seçmenin psikolojisini iyi bilenler HDP tabanının partilerine, siyasetçilerine, bölge insanına yönelen saldırılara, hukuksuzluğa, yok saymaya karşı giderek daha tepkisel olduğunu, umutsuzluğun yaygınlaştığını, yürek soğumasının derinleştiğini bildiriyorlar. Onlardan bağırlarına taş basmaları isteniyor, tamam, ama nereye kadar? Bütün siyasî yapılar gibi HDP’nin de kendi tabanının sesini, haklı uyarı ve taleplerini dinlemek zorunda olduğu düşünülürse barış ve uzlaşma zemininden büsbütün uzaklaşılması tehlikesi var.

6’lı Masa bu tabloyu ve tehdidi ya görmüyor, ya da kof bir kendine güvenle umursamıyor. Böylece de tek adam iktidarını sandıkta devirecek bir imkân belirmişken, kadim Türk milliyetçiliği ve Kürt fobisi ülkeyi bir kez daha rehin alıyor.

Kürtler çantada keklik değil. Gerçek demokrasi, barış, özgürlük yanlısı olanlar,  Emek ve Özgürlük İttifakı’nda buluşanlar, demokratik, laik, özgür bir Türkiye’nin ancak faşizan zihniyetten kurtulmakla mümkün olacağını bilenler… Hiçbirimiz 6’lı Masa’nın çantasında keklik değiliz. Bağrımıza taş basa basa taşa döndük, artık yeter!

Bu seçimler kaybedilecek olursa ülkeyi bekleyen karanlığın sorumlusu  kişisel ikbal kaygılarından kurtulamayıp adaylık kavgası yapanlar, parti çıkarlarını ülkenin çıkarlarından üstün görüp oy hesabıyla ya da cesaretsizlikle ve asıl kendi içlerindeki o zihniyete yenilip Kürt hareketini, solu, emek hareketini gündemin dışında tutmaya çalışanlar olacak. Olan da hepimize, ülkemize olacak.

Bir vicdan notu: 28 Şubat tutuklusu 85 yaşındaki Alzheimer hastası general Vural Avar hapishanede yaşamını yitirdi. Askerî vesayetin, darbeciliğin her zaman karşısında durmuş ve her defasında mağduru olmuş biri olarak vicdanım ne bu ölümü ne de bu yaşta insanların hapishanelerde tutulmasını kabul ediyor. Muhalefet bu konuyu üzüntülerini belirterek, hesap soracağız falan diyerek geçiştiremez. Hapishanelerdeki istisnasız bütün hasta mahkûmların tahliyesini, 65 yaş üstü bütün mahkûm ve tutukluların serbest bırakılmasını acil talep olarak yükseltmekle; bununla da yetinmeyip iktidara geldiğinde atacağı ilk adımın bu olacağını taahhüt etmekle yükümlüdür. Mafya babalarının özel aflarla, özel infaz yasalarıyla serbest bırakıldığı, adaletin, hukukun yok edildiği bu düzende hiç değilse vicdanlarınızın sesini dinleyin.

Oya Baydar kimdir?

Oya Baydar, subay bir baba (Ahmet Cevat Baydar) ve Cumhuriyet'in ilk öğretmenlerinden Behice Hanım'ın kızı olarak 3 Temmuz 1940'ta İstanbul / Kadıköy'de doğdu. Politik mücadele yıllarında içinde bulunduğu yapılara karşı da eleştirel bakışını esirgemeyen açık sözlü tavrıyla özgül bir etki yaratan; görüş, eleştiri ve önerileri her kesimde takip edilen yazar, Notre Dame de Sion Fransız Kız Lisesi'ni bitirdi.

Edebiyat hayatına esas itibarıyla 17 yaşında lise öğrencisiyken yazdığı ve Hürriyet gazetesinde tefrika edilen Umut Yolu adlı romanla atıldı. Françoise Sagan'ın Bonjour Tristesse romanından etkilenerek kaleme alınan bu roman, gazete tarafından ismi değiştirilerek Kalbimin Aradığı Erkek adıyla basıldı ve Baydar çok genç bir yazar olarak gazetedeki ilanlarda "Türkiye'nin Sagan'ı" olarak tanıtıldı. Baydar, gazete sayfalarında kalan bu romanını daha sonra kitap halinde yayınlamadı.

1960'ta lise son sınıftayken -kendisine okuldan atılma sıkıntısı da yaşatan- Allah Çocukları Unuttu romanını yayımladı. Baydar'ın ikinci romanı Savaş Çağı Umut Çağı (1963), ilk basımından yaklaşık 40 yıl sonra, 2010'da Savaş Çağı Umut Çağı: Bir Yirmi Yaş Güncesi adıyla yeniden yayımlandı.

Biri tefrika olarak Hürriyet gazetesi sayfalarında kalan, diğer ikisi ise kitap halinde basılan bu üç romanın ardından Oya Baydar, gazetecilik ve politik mücadele içinde geçen yaklaşık 30 yıl edebî eser kaleme almadı.

Hürriyet gazetesinde tefrika edilen romanından aldığı telif ücretiyle Paris'e gitti, orada sosyalist çevrelerle iletişime geçti. Paris'te kurduğu iletişimin etkisiyle sosyoloji okumaya kadar verdi.

1960'ta girdiği İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nü 1964 yılında bitirdi. Aynı yıl sosyoloji bölümüne asistan olarak girdi ve "Türkiye'de İşçi Sınıfının Doğuşu" konulu doktora tezine başladı. Doktora tezinin Üniversite Profesörler Kurulu tarafından iki kez reddedilmesi üzerine, öğrenciler bu olayı protesto etmek için üniversiteyi işgal ettiler. Bu olay Türkiye’de ilk üniversite işgali eylemi oldu.

