01 Eylül 2019

Savaş, saldırı, çatışma...

Ortada duran gerçeği değiştiremezsiniz: Haklı savaş yoktur. Temiz saldırı yoktur. Kutsal çatışma yoktur

"İnsanların sıkışan elleridir barış."
Yannis Ritsos

Petrole bulanmış bir karabatak çırpınıyor tüm gücüyle suyun içerisinde. Uçamamanın, petrol bataklığından kurtulamamanın verdiği acıyla gözlerini bize çevirmiş yardım istiyor umutsuzca...

Hepimiz hatırladık değil mi o fotoğrafı. Uzun bir süre fotoğraftaki çaresiz karabatağın bizlerde uyandırdığı insani hisle diktatör Saddam Hüseyin'e lanetler okuduk 1991'de. Ama çok sonra, ABD Irak'ta işini bitirdikten sonra öğrendik o fotoğrafın gerçek yüzünü.

Heyhat olan olmuş, yarattığı bu dezenformasyonla ruhumuzda yaşanan savaşı baştan kazanmıştı küresel jandarma.

Sonrasında 2003'de, yeni bir savaş hüküm sürdü Orta Doğu'da: İkinci Irak saldırısı.

Dünyanın o güne kadar var edebildiği tüm kurumları, el birliğiyle yarattığı hukuksal normları hiçe sayan global diktatörlük, yoksul ve yoksun bir halkı katletmeye yöneldi; onları "özgürleştirmek" adına. Ama o savaşta 91'den farklı olarak, tek yanlı haber portallarının dışında da kulaklarımız, gözlerimiz vardı savaşın en ön safında.

Ve o gözler bir fotoğraf aktardı bilgisayarımızın ekranına, gazetemizin ön sayfasına:

Siperde yan yana iki Iraklı asker; birisinin elinde beyaz bir bayrak. Karşıda "düşman".

Iraklı askerin üst başından yoksulluk dile gelmekte, karşısındakinden zenginlik...

Siperdeki iki asker, belki de korkudan sokulmuşlar birbirlerine ve başları öne eğik beklemekteler kaderlerini. Karşıdaki iki asker mağrur ve kibirli, teçhizatının ve kimliğinin verdiği özgüvenle "yukarıdan" süzmekte Iraklı iki askeri.

Yukarıdan bakan iki askerden birisinin gözlerinin hemen üzerinde kum gözlüğü var. Öteki gözlüksüz ama görülmemekte gözleri. Yani ikisinin de gözleri bize "kapalı".

İkisinin de silahları öne eğik ve tetikte değil parmakları. Anlamışlar Iraklı iki askerin an itibariyle tehdit oluşturmadığını.

Siperin hemen kıyısında bir örtü var, ABD'li askerlerin yanı başında boylu boyunca uzanmakta.

Savaşta neye yarar örtü?

Utancı örtmek için mi? Ya da ne bileyim Iraklı askerler o fotoğraf karesine girmeden hemen önceki anda, o örtüyle mi örtmekteler üzerlerini ve yıkılan gururlarını?

Siperin öte yanında bir erzak çantası ve miğfer beklemekte sahibini. Miğferin içinde bir şeyler var ama anlaşılmıyor ne olduğu. Iraklı askerlerden birisinin çocuğunun resmi olabilir mi?

İki Iraklı askerin başı çamura gömülmüş!

Iraklı iki askerin başı gömülü çamura. Çünkü iki ABD'li askerin parmağı ulaştı ellerindeki silahın tetiğine ve tetiğin düşmesiyle yuvasından çıkan kurşun büyük bir mutlulukla koştu namlu boyunca... Sonra koştu havada... Sonra buldu adresini ve girdi Iraklı iki askerin kafatasından içeri... Geçti her iki beyni. Kanattı akıbetinin ne olacağını düşünen beynin her bir parçasını. Yok etti ağlayan, gülen, kızan, küfreden, korkan, haz duyan beynin her bir kıvrımını. Parçaladı insanı insan olarak var eden her bir hücreyi... Sonra çıktı iki askerin kafatasından ve saplandı çamura.

Ya çamur olmasaydı?

Savaşta kaybedenler

Bana sorarsanız savaşın, saldırının, çatışmanın gerçek yüzünü afişe eden bir fotoğraftır bu. Alçaklığın ve vahşetin tüm detayları hapsedilmiştir o karede.

O kare, insanın binlerce kez düşünmesi için ne çok gizi barındırıyor içerisinde: Örneğin hiç aklınıza geldi mi Iraklı iki asker neyi düşünüyordu o andan hemen önce?

Tereddütsüz bir gerçek var ki korkuyorlardı. Sonra pişmanlık, sonra onurun ve gururun yok oluşu... Ama daha önemlisi belki de açtılar ve korkunç mide ağrısı çekmekteydiler. Öyle ya savaştaydılar ve nicedir bir lokma geçmemişti boğazlarından ve aç mide stres ortamında öç alıyordu şimdi onlardan.

