Çekeceği bir video için aldığı para karşılığında küçük çocukları öpüştüren ve bu nedenle cinsel istismar suçlamasıyla karşılaşan YouTuber Gaga Bulut’un dediği gibi hiç kimsenin kötü bir amacı yok bu sosyal medyada. Amaç sadece “ilgi çekici şeyler” göstermek.
Neco Çelik’in yönettiği, Metin Akpınar, Haluk Bilginer ve Ata Demirer gibi yıldız oyuncuların rol aldığı bir filmdi “Kısık Ateşte 15 Dakika."
2006 yılında çekilen ve seyirciyi doksan dakika boyunca İstanbul’da şık bir Fransız restoranının içerisine sokup 21:00 ile 21:15 arasında olanı biteni anlatan film, herkesin hayatında bir 15 dakikasının olduğunu ve bu 15 dakikanın aslında ne kadar uzun sürdüğünü vurguluyordu.
Filmi izledikten sonra “Hayat 15 dakikaya sığar mı?” diye düşünenler yanıldılar. Çünkü 15 dakika çağı çoktan başlamıştı ve bu çağda “Pop art” akımının önemli temsilcisi olan Andy Warhol’un dediği gibi “Bir gün herkes 15 dakikalığına ünlü olacak”tı.
Seyirlik varoluş
Artık hepimizin bir 15 dakikası var.
Neoliberalizmin kısık ateşine düşüp gevşeyen kurbağa misali bu hayatta yaşar ve yanarken, kavrulmadan önce varlığımızı, yeteneğimizi, değerimizi dünyaya kanıtlamak için 15 dakikamız var.
Sonrası kavrulma, köze ve çöpe dönüşme, işe yaramazlar boşluğuna bir daha geri dönmemek üzere atılma. Bir tür “dışkılaştırılma!.."
Hiç kuşkusuz her birimiz insan olmanın var ettiği bir sağ kalma dürtüsüyle bu 15 dakikayı en iyi biçimde değerlendirmeyi istiyoruz. Bu nedenle “Meşhuriyet Çağı”nın değerlerine göre uyarlıyoruz kendimizi, bedenimizi, ruhumuzu... Bütün bir hayatımız boyunca neon ışıklarının bize döneceği o anı bekliyor ve o an geldiğinde sahneye atlıyoruz.
Ne garip; 15 dakika sahne almak ve o sahnede kestiğimiz rolün beğenilmesi uğruna bütün bir hayatı sıramızı bekleyerek tüketiyoruz. Beklerken seyrediyoruz bizden önce sırası gelip de sahneye atlayanları. Sahnede “rol kesen” biçarelerden bir şeyler öğrenmek ve etkilenmek için seyretmiyoruz onları. Aksine sıramızı beklerken sıkılmamak için seyrediyoruz sahnede “rol kesen”i.
“Rol kesen”in zerrece önemi yok hayatımızda. Onun başına ne geldiği ya da neler anlattığı ilgilendirmiyor bizleri. Öyle ya, biz sahneyi bekliyoruz sadece. Hemen dolsa da 15 dakikası sıra bize gelse diye dualar ediyoruz.
Ama bitmiyor 15 dakika. Ne uzunmuş şu 15 dakika!..
Bakmak ve görmek arasında
1990 yılının ağustos ayında Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesi gerekçesiyle başlamıştı Birinci Körfez Savaşı. Ve 1991’in mart ayında Irak devletinin yenilgisiyle sonlanacak bu savaşın medya üzerine etkisi bambaşka oldu.
Hatırlanacağı üzere tarihte ilk defa uydu bağlantılarını yoğun biçimde kullanan CNN (Cable News Network), savaşı eş zamanlı olarak dünyaya izletmişti.
Tarihte ilk kez her birimiz savaşı bilgisayarlar, akıllı bombalar ve savaşın akıbetini gösteren bilgisayar çizimleri aracılığıyla izlemiştik. Bağdat’taki El Reşit Oteli’nin çatısına yerleştirilen teknolojik akıllı cihazlarla savaşı bize izlettiren CNN-International muhabiri Peter Arnett’in gösterdiklerinde savaşın öteki cephesine dair bir iz yoktu. Ölen, yaralanan, kafası patlayan insanlardan azade, adeta bir bilgisayar oyununu seyrediyorduk.
