19 Mayıs 2019

Bakım verenler, yeni nesil anneler

Emin olalım böylesi bir hayat için kitaplara, uzmanlara, annekologlara, stratejistlere ihtiyacımız yok. Tıpkı ebeveynlerimiz gibi.

Belki de her şey annesini öldüren Orestes’in mahkemesiyle başladı. Baba ve koca yasağını tanımayanların karşısına tanrı Apollon ve tanrıça Athena dikildi. Ancak tanrı ve tanrıçalar tüm güçlerine rağmen mahkemeyi kazanamadılar. Ne çare ki, mahkemenin kararına Zeus (devlet) müdahil oldu ve eşitliği bozarak Orestes’i suçsuz buldu. Bu sonuç, erkeğin kadına karşı olan tarihsel zaferin ilanıydı aslında.

O günden beri kadın ancak anne olarak kutsal bir varlık biçiminde tanımlanırsa değer görecekti insan uygarlığında. Oysa Butler’a göre annelik biyolojik bir temele sahip değildir. Ona göre annelik tekrarlanan bir pratiktir (Kalaycı N, Cogito, Annelik, 2015).

Bakım Verenler Günü

Gelin görün ki bir Anneler Günü’nü daha, ağırlıkla biyolojiye indirgenmiş bir söylemle ifa ettik geçen hafta. Nice kadın, büyük bir gurur ve hatta gizli bir kibirle, doğurmuş olmanın önemini ve değerini paylaştı gün vesilesiyle. Hatta son yılların popüler konusu olan hamilelik kursları ve doğurmanın ödülü olarak kendisine sunulan şatafatlı doğum odalarından bile söz açtı.

Oysa alameti farika doğurmak değil, bakım vermektir! Ancak bu gerçekliğin aksine kurgulandı kadının hikâyesi. Osmanlı’da da, erken Cumhuriyet döneminde de kadının temel değeri anne olabilmek, yani doğurmak olarak tanımlandı. Tek tanrılı tüm dinler gibi İslam’da da annelik kutsallıkla sarıp sarmalandı. Osmanlı toplumunda kadının kısır olması, çok eşli evlilik ve cariye edinmelere yol açan meşru bir sebep olarak kabul edildi. Mustafa Kemal, “Nüfusumuzun korunması ve arttırılması gayesini ehemmiyetle nazarı dikkate vaz” etti. Atatürk’ün bu tavsiyesi, 1926 tarihli Türk Ceza Kanunu’na kürtajın kriminalize edilmesi, 1930 tarihli Hıfzısıhha Kanunu’na altı ve üzeri çocuk doğuran kadınlara altın madalya verilmesi, 1936 tarihli ceza kanununa istemli düşüklerin topluma karşı işlenmiş suç olarak tanımlanması biçimde yansıdı (Demirci-Yılmaz T, Cogito, Annelik, 2015).

1930 tarihli Türk Spor Dergisi’nde yer verilen “Memleket kadınlığının vücudunu sporla takviye etmesi, ırkımızın eski kudreti hayatisini bulması için en kestirme yoldur. Çünkü bütün cihanın tasdik ettiği en büyük hakikatlerden biri de gürbüz çocuğun kuvvetli ve sağlam anneden doğduğu keyfiyetidir” cümleleri, Türk kadınının, anne olarak üstlenmesi gereken milli vazifesine işaret etmekte (Aktaran; Demirci-Yılmaz T, Cogito, Annelik, 2015). Tanımlanan bu milli vazife siyasi iktidar katında bugün de aynı biçimde sürmekte.

Ancak dedik ya; alameti farika doğurmak değil, bakım vermektir! Okyanussal cennetinden dünyaya fırlatılmış bir çaresizin tutunmak istemesine verilen karşılıkta saklıdır herşey. O karşılık verenin cinsiyeti zerrece önemli değil.

Biliyor musunuz; yeni doğmuş insan yavrusunun el parmakları ulnar (elin iç kenarı) taraftan uyarıldığında parmakları kapanır. Ayak tabanına hafifçe bastırıldığında ayak parmakları fleksiyona (içeri kapanma) yönelir. Bu otomatik davranışlar, yeni doğmuş insanın ilkel refleksleridir.

Pekiyi ama insan dört ekstremitesi ile neden kavrar ve yakalar?

Çünkü insan, idrarla dışkı arasında eksik doğduğu bu dünyada ötekine muhtaçtır. Bu öteki (other), anne (mother) olmak zorunda değildir. Ona bakım verebilecek her kişi, birisi olarak dünyaya fırlatılan eksikliği, ben ve dolayısıyla insan yapar.