Sonra belki birisinin ayağı ağrıyordu. Genç yaşta olmasına rağmen bir süredir yakınmaktaydı bu bacak ağrısından. Bir süre önce, ne bileyim belki de üç ay önce başvurmuştu askeri hastaneye ve beyaz önlüklü bir hekimden almıştı kara haberi: "İlaç yok bekliyoruz. Ambargo hafiflerse gelecek ilacın"...

O günden beri zaman zaman ağrıyordu bacağı ve aksilik ya işte tam da o anda tutmuştu yine ağrısı. Ve o an aklına düştü; acaba bu bacak ağrısı gerçek değildi de, umutsuz akıbetini gören aklının kendisini avutmak için yarattığı yalancı bir ağrı mıydı?

Belki de bunların hiçbirisi düşmedi akıllarına. Sadece düşündüler beyaz bayrağın kurtuluş olacağını. Zenginlik dolu bir dünyaya teslim oluyorlardı. Özgürleşmek istiyorlardı. Saddam Hüseyin'in baskı dolu dünyasından bıkıp usanmışlardı. Zaten karşısındakiler de kendileri için gelmemiş miydi? O halde kimden ve neden korkacaklardı ki? Yardıma gelen zulmeder miydi? Ama niye içlerinde garip bir boşluk hissediyorlardı? Yoksa adresi bilinmeyen bir boşluğun seline mi kapılacaklardı?

Ya da ne bileyim 91'i ve sonrasını hatırladılar belki. 91 savaşından hemen sonra zaferin getirdiği umutla her ikisi de evlenmişti. Ama Ahmed şansızdı; çocuğu olmuyordu. Bir umut gittiği doktorlar, durumunu savaşta maruz kaldığı kimyasal maddelere bağlamışlardı kolayca ve bir çırpıda...

Ne yani bu kadar basit miydi. Ne suçu vardı kendisinin? Hem o ülkesi için savaşmıştı. Ödülü bu mu olmalıydı? Kader niye Ahmed'i seçmişti? Derdini kime anlatabilirdi? Koca çölün ortasında bir başına kalmıştı. Tek başına savaşacaktı şimdi sivil hayatta. Ve her şey çok daha zor olacaktı. Çünkü insan askerliğin aksine değersiz sayılıyordu bu hayatta.

Diğeri daha "şanslı"ydı. Narkozsuz yapılan bir sezaryen sonrası oğlu oldu ve uçtu sevinçten. Ama sevinmek için erkendi. Oğlu farklıydı; kafası kavun gibi upuzundu ve sonra ellerinden birisi yoktu. İşte o zaman öğrendi seyreltilmiş uranyumun ne olduğunu.

Ve işte o siper bu iki bahtsız insanı bir araya getirmişti. Onlarca yıl savaşmaktaydılar tek başlarına ve çok yorulmuşlardı hayatın her günü yaşanan bu savaştan. Belki de kader ilk kez yüzlerine gülecekti. Teslim olarak kaderlerini yeniden yazmaya karar verdiler.

Kaderleri yeniden yazıldı!

Savaşta kazanamayanlar

Ve sonra düşünmek zorundayız; elleri tetiğe giden iki ABD'li askeri. O andan hemen önce ne düşünüyorlardı?

Birisinin aklı müslüman ABD askerinde kalmıştı belki de. Hani birkaç gün önce kendi birliğine el bombası atan askerde...

Zaten Irak'a gelmeden önce de Müslümanlara çok kızgındı. 11 Eylül katliamından bu yana gözlerini her kapattığında uçakların çarptığı gökdelende ayrı ayrı yanmamak için elele tutuşarak atlayan iki sevgiliyi görüyordu. İkisi de onun can dostuydu ve hükümeti sorumluyu bulmuştu: Ladin bir Müslümandı!

Hayatta en sevdiği iki insanın canını almıştı El-Kaide adındaki Müslüman örgüt.

İşte bu nedenle gönüllü olarak gelmeyi istemişti Irak'a. Tüm bunlar yetmezmiş gibi Irak'ta da başka bir Müslüman kendi birliğini cehenneme çevirmişti... İçindeki hınç onun taşıyamayacağı bir boyuta ulaşmıştı ki hemen önünde Iraklı askeri gördü. Görür görmez, düşünmeden uzandı eli tetiğe ve çıktı kurşun namlusundan saplandı Iraklı askere.

11 Eylül'den bu yana hep bu anı yaşamak ve acı çeken ruhunu bu yolla huzura kavuşturmayı umut etmişti. Ve o an yaşandı. Ama ters giden bir şey vardı: Ruhunu dindirmek bir yana sanki ateşe atmıştı onu. Iraklı askerin kafası toprağa gömülünce alev alev yanmaya başladı içi. Aklı karıştı, panikledi, korktu ve diz çöktü; İsa'ya yakarmaya başladı.

Yakarış derdine derman olmayacaktı...

Ötekisi Iraklıların ne kadar nankör olduklarını düşünüyordu. Öyle ya binlerce kilometre öteden, sevdiklerini ülkelerinde bırakıp, Irak halkını eli kanlı bir diktatörden kurtarmaya gelmişlerdi. Fakat Iraklılar bekledikleri gibi değildi: Kendileriyle birlikte Saddam'a karşı savaşacaklarına kendilerine karşı savaşıyorlardı. Deli miydi bu Iraklılar? Kendilerini kurtaracak olan insanlara neden ateş açıyorlardı?

