17 Şubat 2012

Sosyal Demokrat CHP Hareketi

Geçtiğimiz haftalarda Sosyal Demokrat CHP adlı bir platformun ve hareketin kurulmasına öncülük ettim.

 

Geçtiğimiz haftalarda Sosyal Demokrat CHP adlı bir platformun ve hareketin kurulmasına öncülük ettim. Platformun amacı, sosyal demokrasiyi Cumhuriyet Halk Partisi’nin öncülüğünde Türkiye’de yaygınlaştırmak. Tabii bunun olabilmesi için öncelikle sosyal demokrasinin CHP’de yaygınlaşması gerekir.

Söz konusu platform www.sosyaldemokratchp.org web sitesi üzerinden faaliyet gösteriyor. Sitede benimle birlikte, Ercan Karakaş, Yakup Kepenek, Fikri Sağlar, Enver Aysever, Mustafa Gazalcı ve Bedri Baykam gibi CHP’de geçmişte ve/veya günümüzde görev alan yazarların yazıları yayınlanıyor. Ayrıca okurlardan da yazılar yayınlanıyor. Bunun dışında CHP programı ve tüzüğü tam metin olarak burada yer alıyor, programın ve tüzüğün eksikleri de gündeme getiriliyor, bu konularda gelişme sağlanması için girişimler yapılıyor, demokratik tüzük çalışmalarının taslakları yayınlanıyor.

Platform panel, konferans gibi çeşitli etkinlikler düzenliyor, ayrıca platformun sitesinde, Türkiye’deki ve dünyadaki sol partilerin ve sol sivil toplum örgütlerinin web sitelerine link de veriliyor. Böylece, en azından internet ortamında, solda birlik için bir mesaj da veriliyor, solun birbirini daha iyi anlaması, kesişme noktalarını ortaya çıkartması için bir ortam yaratılıyor. AKP’nin birçok adaletsiz uygulamasına da sitede yer veriliyor, okurların bu uygulamalara e-posta ile tepki vermelerine olanak tanınıyor. Temel çıkış noktası şu: “AKP’nin Sivil Diktatörlüğüne ve Ekonomik Sömürü Düzenine Son! Sosyal Demokrat Bir CHP, Sosyal Demokrat Bir Türkiye!” Temel vurgu şu: CHP’nin sorunu aynı zamanda Türkiye’nin sorunudur, sadece CHP’nin iç meselesi değildir. Türkiye’de bir şeyler değişecekse, yine CHP sayesinde değişecektir.

Platformun ve sitenin temel amacı, Amaç ve İdeoloji sayfasında açıklanmaktadır. Bu metindeki düşüncelerin, Türkiye’nin geleceği açısından yaşamsal öneme sahip olduğunu düşünüyorum. O nedenle bu haftaki yazımda, söz konusu metni, T24 okurlarının da dikkatine sunuyorum:

Sosyal Demokrat CHP, sosyal demokrasiyi Cumhuriyet Halk Partisi’nin öncülüğünde Türkiye’de yaygınlaştırmayı amaçlayan siyasal bir hareket ve platformdur. Bu hareket, CHP’nin Kurultay tarafından onaylanan Parti Programı’nda yer alan ve 35 yıldır partinin kurumsal kimliğini temsil eden Sosyal Demokrat ve Demokratik Sol ilkelerin ve politikaların, hem CHP içinde hem de Türkiye’de yaşatılması ve uygulanması için mücadele etmektedir.

 

CHP ve Türkiye'deki tarihsel süreç

 

Cumhuriyet Halk Partisi, 1920’li ve 1930’lu yıllarda, kurucusu ve ilk Genel Başkanı Mustafa Kemal Atatürk öncülüğünde, genelde demokrasinin ve özelde sosyal demokrasinin altyapısını oluşturan devrimlere imza atmış, din ve devlet işlerinin ayrılmasını, eğitim, hukuk ve idari yapılanma alanlarının din kurallarından arındırılmasını sağlamış, dinin siyasetteki etkisini kırmış, hilafeti ve saltanatlığı kaldırmış, laiklik ilkesini Türkiye Cumhuriyeti’nin temel ilkelerinden birisi haline getirmiş, kadınlara seçme ve seçilme hakkı getirmiş, kadınların örtünme zorunluluğunu kaldırmış, kadınların eğitim ve çalışma yaşamında yer almalarını sağlamış, okuma yazma oranının artmasını sağlamış,  bilim, felsefe ve sanat alanlarında açılımların gerçekleşmesini ve modern üniversitelerin kurulmasını sağlamış, hem temel hem de gelişmiş eğitim alanlarında radikal reformlara imza atmış, özel sektörün oluşumunu teşvik etmekle birlikte, güçlü bir kamu sektörü yaratmış, elitist, emperyalist ve teokratik bir imparatorluğu, halkçı, barışçı ve laik bir cumhuriyete dönüştürmüş, Türkiye’nin ileri uygarlık yolundaki ilk adımlarını atmasını sağlamıştır.

