11 Mart 2011

Sivil Diktatörlük

Gazeteci-yazar Mustafa Balbay, Tuncay Özkan, Nedim Şener, Soner Yalçın ve Ahmet Şık’ın, İşçi Partisi


Gazeteci-yazar Mustafa Balbay, Tuncay Özkan, Nedim Şener, Soner Yalçın, Doğan Yurdakul, Ahmet Şık’ın, İşçi Partisi Genel Başkanı Dr. Doğu Perinçek’in, Başkent Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanı Prof. Dr. Mehmet Haberal’ın, Araştırmacı-Yazar Prof. Dr. Yalçın Küçük’ün ve daha birçok gazeteci, yazar, öğretim üyesi, siyasetçinin “Eregenekon” adı verilen dava süreci çerçevesinde, traji-komik bir biçimde, terör örgütüne üye oldukları, darbe organize ettikleri iddiasıyla tutuklanarak Silivri Cezaevi’ne gönderilmeleri, Türkiye’de demokrasinin rafa kaldırıldığının ve Türkiye’nin artık halk tarafından seçilmiş sivil bir diktatörlük tarafından yönetildiğinin en açık göstergesidir. Türkiye 12 Eylül askeri darbesinden beri bu kadar karanlık, bu kadar baskı ve zulüm görmemiştir. Bunun sivil bir yönetim döneminde yaşanması işi daha da trajik hale getirmektedir. Basın, düşünce ve ifade özgürlüğü ancak askeri diktatörlüklerde görülebilecek bir biçimde baskı altına alınmış, demokrasinin teminatı olması gereken yargı da buna alet edilmiştir. Bugün yargı, demokrasinin teminatı olacağına, demokrasiyi ortadan kaldıran bir aygıta dönüşmüş, bağımsızlığını ve tarafsızlığını tamamıyla yitirmiş, siyasi iktidarın uzantısı haline gelmiştir. Bugün Türkiye’de bağımsız yargı yoktur, bunu iddia eden kişiler ya yalan söylemektedirler ya da hayal aleminde gezinmektedirler. Demokratik bir bilince sahip olan tüm vatandaşlar, adalete olan inanç ve güvenlerini tamamıyla kaybetmişlerdir. Bu bir ülkenin düşebileceği en dip noktadır. Adaletin iflas ettiği bir ülkede artık her şey bitmiş demektir.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve onun bakanları, çocuk kandırır gibi, söz konusu olayların kendi kontrolleri dışında geliştiğini, yargıya müdahale etmelerinin de söz konusu olamayacağını söylemektedirler. Oysa aynı Başbakan ve bakanlar, işlerine geldiği zaman başka yargı kararlarını açıkça eleştirebilmekte, “Ergenekon” süreci bağlamında tutuklu bulunan kişilerin aleyhinde görüş ifade edebilmekte, suçlu olup olmadıkları hala belli olmadığı halde onları suçlu gibi gösterebilmekte, “Ergenekon” sürecine ve iddianamelerine açık destek vermekten çekinmemektedirler. Savcıların ve yargıçların, doğrudan Başbakan’dan emir almasalar bile, Başbakan’ın ve bakanların tutumlarından, demeçlerinden, AKP yandaşı medya organlarının yayınlarından cesaret alarak iş yaptıkları, onların arkasına sığınarak bu insanları terör örgütüne üye oldukları iddiasıyla tutukladıkları çok açıktır. Yargı ile yürütme işbirliği ve elbirliği halinde, Türkiye’de anti-demokratik bir düzen kurmakta, anayasaya ve yasalara aykırı hareket ederek hukuk suçu işlemekte, temel insan haklarını ve bu çerçevedeki uluslararası ve ulusal yasaları ihlal etmektedir.
Söz konusu gazetecilerin, yazarların, öğretim üyelerinin ve siyasetçilerin tutuklanmaları, Türkiye’yi ve dünyayı ayağa kaldırmış, Türkiye’nin iç ve dış dengelerini alt üst etmiştir. AKP hükümetini bugüne kadar destekleyen ABD yönetimi bile basın özgürlüğü konusundaki endişelerini dile getirmiş, Türkiye’ye basın ve düşünce özgürlüğüne uyma çağrısı yapmıştır. Avrupa Parlamentosu Türkiye hakkında son yıllarda aldığı en sert kararı almış, söz konusu tutuklamalardan, yargı sürecinin uzamasından, “Eregenekon” sürecinin hedefini aşmasından dolayı büyük endişe duyduğunu ve konuyu yakından takip edeceğini ifade etmiş, Nedim Şener ve Ahmet Şık’ın “polis ve yargı tacizi” ile karşı karşıya olduklarını vurgulamıştır. Türkiye’de gazeteciler ve meslek örgütleri ayaklanmış, AKP’ye toz kondurmayan “2. cumhuriyetçi” gazeteciler, yazarlar, akademisyenler bile bu uygulamanın faşizm ve diktatörlük uygulaması olduğunu söylemişlerdir. Soruyorum: Türkiye’nin iç ve dış dengelerini bu kadar sarsan bir kararı savcılar, yargıçlar tek başlarına almaya cesaret edebilirler mi? Böyle bir karar alabilmek için başka odaklardan güç ve cesaret almak gerekir. Bunu anlamayan Türkiye siyasetini de dünya siyasetini de bilmiyor demektir.