Zaten savaş da beklendiği gibi gitmiyordu. Irak'ın çölüne saplanmışlardı. Kum fırtınaları ile uğraşmak yetmiyormuş gibi Iraklı askerlerin kurduğu pusularda ölüyorlardı. Oysa Bağdat'a birkaç gün içinde girecekleri ve kimsenin burnu bile kanamayacağı söylenmişti onlara. Gökyüzündeki uydular, karadaki tanklar, denizdeki savaş gemileri koruyamıyordu onları güçsüz Iraklı askerlerden. Birkaç gündür geceleri uyumaz olmuştu. Iraklı askerler geliyordu aklına. Korkuyordu. Daha önemlisi ülkesine mutlak sağ dönmesinin ne kadar önemli olduğunu hatırlatıyordu kendine. Ne de olsa kolay değildi ABD'de Afro-Amerikan olmak...

Öyle ya doğduğu günden itibaren kendisini görmezden gelen, yok sayan bir düzene karşı umutla savaşıyordu. Tıp doktoru olmak ve insanları yaşatmak istiyordu. Ama ABD'de doktor olmanın yolu binlerce dolar öğrenim harcamasından geçiyordu. Ailesinde tek kuruş dolar yoktu ve o da ihtiyaç duyduğu parayı kazanabilmek için sözleşmeli askerliği seçmişti bundan tam bir yıl önce. ABD hükümeti biraz daha dayanabilseydi savaşmamaya dolarları alıp devam edecekti yarım kalan eğitimine. Ama işte hayatının en olmadık zamanında istemediği bir savaş çıkmıştı ve onu Irak'a göndermişlerdi.

Her şeye rağmen hayalini tamamlaması gerekiyordu ve bunun için mutlak sağ dönmeliydi ABD'ye. Ama çöl, kendisinin hükmüne tabi değildi. Birkaç gündür eli hep tetikte geziyor, kıpırdayan her şeye şarjörünü boşaltıyordu. Kendisini bir hastane acilinde ölüm sınırındaki hastayı hayata döndüren bir hekim olarak hayal ediyordu ki hemen önünde sallanan Iraklı bir asker gördü. Asker gizlendiği siperin içerisinden kendilerine doğru bir şey sallıyordu. Düşünmeden gitti eli tetiğe, şarjörü boşalttı ve toz duman dağılınca ancak gördü Iraklı askerin elinde sallananın beyaz bayrak olduğunu…

Vahşetin hükmü

Siz ister savaş deyin, ister saldırı, isterseniz de çatışma... Ortada duran gerçeği değiştiremezsiniz: Haklı savaş yoktur. Temiz saldırı yoktur. Kutsal çatışma yoktur.

Şiddet daima vahşetin hükmüne tabidir.

Siz dilerseniz suçluluk duygunuzdan arınmak için sizin tarafın haklılığını ve başarısını anlatan medya haberlerine gömülün. Ölümlerden duymanız gereken utancı "düşman"ın ne kadar kötü olduğunu birbirinize söylererek gizlemeye çalışın. Ya da daha kolayı cephede eli silah tutan figüranların ne kadar vahşi olduğunu birbirinize haykırarak "vicdanlı" cümleler sarf edin...

Hiçbirisinin bir anlamı yok.  

Çünkü asıl canavarlar o figüranların arkasında gizlenenlerdir. Binbir yalan ve çarpıtma ile insanı insana düşman kılanlardır. Kendi düzenlerinin bekası için insanları ölüme yollayanlardır.

Yaşanan bu vahşet karşısında sığınabileceğimiz tek liman düşünen aklımız ve hisseden yüreğimizdir.

Finans kapitalin yasalarını yer ile yeksan etmedikçe; insanın insana ve doğaya olan tahakkümünü ortadan kaldırmadıkça; özgürlükten, eşitlikten, dayanışmadan yana yeni bir dünya kurmadıkça; hepimiz yaşanan bu vahşet dünyasının sadık bir köpeği olacağız. O kadar!


Bu yazı 30 Mart 2003 tarihinde kaleme alınmıştır.

Yazarın Diğer Yazıları

Yaşam, ölüm ve Gezi

Ölen, öldürülebilen, ama kurban edilemeyen, ama intihar haberleri 140 karakteri geçmeyen, yaslarının yaşanmasına da asla izin verilmeyen o ölümler nedeniyle adına Türkiye denilen cehennemde süregiden hayat ölümüne bir iktidara tabi kılınabiliyor

"Sigara haramdır"

Siyasi iktidar, her konuyu fırsat bilip dinbaz siyasetini topluma ne kadar dayatırsa, toplum genelinde dayatılan inanca olan tepki ve red o oranda artıyor

Virüs var; takmayın maske!

İstanbul’a gelen Tayvanlı turistin çantasının üzerine "Çinli değilim. Tayvanlıyım, Ölürüm Türkiyem" yazmak zorunda kalmasından bahis açıyorum

"
"