Yalnızca tüketim ürünlerinin değil, sosyal ve kültürel faaliyetlerin de tüketildiği modern tapınma mekânıdır alışveriş merkezleri (AVM). Kendi başlarına bir imaj alanı, tatmin aracı ve aynı zamanda toplumsal statünün belirleyicisidirler. Tüketicilerin daha fazla tüketebilmesi için gerekli her koşulun sağlandığı, adeta tüketim cennetinin var edildiği alanlardır.
Alışveriş merkezleri hakkında hazırlanan raporlara göre yeni AVM alanlarının gelişimi açısından Avrupa’nın lider ülkesi Türkiye’dir. Söz konusu veriler uyarınca 2017 yılında 1,1 milyon metrekarelik AVM alanının eklendiği, 2018 / 2019 yılında ise 1,4 milyon metrekarelik yeni alanın eklenmesinin planlandığı anlaşılmaktadır. 2020 yılı sonunda ise toplam büyüklüğün 14 milyon metrekareye ulaşacağı öngörülmektedir. Özetle Türkiye, AVM pazarının en hızlı büyüyen ülkesi olarak, dosta ve düşmana bu alandaki gücünü ve büyüklüğünü göstermiştir.
Dünya, Türkiye’nin gösterdiği bu gelişme ve ulaştığı heybet karşısında “dize gelmiştir”.
90 metrelik hava kontrol kulesi
Yapımında çalışan işçilerin tahtakurularına maruz kaldığı İstanbul Havalimanı, nihai hedeflenen yolcu kapasitesi bakımından 150 – 200 milyon yolcu sayısıyla dünyanın en büyüğü olacaktır.
İnşasında yaklaşık 10 bin kişinin çalıştığı, kaç işçinin “iş kazası” nedeniyle öldüğü ve yaralandığının tartışmalı olduğu bu havalimanı; 6 bağımsız pist, 500 uçak kapasitesi ve 70 bin araçlık otopark alanıyla dünyaya meydan okumaktadır.
Kapalı inşaat alanı büyüklüğüyle Monaco’yu yaklaşık olarak ikiye katlayan, terminal binasında kullanılan beton miktarıyla Empire State Building’i geçen, aynı planda kullanılan demirle 24 tane Eyfel Kulesi yapılabilen ve terminal çatı alanının İtalyadaki Colleseum’un 23 katı olan bu “muhteşem” yapının Lale figüründen esinlenen 90 metrelik Hava Kontrol Kulesi, fallik bir gösteren olarak bugün dimdik ayaktadır.
Fabrika gibi hastane!
14 Mart Tıp Bayramı vesilesiyle resmi açılışı birkaç gün önce yapılan Ankara Şehir Hastanesi...
Ne garip; eskiden 14 Mart tıp bayramı törenleri, 14 Mart’ın tıp eğitiminin başladığı tarih olması nedeniyle tıp fakültelerinde yapılırdı. Şimdilerde ise 14 Mart’ta hastane açılışları yapılıyor.Eğitim yerine sağlık hizmetinin, akademi yerine hastanenin, gençlik ve gelecek yerine ciro ve performansın tercih edilmesi...
Dönüşen sağlığın ne olduğu bundan güzel anlatılabilir mi!
Peki ama Ankara Şehir Hastanesi (Bilkent) nasıl bir yapı?
Elbette devasa!
Dünyanın tek parçada yapılan üçüncü büyük hastanesi. Avrupa’nın en büyüğü!
1.312.349 metrekare kapalı alana sahip dev bir hastane. 3.804 yatak, 735 poliklinik, 224 yataklı acil arenası ve 128 ameliyathane ile bir azman.
57 bin detektör, 5.000 kart okuyucu, 3.500 kamera ve 60 ekranla bir gözetim abidesi.
Her gün 100 bin hastaya hizmet sunulacak devasa bir fabrika.
Her gün 650 kişinin ameliyat edileceği adeta dev bir kesimhane.