Her birimiz televizyonların karşısına çakılmış gözümüzü hiç kırpmadan bakıyorduk o büyülü ekrana. Ama savaşı göremiyorduk. Ötekinin başına ne geldiğini göremiyorduk. Yine de bakmak yetmişti hepimize...
Ama artık kendimize bakma çağındayız. Ötekini göstermek yerine bizleri boşluğa ve hiçliğe baktıran CNN bile fazla geliyor. Biz artık sadece kendimize bakmak istiyoruz.
2014 yılında düzenlenen bir Oscar töreninde kendimize bakışı da yakaladık akıllı bir cep telefonu sayesinde. Zaten uzun bir süredir bakıp da gör(e)mez haldeydik. Şimdi Twitter’da üç milyon kez paylaşılan “selfi” sayesinde ötekine bakışımızı da kaybetmiştik.
Artık selfide yansıyan sadece kendi suretimizdi.
Süre işliyordu: Ne garip dünün aksine 15 dakika çok kısa geliyordu. Göz açıp kapayınca kadar bize ayrılan zaman bitiyordu.
Her şeyi göstermeli!
Üçüncü bin yılın dünyasında elimizde selfi çubuğuyla bir başınayız. Hayatın bize izin verdiği o kısacık sürede, elimizdeki sihirli çubuğu en iyi biçimde kullanıp sosyal medyanın histerik ışıklarında paylaşarak yırtmaya çalışacağız.
Başarı da başarısızlık da an meselesi. Başarı da, başarısızlık da kendimize bağlı. Bu sanal dünyada vezir de rezil de olmak kendi sorumluluğumuzda.
Çekeceği bir video için aldığı para karşılığında küçük çocukları öpüştüren ve bu nedenle cinsel istismar suçlamasıyla karşılaşan YouTuber Gaga Bulut’un dediği gibi hiç kimsenin kötü bir amacı yok bu sosyal medyada. Amaç sadece “ilgi çekici şeyler” göstermek.
Tıpkı amcasına ve eşine ağır hakaretler ettiği “şaka videosu”nu paylaşan YouTuber Enes Batur gibi.
Tıpkı papağanına yaptığı işkenceyi Instagram hesabında paylaşan Murat Özdemir gibi...
İlgi çekebilmek için herkes her şeyi göstermeli. Ölümler, kafaların kopması, bacakların kesilmesi, ortalığın kan gölüne dönmesi en ince ayrıntısına kadar gösterilmeli. Hakaretler, aşağılamalar, laf sokmalar en kaba şekliyle yaşanmalı.
Göstermeli, gösterilmeli ve yaşanmalı ki hayat temaşaya dönsün! “Neoliberal sahne” payidar olsun!..
Tamam hepsine amenna: Peki, YouTuber Enes Batur’un hesabına abone olan 8.954.671 kişinin bu rezillikte hiç payı yok mu? MasterChef yarışmasında Murat Özdemir’in takındığı tutumu seyredip eğlenenler tümüyle masum mu? Gelinim Mutfakta yarışmasında yapılan hakaretleri işiten ancak seyretmeye devam edenlerin hiç kabahati yok mu?
Reyting uğruna insanı onursuzlaştıran programları akıl edenlerin, onları düzenleyenlerin olup bitende hiç sorumluluğu yok mu?
Hayatı bir sahneye, yaşamı bir gösteriye, varoluşu beğeniye indirgeyen bu düzenin ulaştığımız insafsızlık ve insansızlıkta zerrece kusuru yok mu?
Elbette yok! Çünkü neoliberal hayat bir “Survivor”dur: Her onursuzluğa katlanmak ve düşenin üzerine basarak yükselmek bu “Survivor”un tek kuralıdır.
Sağlık, bu hayatta tutunamayıp düşmektir.
Selam olsun düşenlere, düşebilenlere!..