Cumhuriyet Halk Partisi daha sonra, Genel Başkan İsmet İnönü öncülüğünde, partinin devrimci ruhunu yaşatmaya devam etmiş, 1946 yılında çok partili parlamenter sisteme geçilmesini sağlamış, 1959 yılında Kurultay’da kabul ettiği “İlk Hedefler Beyannamesi” ile temel hak ve özgürlüklerin, düşünce ve basın özgürlüğünün, örgütlenme özgürlüğünün, sosyal, sendikal ve ekonomik hakların güvence altına alınması doğrultusunda önemli adımlar atmış, bu ilkeler Türkiye’nin en demokratik anayasası olarak kabul edilen 1961 Anayasası’na yansımış, 1965 yılında da İnönü CHP’nin “ortanın solunda” durduğunu açıklamıştır.

1970’li yıllarda Cumhuriyet Halk Partisi, Bülent Ecevit’in öncülüğünde, “ortanın solu” kavramını demokratik sol ve sosyal demokrat ilkeler ve politikalar bağlamında somut bir hale getirmiş, devrimci ruhunu bu dönemde de sürdürmüş, eşitlik, özgürlük, dayanışma, üretim, paylaşım ve emek eksenli bir politika ortaya atmış, sosyal ve ekonomik adaletin sağlanmasını, mevcut düzenin değiştirilerek adil bir düzene geçilmesini, emeğin karşılığının alınmasını, sömürünün ortadan kalkmasını temel bir hedef olarak ortaya koymuştur. Söz konusu ilkeler ve buna uygun politikalar partinin 1976 Kurultayı’nda Parti Programı’na konmuş, CHP aynı yıl, dünyanın en büyük küresel sol örgütlenmesi olan Sosyalist Enternasyonel’e üye olmuştur. CHP halen bu örgütün Türkiye’deki tek üyesidir. CHP’nin sol ideolojisi, “Bu Düzen Değişmeli”, “Ne Ezen Ne Ezilen, Hakça Bir Düzen”, “Toprak İşleyenin, Su Kullananın” gibi unutulmaz söylemlerle Türkiye’nin siyasi tarihine geçmiş, CHP 1970’lerde gerçekleşen iki genel seçimden de birinci parti olarak çıkmayı başarmış, 1973 seçimlerinde %33, 1977 seçimlerinde %41 oranında oy almıştır.

12 Eylül 1980 askeri darbesiyle Cumhuriyet Halk Partisi kapatılmış, CHP kadroları farklı partilere dağılmıştır. Önce Halkçı Parti (HP) ve Sosyal Demokrasi Partisi (SODEP) kurulmuş, HP Genel Başkanı Aydın Güven Gürkan ve SODEP Genel Başkanı Erdal İnönü iki partinin birleşmesi konusunda anlaşmış, 1985’de İnönü’nün liderliğinde Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP) kurulmuştur. Aynı yıl hemen arkasından Bülent Ecevit de Demokratik Sol Parti’yi (DSP) kurmuştur. Böylece merkez sol ikiye bölünmüş, ancak buna rağmen 1989 yılında Sosyal Demokrat Halkçı Parti, İnönü liderliğinde, yerel seçimlerde %28 oyla birinci parti çıkmıştır. Hem SHP hem de DSP, CHP’nin 1970’lerde resmen benimsediği sol kimliğinden, sosyal demokrat ve demokratik sol ilkelerinden hiçbir zaman taviz vermemişler, bu doğrultuda politikalar üreterek mücadele etmeye devam etmişlerdir.

