Şu anda yaşamakta olduğumuz toplumsal- siyasal- psikolojik kâbusun, sonuçları en güç ve en geç giderilebilecek yanı, kamu vicdanına bulaştırdığı güvensizlik virüsü ve yarattığı vicdan kararmasıdır bana göre. Artık yargıya ve dağıtacağı varsayılan adalete zerre kadar güvenmiyoruz. Artık suçluyu suçsuzdan, eğriyi doğrudan ayıramıyoruz. Artık kimse masum değil ama belki herkes masum, bilemiyoruz. Yargı süreçleri, yargı kararları “normal yurdum insanları”nın nezdinde geçerliğini yitirdi. Yarılmış, parçalanmış, cepheleşmiş kamuoyu nerede, hangi cephede yer alıyorsa, hangi siyasal-ideolojik kesime mensupsa suçluyla suçsuzu yargı kararlarına göre değil kendi mahallesinin algısına göre ayırıyor. Böylece yasalar karşısında suç olan, bir kesimin gözünde meşru; suçlu ise gadre uğramış masum hatta kahraman sayılabiliyor. Aynı şeyi sizinkiler yaparsa suçlu, bizimkiler yaparsa mağdur zihniyeti kökleşiyor.
Somut davalar üzerine açık konuşalım
Her zaman ama özellikle 2007’den, yani darbe ve vesayet davalarının açılmasından bu yana yargıda yaşananlar konusunda, gereğinde kendimizle de yüzleşerek açık konuşmanın zamanıdır.
Türkiye Cumhuriyeti devletini ele geçirmiş; kendini memleketin gerçek sahibi, halk kitlelerini güdülmesi gereken sürü olarak gören; demokrasiyi bu ülkenin halkları için lüks sayıp göstermelik kılan asker-sivil vesayet rejiminin darbeci geleneğine karşı açılan siyasî davalar hem haklı hem de ülkenin geleceğini ipotek altına almış rejimin geriletilmesi için zorunluydu. Darbe, darbeye teşebbüs, darbe planları yapmak, bu teşebbüsler içinde olanlara yardım yataklık etmek hem yasalar önünde hem de siyasal etik açısından ağır suçtur. Bu genel doğruyu kabullenmeyen kişi veya kurumun demokrasinin d’sinden söz etme hakkı yoktur. Bana karşı darbe kötü; siyasal hasmıma karşı darbe iyidir zihniyeti çifte standardın, siyasal etik zaafının belirtisidir. Somutlarsak, Ergenekon ve Balyoz davalarının özü yargıladıkları suçlar açısından tartışma götürmez biçimde haklı ve doğrudur. Geleceğimize ipotek koyan darbeci zihniyetin fiile dönüşmüş adımlarının sergilenmesinin, yargılanmasının ve cezalandırılmasının arkasında durmuş olmak, siyasî etik ve demokratik tutarlılık açısından övünç kaynağı olmalıdır.
Bu durum davaların görüldüğü süreçte gözlenen hukuksuzlukları, sapla samanın birbirine karıştırılıp sanıklara adalet duygularını sarsan cezalar kesilmesini, düzmece delil, eksik soruşturma, delillerle oynanması, vb. iddialarının ayyuka çıkması karşısında ciddi araştırma soruşturma yapılmamasını “işin özüne bakın” diyerek gözardı etmeyi haklı ve ahlâklı göstermez kuşkusuz. Yargıya hile karışmışsa hukuk ve adalet katledilmiştir.