1966'da Türkiye İşçi Partisi'ne (TİP) üye oldu. Bir süre, ABD'de Columbia Üniversitesi'nde, sosyal bilimlerde istatistik yöntemleri konusunda çalıştı. 1969-70 arası Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde asistanlık yaptı.

Toplumsal hareketliliğin yükseldiği, Türkiye'nin sosyalist düşünce ve örgütlenmeyle tanıştığı 1960'larda, edebiyatı tümüyle bırakıp toplumsal-siyasal yapı araştırmalarına yöneldi ve sosyalist hareket içinde aktif oldu. Sosyalist Parti İçin Teori ve Pratik (1970-71) dergisinin kurucuları arasında yer aldı.

12 Mart 1971 askeri darbesi sırasında Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) ile Türkiye İsçi Partisi (TİP) üyesi olduğu için tutuklandı ve üniversiteden çıkarıldı.

Bu dönemde Yeni Ortam ve Politika gazetelerinde köşe yazarlığı yaptı (1972-79). Eşi Aydın Engin ve Yusuf Ziya Bahadınlı ile birlikte İlke dergisini kurdu ve Türkiye Sosyalist İşçi Partisi'nin (TSİP) kuruluşuna katıldı.

Yazılarıyla ilgili olarak hakkında eski Türk Ceza Kanunu'nun 312, 142 ve 159. maddelerinden 30 dolayında dava açıldı. 12 Eylül 1980 askeri darbesi sırasında bulunduğu Almanya'dan Türkiye'ye dönemedi ve 12 yıl boyunca Almanya / Frankfurt'ta siyasi göçmen olarak yaşadı. Bu yıllarda Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde, Sovyetler Birliği'nde, Moskova'da bulundu.

Baydar, sürgün yıllarının ardından 1992'de Türkiye'ye döndü. Tarih Vakfı ile Kültür Bakanlığı'nın ortak yayınları olan "İstanbul Ansiklopedisi"nde redaktör, "Türkiye Sendikacılık Ansiklopedisi"nde yayın yönetmeni olarak çalıştı.

Yeniden döndüğü edebiyatta ardı ardına yayımladığı öykü ve romanları ile çok sayıda ödül kazandı. Elveda Alyoşa ile 1991 Sait Faik Hikâye Armağanı'nı, Kedi Mektupları adlı kitabıyla 1993 Yunus Nadi Roman Ödülü'nü, Sıcak Külleri Kaldı romanıyla 2001 Orhan Kemal Roman Armağanı'nı, Erguvan Kapısı'yla 2004 Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü'nü, Çöplüğün Generali romanıyla TÜYAP Kitap Fuarı'nda 2009 yılı Dünya gazetesi yılın telif kitabı ödülünü aldı.

İtalyan Carical Vakfı tarafından verilen "Akdeniz Kültürü Ödülü"ne 2011'de Hiçbir Yere Dönüş adlı romanıyla Oya Baydar layık görüldü.

Sıcak Külleri Kaldı romanı ile de 2016 yılının Fransa / Türkiye Edebiyat Ödülü'nün de sahibi oldu.

2001'de Türkiye Barış Girişimi'nin kurucusu ve sözcüsü olan yazar, aynı zamanda PEN Yazarlar Birliği üyesi.

Kitapları 23 dilde yayımlanan Oya Baydar, kuruluş günlerinden itibaren T24’te köşe yazıyor, İstanbul'da ve Marmara Adası'nda yazmayı sürdürüyor.

ESERLERİ

Roman

Allah Çocukları Unuttu (1960)
- Savaş Çağı Umut Çağı (1963)
- Kedi Mektupları (1997)
- Hiçbiryer'e Dönüş (1999)
- Sıcak Külleri Kaldı (2000)
- Erguvan Kapısı (2004)
- Kayıp Söz (2007)
- Çöplüğün Generali (2009)
- O Muhteşem Hayatınız (2012)
- Yolun Sonundaki Ev (2018)
- Köpekli Çocuklar Gecesi (2019)
- Yazarlarevi Cinayeti (2022)

Deneme

- Surönü Diyalogları (2016)

Öykü

- Elveda Alyoşa (1991)
- Madrid'te Ölmek
- Mırınalı Madride (2007)

Anlatı

- Bir Dönem İki Kadın: Birbirimizin Aynasında (Melek Ulagay ile, İstanbul 2011) Yetim Kalacak Küçük Şeyler (2014)
- Aşktan ve Devrimden Konuşuyorduk
- Oya Baydar ile Nehir Söyleşi (Ebru Çapa ile, 2018)
- 80 Yaş Zor Zamanlar Günlükleri (2021)

 

Yazarın Diğer Yazıları

Romanını yazamadığım kahramanım Nazar

İnsan benim yaşıma gelip de birlikte yol yürüdüğü,  onlarla zenginleştiği dostlarını, arkadaşlarını yitirdiğinde sadece onların matemini tutmuyor, sadece onlara ağlamıyor. Her giden bizden bir parça koparıp gidiyor. Eksiliyoruz

Bir yazamama yazısı

Yazıyoruz, söylüyoruz, bağırıyoruz, feryat ediyoruz da ne oluyor, ne değişiyor! Anlamsızlık, yetersizlik, boşuna çaba duygusu

Çocukları kefene sokan ruh hastası ilkel zihniyet

ÇEDES'in amacı çocuklarda çevre duyarlılığını geliştirmek ise, ormanlarımızın, tarım topraklarının, doğal zenginliklerimizin nasıl yok edildiğini, açgözlü vahşi talan düzeninin doğal yaşamı nasıl katlettiğini öğretin

"
"