1992 yılı CHP açısından tarihi bir dönüm noktası olmuş, Cumhuriyet Halk Partisi, Deniz Baykal’ın öncülüğünde, 12 yıl aradan sonra yeniden açılmış, SHP de 1995’te CHP’ye katılarak hukuksal varlığına son vermiştir. Baykal’ın Genel Başkanlığı’ndaki CHP, 1994 Kurultayı’nda, 1976 programındaki demokratik sol ve sosyal demokrat ilkeleri aynen korumuş, ayrıca somut politikaları güncel toplumsal sorunlara göre yenilemiştir. Bu çerçevede, SHP tarafından daha önce ortaya konan Kürt sorununa yönelik çözüm önerileri, DGM’lerin, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Olağanüstü Hal uygulamasının, idam cezasının, öğrencilere ve öğretim üyelerine siyaset yasağının ve YÖK’ün kaldırılması, Avrupa Birliği’ne üyelik doğrultusunda gerekli reformların yapılması gibi demokratikleşme doğrultusundaki birçok unsur programda yer almıştır. Programda ayrıca, ücretsiz ve nitelikli eğitim ve sağlık hizmetlerinin alınması, işçi hareketlerinin ve sendikal hareketlerin güçlendirilmesi, gelir dağılımında bir denge sağlanması doğrultusundaki öneriler de yer almıştır.

Ancak tüm bunlara rağmen CHP, Baykal yönetiminde, partinin programındaki kurumsal kimlikten sık sık sapılarak sağ siyasete açılımlar yapılması, kadro ve söylem bağlamında ideolojik zemin kaymaları yaşanması, sol, sosyal demokrat, halkçı, devrimci söylemlerin ve politikaların arka planda kalması, partinin bir düzen partisi görüntüsü vermesi, parti içi demokrasi mekanizmasının çalıştırılmaması, tüzüğün anti-demokratik bir hale getirilmesi, tabandan tepeye doğru değil, tepeden inme bir örgütlenme modelinin geliştirilmesi, Parti Meclisi’nin tüzükte belirtilen işlevlerini yerine getirmesinin ve bu çerçevede parti politikalarını belirlemesinin engellenmesi, parti içi eğitimin büyük ölçüde askıya alınması, sağlıklı bir üye yapısının oluşturulmaması, partinin gençlere açılmaması, kadroların yeterince yenilenmemesi, Türkiye’nin sorunlarına yönelik çözüm önerilerinin ve projelerin yeterince anlatılamaması, halkla kalıcı bir temas sağlanamaması ve sağlıklı bir iletişim kurulamaması nedeniyle, ne yazık ki girmiş olduğu tüm seçimleri, yani toplam sekiz genel ve yerel seçimi, her seferinde açık bir farkla kaybetmiştir.

Baykal’ın istifa etmesinden sonra, 2010 yılında, Kemal Kılıçdaroğlu CHP Genel Başkanı olmuş, Kılıçdaroğlu sol, sosyal demokrat, halkçı, devrimci söylemi yeniden canlandırmış, ancak bu söyleme uygun tutarlı kadroları oluşturmakta ve bu söyleme uygun somut radikal projeler geliştirmekte yetersiz kalmıştır. Söz konusu dönemde ayrıca, verilen tüm sözlere rağmen, parti içi demokraside hiçbir gelişme sağlanmamış, tüzük değişikliği yapılmamış, tüzükteki anti-demokratik maddeler kaldırılmamış, Parti Meclisi’nde çarşaf liste, milletvekilliği adaylarının belirlenmesinde önseçim uygulaması büyük ölçüde rafa kaldırılmıştır. Buna rağmen, Kılıçdaroğlu’nun, parti içi demokrasinin sağlanması, tüzük değişikliğinin yapılması, partinin kadrolarının yeniden belirlenmesi, Türkiye’nin sorunlarına yönelik somut ve ikna edici çözüm önerilerinin geliştirilmesi, sosyal demokrasinin ve sol kimliğin sadece sözde ve söylemde kalmaması, CHP’nin düzen partisi olmaktan çıkması yönünde atılımlar yapacağına dair bir umut, CHP tabanında, kısmen de olsa, hala varlığını sürdürmektedir.   