AKP, hiçbir şey yapamadı, istese Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun “Ergenekon” savcılarını değiştirmesi için etkisini kullanabilir, bu olağanüstü duruma olağanüstü bir yolla engel olabilir. Daha önce işine gelmeyen savcının görev yerini ve alanını değiştiren AKP şimdi neden bunu yapmıyor? Eğer sorun savcıdan değil yasalardan kaynaklanıyorsa, TBMM’de çoğunluğu elinde tutan AKP neden gerekli yasal düzenlemeleri yapmıyor? Son yaşanan olaylardan sonra “Biz bu işe karışmayız, yargıya müdahale edemeyiz” demek, “Sen doğru yoldasın, bildiğini yapmaya devam et” demekten başka bir şey değildir. Bu artık Başbakan ile Savcılık arasında gizli şifreli konuşma diline dönüşmüştür.
Savcılara gelince, savcılık, yazılı açıklamasında, söz konusu gazetecilerin ve yazarların düşüncelerinden ve basın-yayın faaliyetlerinden dolayı değil, onun dışındaki faaliyetlerinden dolayı tutuklandıklarını, ancak bu faaliyetlerin ne olduğunun da açıklanamayacağını ifade etti. Yani tutuklanan kişiler ve avukatları bile, suçlamanın ayrıntısıyla ne olduğunu bilmeyecekler, bir veya birkaç savcının ve yargıcın kararına boyun eğecekler, “elbet vardır bir bildikleri” diyecekler, gizlilik esası zanlının korunması için değil, mağdur edilmesi için kullanılacak. Dünyanın hiçbir demokratik ülkesinde böyle bir saçmalık olmaz. Üstelik aynı savcılık, yaptıkları yetmiyormuş gibi, basını adeta tehdit ederek, savcılığın yürüttüğü süreç hakkında olumsuz değerlendirme yapmanın terör örgütüne hizmet edeceğini ve soruşturmaya zarar vereceğini, bu konudaki yayınların takip edildiğini söyleyerek, Türkiye’deki basının neredeyse tamamını susturmanın ve içeri tıkmanın altyapısını hazırlamaktadır.
Soruyorum: Tutuklanan kişilerin basın-yayın faaliyetleri dışındaki faaliyetleri neler olabilir? Varsa da bu onların terör örgütüne üye oldukları, darbe örgütlemesi içinde oldukları, yasa dışı çetelerin üyesi oldukları anlamına mı gelir? En kötü ihtimali düşünelim: Belki bu kişiler darbe lehinde özel telefon konuşmaları veya yüzyüze sohbetler yaptılar, bu konudaki düşüncelerini ifade ettiler, yani anti-demokratik ve yanlış bir tavır içerisine girdiler, bir gazeteciye, yazara, öğretim üyesine, siyasetçiye yakışmayacak bir tavır içerisine girdiler. Bu onların bir terör örgütüne üye oldukları, bir darbe örgütledikleri, yasa dışı bir çetenin parçası oldukları anlamına mı gelir? Bu onların olsa olsa demokrasi bilinci zayıf kişiler oldukları anlamına gelir,  o kadar. Diyelim ki bu kişiler, sadece tarafsız gazetecilik yapmak, kamuoyunu bilgilendirmek için değil, AKP hükümetini zor duruma sokmak için, örneğin referandumda, seçimde AKP’nin oy kaybına uğraması amacıyla AKP’nin aleyhinde yayın yaptılar, AKP’yi zayıflatmak doğrultusundaki  niyetlerini de telefon konuşmalarında veya yüzyüze  sohbetlerde ifade ettiler, hatta hükümeti protesto etmek için gösteri ve toplu yürüyüş haklarını kullandılar, miting yaptılar, bu mitingleri televizyon kanallarında duyurdular, mitinglere katılma çağrısı yaptılar. Bu onların bir terör örgütüne üye oldukları, bir darbe örgütledikleri, yasa dışı bir çetenin parçası oldukları anlamına mı gelir? Bugün ister laik ister dinci, ister sağ ister sol basın olsun, çoğu bir dava için, siyasi