Yeni doğan döneminde gözlenen başka bir ilkel refles de oral arama refleksidir. Bu refleks uyarınca çocuğun dudak derisi ile mukoza birleşim yerine, ağzın iki yanından ya da üst veya alt uçlardan dokunulduğunda çocuğun ağzı arama ve emme reaksiyonu gösterir.

Pekiyi ama yenidoğmuş bir çocuğun ağzı ne arar, neyi emmek ister?

Meme ve süt diye düşünenler fena halde yanılmaktalar. Çünkü yeni doğanın aradığı annesinin memesinden gelecek süt değildir. Yeni doğmuş eksiklik, kendisinin eksikliğini giderecek bir yumuşaklık arar.

Sütte saklı değildir onun dermanı. Canlı olmayan yumuşak bir peluş dahi onun derdine çare olur. Onun tek isteği bir yumuşaklığa dokunup sarılmaktır sadece. O, eksikliğini, yeni geldiği dünyanın kaosu ve anlaşılmazlığını, ötekinin yumuşaklığında gidermek istemektedir. Öteki, onu doğuran kadın ya da anne olmak zorunda değildir.

Hal böyleyken hâlâ doğurabilmenin yaratıcı gücüyle övünmek nedendir!

O halde gecikmeli de olsa kutlayalım; cinsiyet, cinsel yönelim ve cinsiyet kimliğinden bağımsız olarak Bakım Verenler Günü’nü.

Yeni Nesil Anneler

Şalom Gazetesi’ne röportaj veren Esra Baykal sayesinde öğrendim annekolog kavramını.

Annekolog, ne ola ki demeyin! Nasıl ki biyoloji bilimi ile uğraşanlara biyolog, toplum bilimi ile uğraşanlara sosyolog deniyorsa annelik bilimi ile uğraşanlara da annekolog denmekte –galiba.

Pekiyi ama annelik ne zaman bilim oldu?

Kabul edelim ki, üçüncü bin yılda annelik (ve babalık) bir bilim(!)

O nedenle üçüncü bin yılda bakım verenler, bu bilim dalının gereklerini bilerek, bu alanın uzmanlarının görüşlerini dikkate alarak ve bu konudaki kitap ve makaleleri okuyarak çocuklarını yetiştirmek zorundalar. Bu onların ödevi. Dahası ahlâki görevleri(!)

O halde annekolog uzmanımızın görüşlerini büyük bir dikkatle ele almak gerekli:

Uzmanımız kendisini “reklâm ajansı stratejisti” olarak tanımlıyor.

Demek ki, annekolog olmakla reklâmcılık sektörü arasında yakın bir ilişki var. Bunun annelikle ne ilgisi var diye merak etmeyin. Yanıtı kendisi veriyor: Annekolog uzmanımız oğlu doğduktan sonra anne – çocuk markalarına yaptıkları işlerin “duygu” ve “çözüm” odaklı” olmadığını keşfetmiş.

Dikkate edilirse bu keşif, ancak doğurabilme gücü ve ayrıcalığına sahip kadınların ulaşabileceği bir idrak düzeyi.

Neyse devam edelim... Uzmanımız bu noktada hayati bir saptamada bulunuyor: “Türkiye’de sadece ‘anne’ deyip geçtiğimiz hedef kitle sadece sosyoekonomik statü gruplarına göre değil, yaşam biçimlerine göre ayrılma”lıdır.

Pekiyi ama anne denilen bu hedef kitle, söz konusu görüşlerin sahibi insanın düşüncelerini neden ciddiye alsın ki?

Çünkü uzmanımıza göre anneler ile çocukları arasında kültürel bir uçurum var. Ona göre anneler “hâlâ sokak oyunlarını hatırlayan, zamanında ağaca tırmanıp meyve toplamış olan kadınlar”ken, çocuklar “dijital dünyanın tam göbeğine doğmuş”lar. Bu nedenle aralarında çatışmalar var. Bu nedenle annelerin vizyonları çocuklarınkinden çok uzak.

Ancak ne iyi ki, “her annenin sosyoekonomik düzeyinden bağımsız olarak tek bir hedefi var: “Ne olursa olsun iyi bir anne olmak”.  Bu amaca ulaşmak için zamanını, parasını, sabrını vermeye hazır”.