 

Marx, Bernsteın ve Avrupa'daki tarihsel süreç

 

Bu amaç ve ideoloji metninde, sosyal demokrasi dendiğinde, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Batı Avrupa’daki sosyal demokrat, demokratik sol, demokratik sosyalist ve sosyalist partilerin temsil ettiği siyasal çizgi ve ilkeler kastedilmektedir. Başka bir deyişle, kökeninde 19. Yüzyıl Alman düşünürü Karl Marx olduğu halde, bazı açılardan Marx ile yollarını ayıran, ama yine de Marx’ın etkisi altında gelişen, Marx’ın sözünü ettiği komünizmin aksine, sınıfsız toplumu ve özel mülkiyeti tamamıyla ortadan kaldırmayı hedeflemeyen, ancak yine de sınıflar arasındaki uçurumu reformlarla azaltarak dengeleyen, özel sektörün yol açacağı adaletsizlikleri de güçlü bir kamu sektörüyle ve sendikal örgütlenmeyle dengeleyen, ücretsiz ve nitelikli eğitim ve sağlık hizmetleri sunmayı ilke edinen, kapitalizmi belli bir ölçüde frenleyerek sosyal adaleti sağlamaya çalışan, “ortanın solu” ya da “merkez sol” olarak bilinen siyasal çizgi kastedilmektedir.

Bu çerçevede, sosyal demokrasinin ne olduğunu daha iyi anlamak için, bu siyasi çizginin kökeninde olan Marx’ın düşüncelerini anlamak elbette kaçınılmaz bir hale gelmektedir. Marx’ı anlamadan, sol ideolojiyi anlamak olanağı yoktur. Marx’ı anlamak için de, dünya siyaset sahnesinde Marx adına politika yapanların söylediklerine ve uyguladıklarına, örneğin Sovyetler Birliği’nin veya Çin’in uygulamalarına bakmaktan ziyade, Marx’ın eserlerini okumak, Marx’ı dolaysız bir biçimde anlamak gereklidir. Bu çerçevede Marx’ın yazdığı “Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi”, “Musevi Sorusu Üzerine”, “Ekonomik ve Felsefi Metinler”, “James Mill Üzerine”, “Kutsal Aile”, “Feuerbach Üzerine Tezler”, “Alman İdeolojisi”, “Komünist Manifestosu”, “Grundrisse”, “Siyasal Ekonominin Eleştirisi”, “Kapital” gibi metinlerin ve Marx’ın mektuplarının, konuşmalarının incelenmesi gerekmektedir.

Bu eserlerden yola çıkıldığında, karşımıza iki ayrı, ama birbiriyle ilişkili Marx çıkmaktadır. Birincisi bir bilim adamı olan Marx, ikincisi de, belli bir ahlak anlayışına sahip eylemci bir filozof olan Marx. Marx’ın düşüncesinde şüphesiz ki bu iki kimlik iç içe geçmiştir ve bu nedenden ötürü kendisini anlamak bazen daha da zor bir hale gelebilmektedir.

Bir bilim adamı olarak Marx’a baktığımızda, toplumsal hareketlerin hangi nedenlerden ötürü nasıl gelişeceğine dair teoriler ortaya attığını, toplumsal hareketlerin, olayların, gelişmelerin temelinde ekonomik faktörlerin ve ekonomik temelin olduğunu, bu çerçevede, örneğin feodalizmi, sanayileşmenin etkisiyle kapitalizmin izlediğini, kapitalizmin de, oluşacak sınıf çatışmaları sonucunda komünizm ile sonuçlanacağını savunduğunu ve bu tezini desteklemek için belli tarihsel gözlemlere dayandığını, buradan yola çıkarak geleceğe yönelik bir öndeyilemede bulunduğunu görürüz. Bu analizler yapılırken Marx elbette belli tanımlardan yola çıkmaktadır.

Söz konusu tanımları anlamaya çalıştığımızda, Marx’ın hem ahlak anlayışını, hem de özgürlük kavramından neyi kastettiğini de anlamış oluyoruz. Bu açıdan bakıldığında, Marx’a göre, kapitalist düzende söz konusu olduğu gibi, sınıfların ve üretim araçlarında özel mülkiyetin olduğu, insanların emeklerinden, kendilerinden ve başkalarından yabancılaştığı bir toplumda, bencillik hakkının ön plana geçtiği bir düzende, özgürlükten söz etmek olanaklı değildir. Marx’a göre kapitalist düzende, sermaye sınıfı işçi sınıfını sömürmekte, bu sömürü üzerinden elde edilen artı değeri yine kendisi için kullanmakta, işçi sınıfı artı değerden pay alamamakta, hem ürettiği ürüne yabancılaşmakta, hem de kendisini gerçekleştirecek, geliştirecek bir ortam ve düzen bulamadığı için, kendisine ve başkalarına yabancılaşmaktadır. Bu nedenle kapitalist düzen hem ortadan kalkmalıdır, ki burada Marx olması gereken, ahlaki bir durumdan söz etmektedir, hem de bu düzen zaten ortadan kalkmaya mahkumdur, kendi içindeki sınıf çatışmalarından ve mücadelelerinden dolayı yıkılıp, yerini, ekonomik sınıfların, üretim araçlarında özel mülkiyetin olmadığı, böylece yabancılaşmanın ortadan kalktığı ve bir yoruma göre, nihai aşamada devlete bile ihtiyacın olmadığı komünist düzene bırakacaktır. Burada Marx sadece olması gereken bir şeyden değil, aynı zamanda bir sosyal bilimci olarak, olacak olanla, gelecekle ilgili bir öndeyilemede bulunmaktadır.