Acil servis hizmet alanının 3 hastane büyüklüğünde olduğu, 6.918 araçlık otoparkı bulunan, 2.500 metrekarelik yemekhanesi ve 1.600 metrekarelik çamaşırhanesi olan bir toplama kampı.
Devlet hastanesinin içerisinde özel sektörün 1.1 milyar Euro para harcayarak kurduğu Avrupa’nın en büyük laboratuvarı. Kurulan laboratuvar ve benzeri yollarla kamu hastanesi bünyesinde özel ticari şirketlere para kazanma imkânı sağlanan ve bu yolla ticarete kurban edilmiş hastaneye ayrıca eklenen ekstra 25 ticari alan.
Yatak başına kapalı alanın çok fazla olması nedeniyle doktorların nöbetlerde 20 bin adım atmak zorunda kaldığı, acil hastalara yetişene kadar kendilerinin acillik olduğu sonu gelmez bir büyüklük.
Hastaneye ulaşımı sağlayacak 33 kilometrelik bulvar, 29 köprülü kavşak, 2 köprü, 2 alt geçit ve 2 tünel.
Uzun sözleri gereksiz kılarcasına inşa edenlerin dediği gibi; “dünyanın en büyük sağlık yapılarına atılan bir imza”.
Peki neden bu kadar büyük? Neden Avrupa’da ondan büyük yok? Yapamadıkları için mi? Yapmak istemedikleri için mi?
Sorulara gerek yok: Ankara Şehir Hastanesi (Bilkent), tıpkı alışveriş merkezlerinde olduğu gibi, bu ülkenin büyüklüğü ve kuvvetini dosta ve düşmana kanıtlıyor.
Asansörle çıkılan minber!
Çamlıca Camii: 7 metre 77 santimetre ile dünyanın en büyük alemine sahip bir külliye.
72 metre yüksekliğinde, 35 metre çapında dev bir kubbe: Cumhuriyet tarihinin en büyük kubbesi.
Kubbenin altında namaz kılınacak alanın 32 metre çapında dev avizelerle aydınlatıldığı bir yapıt.
63 bin kişinin aynı anda ibadet edebileceği bir mekân.
Dördü 107, ikisi 90’ar metre uzunluğunda 6 minare.
Her bir kanadı 2 metre 50 santimetre genişliğinde, 6.5 metre yüksekliğinde toplam 6 ton ağırlığında iki kanattan oluşan bir kapı.
21 metre yüksekliğinde asansörle çıkılan minber.
3.500 araçlık bir otopark ve camiye ulaşmak için 3 tüpten oluşan 3.680 metrelik karayolu tüneli inşası.
Özetle; inşa edenlerin deyimiyle, “bu dönemin mührü”nü tarihe kazıyacak bir ölçüsüzlük.
Dücane Cündioğlu’nun yakarışının susturulduğu; azametin ve kibrin, hikmete tercih edildiği bir mabed.
Tüm camilerde minareler vasıtasıyla yaradana uzanan, ondan mağfiret talep eden ellerin, Çamlıca’da bir azamet gösterisine malzeme yapılması. Mütevaziliğe, yaradan karşısındaki hiçliğe, onun sonsuzluğu karşısındaki geçiciliğe, ölümlü olmanın biçareliğine, un ufak olmaya, günü geldiğinde kabir gibi ismin de kaybolmasına azametin gücüyle karşı çıkılması. Şirkin dile gelmesi...
Boşluk ve yokluk
Bu topraklar, Kalenderî dervişlerin gösterişsiz, kimliksiz, simgeleştirilemeyen, var ile yok arasındaki hallerini ne çabuk sildi hafızasından? Babâîler’den tek bir toz zerresi dahi intikal etmedi mi üçüncü bin yılın uygarlığına?
İnanmış mümin, Allah’ın evinde, Hicr-i İsmail’de, tarihin yok saydığı siyahi cariye Hacer’in yattığını ne zaman unuttu? Kâbe’nin kutsallığının; iriliğinde, cesametinde, büyüklüğünde değil, Hacer’in ve Hacer’ül Esved’in karalığında saklı olduğunu hiç düşündü mü acaba?