bir hedef için yayın yapıyorlar. Bunu bilmeyen yok. “Siyasi kimlikten ve ideolojiden bağımsız olarak tarafsız bir biçimde kamuoyunu bilgilendirelim, onun ötesine karışmayalım” diyen ve bunu samimi olarak uygulayan kişi çok az. Aynı işi Zaman Gazetesi, Yeni Şafak Gazetesi, Vakit Gazetesi, Milli Gazete, Samanyolu TV, Kanal 7, Sabah Gazetesi, Star Gazetesi vs çalışanları da yapıyor. Bu doğru mudur değil midir, tartışılır, ancak sonuçta, araştırma konusunun seçilmesinden tutun hangi haberin ve yorumun yayında ne kadar yer alacağının karar verilmesine kadar, siyasi ve ideolojik bir yönlendirme genellikle var. Ancak durumun bu olması, onların bir terör örgütüne üye oldukları, bir darbe örgütledikleri, yasa dışı bir çetenin parçası oldukları anlamına mı gelir?
Basın Konseyi’nin ve gazeteci cemiyetlerinin yetki alanında olan konularla, özel yetkilerle donatılarak çetelerle, terör örgütleriyle, darbecilerle mücadele etmesi gereken mahkemeler, savcılar ve yargıçlar mı uğraşacak? Gazeteciler, yazarlar iddia edildiği gibi gazetecilik ilkelerini ihlal ettilerse, kötü gazetecilik örnekleri ortaya koydularsa, yayınlarında doğru bilgilerin yanısıra yanlış bilgiler de varsa, önyargılı yayınlar yaptılarsa, anti-demokratik beyanlarda ve açıklamalarda bulundularsa, bu eylemlerle bu mahkemeler, savcılar ve yargıçlar mı ilgilenir?! Bununla dünyanın her demokratik ülkesinde olduğu gibi o yayınların editörleri, yayın yönetmenleri, yayın kurulları ilgilenir, onlar bir şey yapmıyorsa Basın Konseyi ve gazeteci cemiyetleri ilgilenir ve gerekirse kınama açıklaması yapar, söz konusu kişiyi üyelikten çıkartır, söz konusu kişiyi deşifre eder. Eğer işin içinde hakaret varsa, tekzip yayınlanmasını gerektirecek türden çarpıtma ve yalan haber varsa veya açıklanması yasak belgelerin açıklanması varsa, bununla da yine başka mahkemeler ilgilenir, bunun terörle, darbe yapmakla ne ilgisi vardır? Eğer işin içinde özel hayat, çok yönlü veya tek yönlü cinsel yaşam, flört, birinden hoşlandığını ifade etmek varsa, bu zaten kimseyi ilgilendirmez, ilgilendirse ilgilendirse eşleri, sevgilileri ilgilendirir, en fazla ayrılma veya boşanma nedeni olur, en fazla aile ve boşanma mahkemesini ilgilendirir, o kadar. Bu mahkemeler, savcılar, yargıçlar, polisler, telefon dinleyen ve kayıt yapan istihbaratçılar ve onlara alet olan basın yayın organları ahlak bekçisi midir, nedir bu rezalet?!
İşin en komiği, sürekli gazetecilerin evlerinde, ofislerinde ortaya çıkan bir takım yasa dışı örgütlenmelerle ilgili belgelerden söz ediliyor. Gazetecinin görevi zaten bu tür araştırmaları yaparken bu tür belgeleri toplamaktır; gazeteci belgesiz bir biçimde kafadan bir şeyleri uydurarak yayın yapamaz; evinden, ofisinden bu tür belgeler çıktı diye, bu onların bir terör örgütüne üye oldukları, bir darbe örgütledikleri, yasa dışı bir çetenin parçası oldukları anlamına mı gelir? Kamuoyunu bilgilendirmek amacı taşıyan gazeteci herkesle görüşür, bu görüştüğü kişiler içinde yasa dışı işler yapan da vardır yapmayan da vardır. Araştırma yapmak zaten bu demektir, gazetecinin her kesimde haber kaynakları vardır ve bu çerçevede herkesle görüşür, belgelerini de toplar. Bu zaten gazetecinin asli görevidir. Gazeteciye “Bunun telefonu sende ne arıyor?” veya “Bu belgenin sende ne işi var?” veya “Bu kitabı neden yazdın?” gibi sorular sormak, itfaiyeciye “Senin arabanda neden sirenler var?”, “Buradaki su hortumu nedir?”, “Sen bu yangını neden söndürmeye gidiyorsun?” biçiminde sorular sormakla aynı şeydir.