Şimdi şu sözcükleri bir kez daha zihninizden geçirin: Annekolog, Doğum, Reklâm Sektörü, Kültürel Uçurum, Çatışma, Vizyon, İyi Anne Olmak...

Anne ve çocuklara yönelik ürün üreten şirketlerin daha çok para kazanması için bilim haline getirilen anneliğin, reklâm sektörü aracılığıyla neoliberal piyasaya mahkûm edilmesi dışında anlamlı bir cümle kurabiliyorsanız yazının bundan sonrasını okumaya gerek yok.

Annelik Biçimleri

Sosyoekonomik düzeyden bağımsız olarak ele alındığında anneler, “ev kadını anneler”, “çocuğu için işi bırakan anneler”, “çalışan anneler” ve “bekâr anneler” olarak dört grupta ele alınıyor.

Tasniften de anlaşılacağı üzere bu annelerin her birisinin derdi ayrı. O nedenle markalar/şirketler, bu annelerin farklılaşmış dertlerine uygun farklı stratejiler izlemek zorundalar.

Neden?

Kuşkusuz anneleri etkilemek ve ürünlerini onlara satmak için.

Pekiyi ama yapılacak satışın hacmi, onbinlerce yıldan beri süzülüp gelen anneliği (birincil bakım vermeyi) yer ile yeksan edecek düzeyde tahrip etmeye değer mi?

Bu sorunun yanıtı da uzmanımızda saklı: “Yapılan araştırmalara göre Türkiye’de aileler bebek başına, 2 yaşına kadar aylık ortalama 60 – 70, yıllık 720 – 840 dolar harcama yapıyor”muş.

Veriler, bu sektörün büyüme hızının diğer sektörlere kıyasla 3-5 kat daha fazla olduğunu, 3-17 yaş arasındaki çocukların kişisel ihtiyaçları ve eğlence için yıllık 50 milyar dolardan daha fazla para harcandığını, aynı yaş grubunun hane harcamaları üzerindeki etkisinin her yıl için yaklaşık 340 milyar dolar olduğunu, sadece bebek bezi pazarının büyüklüğünün 350-400 milyon Euro olduğuna işaret ediyormuş.

Türkiye’de çocuk başına yıllık 20 – 25 dolarlık oyuncak harcaması yapıldığı, bu rakamın ABD’de çocuk başına 300, Avrupa’da ise 350 dolara ulaştığı biliniyormuş. Daha önemlisi; dünyada oyuncak pazarı için beklenen büyüme yüzde 2 ila 4 arasındayken, Türkiye’de eğitimli ve genç ebeveynlerin artmasıyla birlikte yüzde 20’lik artışla pazar hacminin 2 milyar doları geçmesinin beklendiği öngörülüyormuş.

Hal böyleyse; reklâm stratejisi yazarları, bir yandan doğuma övgülerde bulunurken, diğer yandan da çocuklarla ebeveynler arasında büyük bir sorun ve çatışma varmış kurgusuyla anneleri korkutmaları gayet mantıklı değil mi. Öyle ya tıp kurumunun faaliyetlerinden dolayı gayet iyi biliyoruz ki; korku duygusu, korkuyu yaratanlara biat edilmesini sağlar.

Pekiyi ama bakım verenler, birilerinin para kazanması için düzenlenen bu hikâyeyi neden kabul ediyorlar?

Vicdan Azabı ve Suçluluk

İşte bu konuda (sadece bu konuda) “reklâm ajansı stratejisti” ile hemfikirim: Hepimiz, tüm ebeveynler “Ne olursa olsun iyi bir (ebeveyn) olmak” için her şeyimizi verebiliriz.

Anneler ise kendilerini bile...

Çünkü mükemmel olmadığımız bilinç dışımıza kazınmış durumda.

Ebeveynlere yönelik onca kitabı okumamız, televizyon programındaki uzmana pür dikkat kesilmemiz, radyoda görüşlerini ifade eden annekologlara kulak kabartmamız hep bundan. Ya hata yaparsam... ya yaptığım hata çocuğumun geleceğinde bir hasara neden olursa... ya yanlış bir tutum sergilersem... ya sergilediğim bu tutum çocuğumun geleceğini karartırsa...

Annelerin benliğini, bilincini ve bilinç dışını kemiriyor bu sorular, kaygılar ve korkular. O nedenle ebeveyn olmanın mutluluğunu yaşayamıyorlar. Sürekli bir diken üstünde olma hali. İki öksürse doktor, fizik dersi kötü olsa fizikçi olmaya kalkışıyorlar. Oysa ne doktoruz, ne öğretmen, ne de çocuklar proje. Kabul edelim ki, her açıdan mükemmel olamayacaklar; tıpkı bizim gibi...