Şimdi gelelim Erdoğan’ın ve AKP çevrelerinin kendilerinin hedef alındığına inandıkları, Türkiye’yi yakın dönemlerin en derin bunalımına sürükleyen son yolsuzluk, rüşvet, irtikâp soruşturmalarına... Henüz dava aşamasına gelmesinin engellenip engellenmeyeceğini bilmediğimiz bu soruşturmalar sırasında ortaya dökülen pislikleri ve AKP Hükümeti’nin soruşturmaları engellemek için en alttaki savcıdan en yüksek yargı kurumlarına kadar tüm adalet mekanizmasını hedef alan çabalarını izleyen kamuoyu bu organize işlerde örtbas edilmeye çalışılan büyük bir suç olduğunu hissediyor. Ama anında, delillerin sahteliği, dinleme kayıtlarına ek yapıldığı, vb. gibi alışılmış iddialar bir yana, bütün bunların Tayyip Bey’e ve Hükümete karşı düzenlenmiş büyük bir komplonun adımları, devlet içinde yuvalanmış bir çetenin işleri olduğu AKP çevrelerinden güçlü mikrofonlarla yayılıyor. Yetinilmiyor, soruşturma-kovuşturma engelleniyor. Yargı ve adalet mekanizmasının “çete”lerin eline geçtiği en yetkili ağızlardan dile getirilirken, normal yurdum insanının, yani hepimizin kafası bir kez daha alt üst oluyor. AKP’ye yakın isek olup bitenlerin Hükümet’e karşı kurulmuş uluslararası komployu gerçekleştirme misyonuna sahip devlet içi çetenin bir saldırısı olduğuna inanıp zanlıları yargıdan önce temize çıkarıyoruz; muhalefet cephesindeysek, “Bunlar hırsız, Cemaat operasyonu da olsa işin özüne bakın” diyerek bir zamanlar F-Tipi yargı diye damgaladıklarımızı alkışlıyor, zanlıları yargıdan önce mahkûm ediyoruz.
Kumpas varsa siz de içinde, hatta başındaydınız
Başbakan’ın en fazla güvene mazhar başdanışmanı Yalçın Akdoğan, kaç gündür ağzından kaleminden kaçırdığı bir cümleyi nasıl yalayacağını bilemeden, yazı üstüne yazı yazarak çırpınıp duruyor. Son yolsuzluk operasyonlarıyla kendilerini hedef aldığına inandığı Cemaat’in “millî ordusuna bile kumpas kurduğunu” ileri sürmüş, böylece Fethullah hareketinin emrinde olduğuna inandığı yargıya güvensizliği pekiştirmek istemişti. Muhalefet ve Ergenekoncu çevreler bu doğrucu Davutluğu fırsat bilip yeniden yargılanma ve tashih-i karar talebiyle lafın üstüne çullanınca çark etti. Peki bu kumpaslar kurulurken, yani darbe-vesayet davaları görülürken kumpaslara ortak değil miydiniz, sorusuna, “Vallahi de Başbakanımız yargının ağır işlemesini eleştirmişti, billahi de eski Genel Kurmay Başkanı İlter Başbuğ’a destek cümleleri sarfetmişti” türünden sade suya tirit cevaplardan başkasını bulamıyor. Bulamaz, çünkü eğer bir kumpas, adalete bir müdahale varsa şimdi aralarının bozulduğu kesimlerle o kumpasın, o suçun eşit ortakları konumundalar. Dün deliller çarpıtılmış, soruşturmaya hile karıştırılmış, davalarda hukuksuzluk yapılmış da sizler müdahil olmamış susmuşsanız, bugün aynı yargının, hatta aynı savcıların hakimlerin benzer hilelerle, hukuksuzlukla sizi hedef alması karşısında feryad etmeye hiç hakkınız yok. Yeni Adalet Bakanı gibi, “Dün yanlış yapılmış diye bugün de yanlış mı yapılsın yani” pişkinliği de komiklikten öte etki yaratmıyor.
Kürtlere kumpas kurulurken nerelerdeydiniz?
Sorarlar adama; şimdi kendi biçimlendirdiğiniz, kendi atadığınız yargı aparatını suçlayıp dağıtmaya çalışırken, aynı güçlerin operasyonuyla KCK davaları açıldığında neden bir gecede olağanüstü yasa çıkartarak sadece kendi MİT müsteşarınızı kurtarmakla yetindiniz, diye. Binlerce Kürt siyasetçinin, Kürt insanının yıllardır tutuklu yargılandığı, süreci kökünden baltalayan o davalar, Cemaat siyasetinin ve zihniyetinin yargıyı nasıl etkisi altına aldığının apaçık örneğidir. Kürt siyasi hareketine kurulan kumpas diğerleriyle kıyas kabul etmeyecek kadar adaletsiz, hukuk ve vicdan dışıydı. İş yolsuzluklarınıza, hırsızlıklarınıza, avantacılığınıza geldiği zaman kumpas diye, komplo diye, darbe diye kıyamet koparıp yargıya her türlü müdahaleye gücünüz pekâlâ yetiyor. Ama iş düzmece deliller, gizli tanıklar, paçavra iddianamelerle haksız, hukuksuz, adaletsiz olarak yıllardır hapislerde çürütülenlerin tahliyesine gelince, CHP Milletvekili Balbay tahliye edilirken BDP milletvekillerinin içerde tutulmasına gelince, “çete”nin karşısında süt dökmüş kedi oluyorsunuz.