Söz konusu öndeyilemenin hangi bilimsel dayanaklar üzerine oturduğu, yeterince gerekçelendirilip gerekçelendirilmediği, bunun nasıl kanıtlanacağı ve tümevarım sorununu nasıl aşacağı ayrı bir tartışma konusudur ve bu da elbette Marx’ın kuramındaki, aslında geleceğe yönelik öndeyilemelerde bulunan tüm sosyal bilimcilerin kuramındaki ciddi bir sorundur. Bunun eyleme, ahlaka yönelik de bazı sonuçları ve uzantıları olabilir, ancak bu ağırlıklı olarak bilim felsefesinin ve epistemolojinin bir sorunudur.

Özgürlük ve yabancılaşmanın Marx’ın kuramındaki temel kavramlar olduğunu, belki de Marx’ın çıkış noktasının burası olduğunu söyleyebiliriz. Marx’a göre özgürlük ancak yabancılaşmanın ortadan kalkması ile olanaklıdır, yabancılaşmanın ortadan kalkması için, yani insanın bir yandan ürettiği üründen uzaklaşmaması, bir yandan da kendisini gerçekleştirebilmesi için, sınıfsız bir toplumsal düzene, yani komünizme geçmek gereklidir. Komünist düzen bencillik hakkının özgürlük sayılmadığı, bireyin kendisini gerçekleştirirken, toplumun bir bütün olarak kendisini gerçekleştirmesini engellemediği bir düzendir. Marx’a göre bu, komünist düzende herkesin aynı olacağı anlamına gelmez. Marx’a göre herkesin kendine özgü farklı özellikleri, yetenekleri, ihtiyaçları vardır ve komünist düzende her insan kendi boyutunda kendisini gerçekleştirme olanağına sahip olacak, sermayenin bir oyuncağı, piyonu olmaktan çıkacak, üyesi olduğu ekonomik sınıfla ve o sınıfa üye olmanın sonuçlarıyla özdeşleşmekten kurtulacaktır. Başka bir deyişle komünist düzende hem birey gelişecektir hem de toplum bir bütün olarak gelişecektir, kapitalizmde söz konusu olduğu gibi, toplumun arka plana atıldığı, hatta yok sayıldığı bir bireysel gelişme söz konusu olmayacaktır, birey ve toplum birlikte gelişecektir. Ancak sınıfsız bir topluma geçişin sağlanabilmesi için de üretim araçlarında özel mülkiyetin ortadan kalkması gerekmektedir. Çünkü sınıflı toplumun oluşmasının temelindeki en önemli neden özel mülkiyet hırsı ve hakkıdır. Bu nedenle komünist düzende üretim araçlarının özel mülkiyeti diye bir şey olmayacaktır.

Marx’a göre çoğu ülkede komünizme geçilmesinin tek yolu zor kullanmaktır. Devrim Marx’a göre çoğu ülkede kaçınılmazdır ve komünizme geçiş süreci ne yazık ki sancılı olacaktır, zira kapitalist düzeni ortadan kaldırmanın başka bir yolu yoktur. Bu devrim sürecinde, bir geçiş dönemi olarak proleterya diktatörlüğü de yaşanacaktır. Ancak Marx bu konuda yine de ihtiyatlı davranmış, İngiltere ve Amerika gibi daha fazla sanayileşmiş ülkelerde sürecin daha barışçıl yöntemlerle de sonuçlanabileceğini düşünmüştür.