Çocukların camdan olduklarını zannediyoruz. En ufak hatadan, bir yanlış tutumdan, bir kötü bakıştan ya da sözden düşüp kırılacaklarına inandırılmışız. O nedenle yaşamıyoruz. Kendimizden vazgeçerek adıyoruz onlara kendimizi. Hatasız olmaya, her dertlerini çözmeye, başlarını sıkıştıran her sorunu alt etmeye, hayatın tüm zorluklarından onları korumak için onları fanuslarda yetiştirmeye kalkışıyoruz.

Yalan bir dünyada. Hem de bu dünyada hiç kimsenin sergileyemeyeceği ve başaramayacağı bir mükemmel ebeveynlik saplantısıyla. Hem de her ne yaparsak yapalım hep eksik kaldığımızı, ideal hedefe ulaşamadığımızı ve mükemmel olamadığımızı her an hissederek.

Ev kadını/erkeği olsak ona kötü rol model olduğumuzu, ev ile işi birlikte götürsek onun zamanından çaldığımızı, boşansak ayrılığın evlilik kurumundan değil çocuktan olduğunu zannedip kahroluyoruz.

Her durumda hep vicdan azabı. Her durumda hep suçluluk. Her durumda ebeveyn olma suçunun altında ezilme. Modern orta/üst sınıf ebeveynlerin, annelerin kaderi bu olsa gerek.

Yeterince İyi

Oysa bilsek ki, yaşadığımız suçluluk duygusu çocukları da olumsuz etkiliyor. Bu düzeyde fedâkarlık yapan, kendisini ona adayan anneye borçlu kalıyorlar. Oluşan minnet duygusu altında eziliyorlar.

Oysa bilsek ki, mükemmellik bir ideal. Olmayacak bir hayal. Dahası tarihin hiçbir döneminde olmamış bir yalan. Tıpkı kendi ebeveynlerimiz gibi...

Tıpkı kendi ebeveynlerimiz gibi kusurluyuz.

Ne iyi! Kusurlu taraflarımız nedeniyle çocuklarımız kimi yönlerimizi reddedecekler. Bu sayede bizden bağımsızlaşacaklar, bizden başka birisi olacaklar.

Tıpkı kendi ebeveynlerimiz gibi seviyoruz çocuklarımızı.

Ne iyi! Sevgimiz onlara zorlukları aşmak için güç verecek. Kendilerine inanmalarını ve güvenmelerini sağlayacak.

Ve hiç kuşkusuz; kendi ebeveynlerimiz gibi bizim de bir hayatımız olmalı. Mükemmellikten uzak, “yeterince iyi” olmaya çalışan, koşulsuz sevgi veren ve hiç kimseye adanmayan...

Gözeten, gerektiğinde koruyan ama kendi ayakları üzerinde durmalarına izin veren. Yeri geldiğinde üzülmelerine ve gözlerinden iki damla yaş dökmelerini içimiz yansa da kabul eden.

Hem çocukların, hem ebeveynlerin birlikte yaşadığı bir hayat. Bir hayatta birden çok hayat. Aynı yaşamda, yeri geldiğinde iç içe, yeri geldiğinde yan yana, yeri geldiğinde ayrı ayrı...

Emin olalım böylesi bir hayat için kitaplara, uzmanlara, annekologlara, stratejistlere ihtiyacımız yok. Tıpkı ebeveynlerimiz gibi.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Yaşam, ölüm ve Gezi

Ölen, öldürülebilen, ama kurban edilemeyen, ama intihar haberleri 140 karakteri geçmeyen, yaslarının yaşanmasına da asla izin verilmeyen o ölümler nedeniyle adına Türkiye denilen cehennemde süregiden hayat ölümüne bir iktidara tabi kılınabiliyor

"Sigara haramdır"

Siyasi iktidar, her konuyu fırsat bilip dinbaz siyasetini topluma ne kadar dayatırsa, toplum genelinde dayatılan inanca olan tepki ve red o oranda artıyor

Virüs var; takmayın maske!

İstanbul’a gelen Tayvanlı turistin çantasının üzerine "Çinli değilim. Tayvanlıyım, Ölürüm Türkiyem" yazmak zorunda kalmasından bahis açıyorum

"
"