Polis, emniyet, istihbarat nasıl devletin güvenliği için belge toplarsa, araştırma yaparsa, çeşitli kaynaklarla görüşmeler yaparsa, gazeteci de kamuoyunu bilgilendirmek, şeffaf demokratik bir ortam sağlamak için aynı çalışmayı yapar. Bu onun görevi ve hakkıdır, dünyanın tüm demokratik ülkelerinde bu böyledir. Bu durumda savcılar ve yargıçlar, yasa dışı işler çeviren kişilerle temas kurdukları için, onların faaliyetleriyle ilgili belge topladıkları için, araştırma yaptıkları için, polis, emniyet ve istihbarat birimlerinde görevli kişileri de gözaltına alıp tutuklayacak mı? Böyle saçma bir şey olabilir mi?
Bence bu “Ergenekon” işi sona erer ermez, gerçek suçlularla suçsuzlar belli olduktan sonra, Türkiye’de siyasetçilere, savcılara, yargıçlara, polislere  yönelik, gazeteciliğin, basın özgürlüğünün, demokrasinin, insan haklarının ne olduğunu anlatan ve en az bir yıl süren bir meslek içi eğitim semineri düzenlenmeli. Anlaşılan bunun başka bir çıkar yolu olmayacak.
Bunun ötesinde, her zaman söylediğimiz gibi, ya bu yargı süreci hızlandırılsın ya da söz konusu kişiler tutuksuz yargılansın. İstatistiklere göre bu ülkede tutuklu yargılanan kişilerin yarıdan fazlası sonunda beraat etmekte, yani suçsuz bulunmaktadır. Ancak adalet mekanizması kaplumbağa hızıyla ilerlediği için, suçsuz kişi bile suçluymuş gibi yıllarca hapiste yatmaktadır. Bunun tercümesi şudur: Bu ülkede adalet falan yoktur!
Eğer bu sağlanamıyorsa, CHP Genel Başkan Yardımcısı Süheyl Batum’un önerisi uygulanmaya konsun ve sadece bir, iki kişi değil, “Ergenekon”dan dolayı tutuklu yargılanan tüm gazeteciler, yazarlar, öğretim üyeleri, siyasetçiler CHP merkez yoklaması kontenjan listelerinden üst sıralarda seçime girsinler, dokunulmazlık haklarını kazansınlar, hapishaneden çıksınlar. Elbette olağan demokratik koşullarda bu doğru bir çözüm yolu değildir, hak ve hukuk devletinde bu olmaz, ancak şu anda İsviçre’de yaşamadığımıza göre, yargı bağımsızlığını yitirdiğine ve adalet mekanizması çöktüğüne göre, herkes can derdine düştüğüne göre, yapacak başka bir şey de kalmamıştır. Hiç olmazsa Mustafa Balbay, yaklaşık 3 yıldır görmediği ve babasız büyüyen kızına kavuşmuş olur, bu büyük acıdan kurtulur, kızı da biricik babasına kavuşur, tüm diğer tutuklular da eşlerine, çocuklarına, ailelerine, dostlarına kavuşurlar, yaşları ileri olanlar hapishanede çürümekten, hastalanmaktan, ölmekten kurtulurlar, adalet mekanizması çalışmadığına göre, adalet mekanizması dışı bir yolla, meclis ve dokunulmazlık yoluyla, belki adalet sağlanmış olur, bu da yıllar sonra “Aziz Nesinlik” bir hikaye olarak gelecek kuşaklara fıkra gibi anlatılır.
Hem bu, Recep Tayyip Erdoğan’ın tezine de uygun düşer. Çünkü Recep Tayyip Erdoğan, hem kendisi hem bakanları hakkındaki yolsuzluk iddiaları nedeniyle dokunulmazlığının kaldırılmasına karşı çıkarken, Türkiye’deki adaletin aksaklıklarına ve yavaşlıklarına dikkat çekmiş, bir davanın yıllarca sürdüğünü, insanların kendilerine atılan çamurla yıllarca yaşamak zorunda kaldıklarını ifade etmişti. Hatta Recep Tayyip Erdoğan’ın bu adalet tezi daha da genişletilebilir, adalet mekanizması çöktüğüne göre, meclisteki sandalye sayısını 80 milyona çıkartıp herkesi milletvekili yapmak, böylece Türkiye Cumhuriyeti’ndeki tüm vatandaşları kurtarmak da bir çözüm yolu olabilir. 


 

Yazarın Diğer Yazıları

Mağduru oynayan zalimler

Türkiye’nin seçimle iktidara gelen padişahına karşı yürütülen protesto gösterilerine katılan vatandaşlara, terörist muamelesi yapılmaya devam ediliyor

Darbeci Erdoğan

Erdoğan da şu anda, Mısır’daki darbeyi sert ve sistematik bir biçimde eleştiren dünyadaki nadir liderlerden birisi haline geldi

Gezinin sonuçları ve yararları

İstanbul’da Gezi Parkı’nda başlayan ve daha sonra tüm ülkeye yayılan, AKP hükümetini ve Recep Tayyip Erdoğan’ı protesto gösterilerinin üç büyük yararı oldu...

"
"