Sınıfsız topluma nasıl geçileceği ve devrim konusu, sosyal demokrasinin Marx’tan ayrıldığı önemli bir noktadır. Sosyal demokratlar, hem sancılı bir süreci önlemek için, hem de devrimin kaçınılmazlığına yönelik kuşkuları olduğu için, devrim yerine evrim ve reformu önermişler, bu açıdan Marx’a yönelik bazı eleştiriler geliştirmişlerdir. Gerçi, çalışma saatleri ve koşulları olsun, sendikal örgütlenmeler olsun, 19. Yüzyıl Avrupası ile günümüz Avrupası arasında çok büyük farklar olduğu için ve herhangi bir devrim süreci yaşanmadan, yine Marx’ın etkisi ve katkısıyla, genellike sosyal demokrat, demokratik sol, sosyalist iktidarlar ve muhalefet baskıları sayesinde, reformlarla da bunlar gerçekleşebildiği için, Marx 20. yüzyılda yaşasaydı, zor kullanmaya dayalı bir devrimi yine savunur muydu savunmaz mıydı, bu da tartışılabilir. Günümüzde Batı Avrupa’da, çalışma koşullarındaki bazı olumlu gelişmelere rağmen ekonomik sınıflar, sermaye sınıfı ve üretim araçlarında özel mülkiyet sürdüğü ve Marx’ın anlayışına göre kapitalist düzen devam ettiği için, Marx bu tezinde ısrarcı olmaya devam edebilirdi veya reformlarla bazı gelişmelerin olabileceğini gördükten sonra, çok partili serbest seçimlere dayalı parlamenter sistem içerisinde komünist bir partinin iktidara gelip radikal reformlarla komünist bir düzeni kurabileceğine dair daha iyimser ve inançlı da olabilirdi. Bunu elbette  bilemeyiz ve bu nedenle Marx’ın metinlerine sadık kalacak olursak, bu boyutta Marx ile sosyal demokrasi arasında çok önemli bir ayrılık olduğunu söylemek gerekir.

Bir diğer önemli ayrılık da tabii ki sosyal demokraside sınıfların ve özel mülkiyetin devam etmesiyle ilgilidir. Sosyal demokrasi güçlü bir kamu sektörünü, herkese ücretsiz ve nitelikli eğitim ve sağlık hizmetini, güçlü bir sendikal örgütlenmeyi, gelir dağılımındaki dengesizliğin, tamamıyla ortadan kalkmasa da, elden geldiğince giderilmesini, az kazananlar üzerindeki vergi yükünün hafifletilmesini, daha çok kazanandan daha çok vergi alınmasını savunur, ancak sonuçta, sınıfların ve özel mülkiyetin ortadan kalkması gerektiğini söylemez ve bu anlamda da komünizmden ciddi bir biçimde ayrılır. Ancak sosyal demokrasi buna rağmen, Marx’ın özgürlük anlayışından etkilenmiş, sosyal adalet anlayışını, Marx’tan esinlenerek geliştirmiştir. Nitekim Avrupa’daki sosyal demokrat partilerin bir çoğu, 1950’li yıllara kadar, Marksist çizgilerini önemli bir ölçüde korumuşlardır. 19. yüzyılın sonlarına doğru, Alman sosyalist düşünür ve Sosyal Demokrat Parti’nin önde gelen yöneticilerinden Eduard Bernstein ile birlikte, Marx’ın devrim çözümüne karşı, reform, revizyon ve evrim yolu önerilmiş, Marx’tan kopuş başlamıştır. Ancak sosyal demokrasinin günümüzdeki noktaya gelmesi, daha sonraki bir gelişmedir.

Marx’ın kuramındaki diğer bir sorun da, komünist düzenin gerçekleşebilme olasılığıyla ilgilidir. Marx komünizmin bir ideal değil, zorunlu bir gerçek olarak karşımıza çıkacağını sık sık ifade etmiştir. Ancak, Marx’ın sözünü ettiği komünist düzenin, en ideal, en iyi düzen olduğu savunulabilse de, bu, ideal ve iyi olanın gerçekleşebilir bir düzen olduğu anlamına gelmeyebilir. Nitekim, gerçekleşme olasılığı olmayan veya çok düşük olan, bir anlamda ütopik olan bir düzenin peşinden gitmektense, kapitalizmin adaletsizliklerini elden geldiğince frenlemek ve sınırlamak amacıyla, gerçekleşme olasılığı daha yüksek bir düzen için çalışmak, bu bağlamda sosyal demokrasiyi tercih etmek de olanaklıdır. Bu da, sosyal demokrat perspektifle, Marx ile sosyal demokrasi arasındaki ayrılıklara yönelik bir gerekçe olarak ortaya atılabilir.