Oysa Zeynep Sayın’ın layıkıyla aktardığı ve vurguladığı üzere “Kâbe ‘boş bir odadır, o kadar...’ Üstü açık meydanın ortasında boş bir odadır... burada hiçbir şey yoktur, hiç kimse yoktur’. Kâbe bir yapıt değil, bir eserdir. Başı olmama anlamında başsızdır, sonu olmama anlamında sonsuzdur”. Çünkü “Tanrının bakışı boşluktur”. Çünkü “gerçek olanın imgesi yoktur”. (Ölüm Terbiyesi, Metis Yayınları, 2018).
Ancak gerçeklikten koptukça, hakikatten uzaklaştıkça, özden vazgeçtikçe imgelerin, büyüklüğün, rakamların, rekorların, azametin ve kibrin şirki kaplar dört bir yanı.
İhtiyaç yerine kazanç ve kâr saplantısı alışverişte belirleyici olduğunda, yolda olmanın değil de hedefe varmanın kendisi amaç sayıldığında, sefa kadar ezanın da yola içkin olduğu unutulduğunda, sağlıklı kalmak ve yaşamak yerine cironun ve performansın baskısı hastalığı icat ettiğinde, küllî irade karşısında hiçbir mülkiyetin anlamının olmadığı ve dahası biriktirilenlerin insanı yakacak gerçek cehennem ateşi olduğu göz ardı edildiğinde oluşan anlamsızlık, niceliksel büyüklüklerle kapatılmak ve anlamlandırılmak istenir.
Ne hazin ki; muhafazakârlık, kapitalizmin nesneler dünyasının ölçüsüzlüğünde, hem de fallik bir gösteri uğruna, bizatihi muhafazakârlar tarafından katledilmektedir.
Emin olun; yalan, riya, gösteriş ve düzenbazlık, bu dönemin tarihi mirası olarak mührünü nakşetmektedir zamana.
Post-modern panoptikonlar
Alışveriş Merkezleri, İstanbul Havalimanı, Şehir Hastaneleri ve Çamlıca Camii...
İnsana yeter ihtiyacın, yarin yolunda olmanın, sıhhati korumanın ve sevgili addedilen yaradanın karşısına çıkmanın mülkiyet zincilerine mahkûm edildiği, dünyevi ve uhrevi tüm değerlerin metalaştığı, sıradanlaştığı ve mallaştığı neoliberal tapınma mekânları...
Zaten o nedenle her taraftan görülmek ve herkesi görmek için Çamlıca’nın sırtlarına kondurulan o beton heyulanın bünyesinde bir alışveriş merkezi inşa edilmemiştir. Çünkü o betonun bizatihi kendisi bir “tüketim katedrali”dir.
Tıpkı AVM’ler ya da şehir hastaneleri gibi onun bakışı da sevgilinin cemalinin aksedeceği göğe değil; aşağıya, dünyaya, geçici olana, her bir nefes alışı ve hareketi kaydedilip gözetlenecek insana yönelmiştir.
Tıpkı şehir hastaneleri gibi, her bir yurttaşın izleneceği, önceden belirlenmiş normlara göre davranışlarının düzenleneceği, nasıl yaşaması gerektiği konusunda bolca nasihatlar – reçeteler verileceği, belirlenmiş normlara uyumu sağlamak için gerektiğinde kesilip biçileceği ve her daim kontrol altında tutulacağı büyük bir gözaltıdır Çamlıca Camii.
Milenyum uygarlığında, hayatın gelip tükendiği bu noktada, post-modern bireyin elinde kalan tek “özgürlük”, inşa edilen panoptikonlarından hangisi tarafından gözetlenmeyi tercih edeceğini seçmektir.
Ne demişti Behçet Aysan:
“Yok başka bir cehennem / yaşıyorsun işte...”