Nedenini ben söyleyeyim: Darbeciliğe-vesayete karşı davalarda eski ortağınızla çıkarlarınız uyuşuyordu; Kürt siyasi hareketinin ezilmesinde, güçsüzleştirilmesinde de tamamen uyuşuyor. Din kardeşliği temeli üzerinden yürütmek istediğiniz, eşit haklı yurttaşlığı kabul etmeyen, bölgedeki neoliberal planlara dayalı Kürt siyasetiniz, çete ilan ettiklerinizin siyasetiyle özünde örtüşüyor da ondan.
AKP ve onun adına konuşanlar, iktidarın hızla yitirdiği toplumsal meşruiyetini, en azından Kürt hareketi ve bu konuda hassas demokrat çevrelerde korumak ve kazanmak için, komplo olarak nitelendirdikleri son operasyonların aslında süreci baltalamak amacı taşıdığını yaymaya çabalıyorlar. Bunların, çözüm sürecini inanarak desteklemiş olan bir bölümü de önce kendilerini sonra bizleri buna inandırmaya çalışıyorlar. Sormamız gereken soru ise, başladığı günden bu yana geçen bunca zamanda, kötü müsamere niteliğindeki gözboyamalık işler dışında süreci gerçekten ilerletecek adımların neden atılmamış olduğudur. Meselâ KCK tutuklularının tahliyesini sağlamak iktidar için o kadar kolayken psikolojik ortamı rahatlatacak, güven sağlayacak bu adımın neden atılmadığıdır. Kimse çıkıp da, Cemaat yargısına karşı elleri mahkûmdu demesin. Kendi yolsuzlukları ortaya çıkacak diye korktuklarında ne Cemaat’i ne yargı bağımsızlığını takmadıklarını son günlerde apaçık gördük. Ve kimse çıkıp da, AKP süreci ilerletmek, Kürt hareketine siyaset imkânı ve alanı açmak, haklı demokratik talepleri yerine getirmek için yanıp tutuşuyor ama devlet içine yuvalanmış çete olanak vermiyor diyerek bizlerle alay etmesin. İstediğinde çeteyi de yargıyı da darmadağın edebiliyor, görüyoruz.
Toparlayıp yazının başlığına dönecek olursak; evet, “Adalete hîle, siyaset, ideolojik vesayet karışırsa suç giderek meşrulaşır”. Ergenekon, Balyoz ve benzeri davalarda apaçık suç vardı; yargıya siyasal-ideolojik müdahale, kamuoyunun önemli bölümünün gerçekliğine inandığı-inandırıldığı gizli tanıklar, düzmece deliller, üzerinde oynanmış kayıtlarla yapılan hileler özdeki suçu unutturdu, bir sürü masum yanında halka ve demokrasiye karşı suç işleyenler de masum konumuna getirildiler; suç belirsizleşti, neredeyse meşrulaştı. Aynı şekilde, AKP çevrelerine uzanan yolsuzluk operasyonları da zamanlamasıyla, soruşturma sürecindeki usul hatalarıyla, yargı içi dalaş görünümüyle, hileli delil iddialarıyla özdeki suçun önemsizleşmesine, suçluların mazur, suçun meşru görünmesine doğru yol alıyor. Yargının bu derece yıprandığı, adalet duygumuzun böylesine yaralandığı, temel kurumlara güven kalmadığı, her cephenin kendi yalanlarına ve komplolarına inandığı, siyasette çifte standardın “standart” olduğu bir toplumda suçlar sıradanlaşır ve meşrulaşır. Suçun sıradanlaştığı, gerçek suçlunun kim olduğunun yargıda değil ideolojik-siyasal ortamda belirlendiği, adalet duygusunu yitirmiş bir toplumun ahlakî, vicdanî çöküşü siyasî ekonomik çöküşten çok daha ağır sonuçlara gebedir.
2014’ün başında bu eşikte olduğumuzu düşünüyorum. İnşallah benim kötümser gamlı baykuşluğumdur ve inşallah yanılıyorumdur.