Ancak sonuçta, tüm bu ayrılıklar, sosyal demokrasi açısından, Marx’ın kapitalizm eleştirisini geçersiz kılmaz. Sosyal demokrasi, komünizmi hedeflemese de ve bu anlamda kapitalizme bazı tavizler verse de, Marx’ın kapitalizm eleştirisinden beslenmiştir; “sosyal liberal sentez” ve “üçüncü yol” gibi kavramlarla sosyal demokrasiyi kapitalizme daha fazla taviz vermeye zorlayan bazı odaklara rağmen, hala beslenmeye devam etmektedir, etmelidir de. Sosyal demokrasi zaten kapitalizm ile komünizmin sentezidir. Bunun üzerine sosyal demokrasiye “sosyal liberal sentez” veya başka adlar altında daha fazla taviz önermek, sosyal demokrasinin sonunu getirmekten başka birşey değildir. Dünyada son yıllarda yaşanan sosyal ve ekonomik krizler, insanların “serbest piyasa ekonomisi” kavramına yönelik inancını iyice zayıflatmış, bu kavram daha şimdiden, 1980’li ve 1990’lı yılların geçici bir hevesi olarak tarihe gömülmüştür. Batı Avrupa’da bir dönem sosyal demokrasinin içini boşaltmaya çalışan Tony Blair ve Gerhard Schröder gibi liderlere yönelik tepkiler ve bu sürece bulaşan sol partilerin özeleştiri yapmaya başlamaları da bunun en çarpıcı örneğidir.

Marx’ın kapitalizme yönelik eleştirileri, kapitalizmin toplumsalcılığı, özgürlüğü olanaksız kılmasına yönelik çözümlemeleri, sadece komünistler için değil, sosyal demokratlar için de her zaman yol gösterici olmuştur, olmalıdır da. Bu çerçevede Marx’ın metinlerine ve eserlerine yeniden yönelmek, sosyal adalet ve özgürlük bilincine sahip herkes için, bir zorunluluk olarak karşımıza çıkmaktadır.

Elbette, Batı Avrupa’da sosyal demokrasinin geçirdiği tarihsel süreç ile Türkiye’de CHP’nin geçirdiği tarihsel süreç oldukça farklı olmuştur. Türkiye’de doğrudan ve kuruluşundan itibaren Marx’tan etkilenen siyasal partilere örnek olarak, Türkiye Komünist Partisi ve Türkiye İşçi Partisi verilebilir. Ancak yine de, Batı Avrupa’da Marx’tan doğan sosyal demokrat hareket, 1960’larda CHP ile buluşmaya ve kesişmeye başlamış, 1976 Kurultayı’nda da bu ideolojik duruş resmileşmiş ve partinin kurumsal kimliği haline dönüşmüştür.

Bunun da ötesinde, CHP’nin kurucusu ve ilk Genel Başkanı Mustafa Kemal’in ve ikinci Genel Başkan İsmet İnönü’nün ortaya koyduğu devrim süreçlerine baktığımızda, söz konusu devrimlerin sosyal demokrasinin ve genelde sol akımların Türkiye’de gelişmesi için önemli bir zemin ve altyapı oluşturduğu da açıktır. Laiklik, devletçilik, halkçılık, devrimcilik ve cumhuriyetçilik ilkeleri, yani altı okun beşi, sosyal demokrasi ile çelişen değil, aksine sosyal demokrasiyi tamamlayan, sosyal demokrasi için zemin hazırlayan ilkelerdir. Din ve devlet işlerinin ayrılması, eğitim, hukuk ve idari yapılanma alanlarının din kurallarından arındırılması, dinin siyasetteki etkisinin kırılması, hilafetin ve saltanatlığın kaldırılması, laiklik ilkesinin Türkiye Cumhuriyeti’nin temel ilkelerinden birisi haline getirilmesi, kadınlara seçme ve seçilme hakkı getirilmesi, kadınların örtünme zorunluluğunun kaldırılması, kadınların eğitim ve çalışma yaşamında yer almalarının sağlanması, okuma yazma oranının artması,  bilim, felsefe ve sanat alanlarında açılımların gerçekleşmesi ve modern üniversitelerin kurulması, hem temel hem de gelişmiş eğitim alanlarında radikal reformlara imza atılması, güçlü bir kamu sektörünün yaratılması, elitist, emperyalist ve teokratik bir imparatorluktan, halkçı, barışçı ve laik bir cumhuriyete geçilmesi, dünya emperyalizmine karşı hangi ülkeden gelirse gelsin mücadele verilmesi, çok partili parlamenter sisteme geçilmesi, sosyal ve sendikal hakların, temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması, her sosyal demokratın destekleyeceği gelişmelerdir. Türkiye’nin gerçek solcuları o nedenle Mustafa Kemal’e sahip çıkmaktadırlar. Marx bile monarşiye, feodalizme ve teokrasiye karşı yapılan 1776 Amerikan devriminin ve 1789 Fransız devriminin önemini kabul ederken, bu devrimleri 19. Yüzyıl açısından yetersiz bulmakla beraber, 18. Yüzyıldaki tarihsel süreç içinde olumlu bir biçimde değerlendirirken, burjuvazi sınıfını devrimci ve ilerici olarak nitelendirirken, söz konusu devrimlerin Türkiye’deki bir uzantısı olan cumhuriyet devrimlerine saldırmak, hiçbir solcunun ve vatansever insanın yapacağı bir iş değildir. 

Sosyal Demokrat CHP hareketinin ve platformunun temel ilkesi şudur: Siyaset ideoloji ve dava üzerine kurulur; siyasetin temeli ideoloji ve dava olmalıdır. İdeolojik bilincin eksik kalması durumunda, sadece şahıslar belli başlı makam ve mevkiler için mücadele verirler, bu makam ve mevkilere gelebilirler de, ancak bu durumda ideoloji ve dava hiçbir zaman iktidar olmaz, toplum, halk ve Türkiye Cumhuriyeti bundan hiçbir yarar sağlamaz. Kitle partisi olmak demek, kimliksiz olmak demek, ideolojisiz olmak demek değildir. Kitle partisi olmak, popülizm yapmayı, sermayenin partisi olmayı, emperyalist güçlerle uzlaşmayı, dinci kesimlere, şoven milliyetçi kesimlere hoş görünmeyi gerektirmez. Kitle partisi olmak demek, kitlelerin yararına politikalar üretmek demektir. Bu çerçevede CHP’nin, Mustafa Kemal’de, İsmet İnönü’de ve Bülent Ecevit’te gördüğümüz devrimci ruhla, idealizmle, ideolojik bilinçle, bir dava için mücadele etmesi, buna göre tutarlı kadrolar, politikalar ve projeler oluşturması gerekmektedir.

CHP’nin söz konusu noktaya gelme olasılığının ortaya çıkması için de, parti içi demokrasinin sağlanması dışında bir seçenek yoktur. CHP’de sağlıklı bir üye yapısının oluşturulması, tüzükteki anti-demokratik maddelerin kaldırılması, demokratik bir tüzük ortaya konması, bundan sonraki tüm kurultaylarda ve tüm kongrelerde bu demokratik tüzükle kadroların yenilenmesi, il, ilçe yönetimlerinin, Parti Meclisi’nin, Milletvekili adaylarının, Genel Başkan’ın demokratik bir ortamda demokratik bir yöntemle seçilmesi, bunun da solcu, sosyal demokrat, halkçı, devrimci, ilerici bir programla tamamlanması gerekmektedir.

Bu çerçevede, tüm CHP’lilere, Cumhuriyet Halk Partisi’ne ve Türkiye Cumhuriyeti’ne sahip çıkma çağrısında bulunuyorum!

 

Yazarın Diğer Yazıları

Mağduru oynayan zalimler

Türkiye’nin seçimle iktidara gelen padişahına karşı yürütülen protesto gösterilerine katılan vatandaşlara, terörist muamelesi yapılmaya devam ediliyor

Darbeci Erdoğan

Erdoğan da şu anda, Mısır’daki darbeyi sert ve sistematik bir biçimde eleştiren dünyadaki nadir liderlerden birisi haline geldi

Gezinin sonuçları ve yararları

İstanbul’da Gezi Parkı’nda başlayan ve daha sonra tüm ülkeye yayılan, AKP hükümetini ve Recep Tayyip Erdoğan’ı protesto gösterilerinin üç büyük yararı oldu...