Türkiye’nin sosyal ve ekonomik sorunları her alanda, her boyutta çığ gibi büyümeye devam ediyor. Türkiye’ye şöyle bir baktığımızda karşımıza şu tablo çıkıyor: Yüz milyarlarca dolar dış ve iç borç, gelir dağılımında dengesizlik, işsizlik, nitelikli ve ücretsiz eğitim ve sağlık hizmetinden mahrum kalma ve bunlarla ilişkili olarak da din endeksli, etnik kimlik endeksli, şovenizm endeksli siyasetin kitlesel hale gelmesi, bir nevi toplumsal cinnet yaşanması ve sağduyu, akıl, vicdan, hoşgörü, dayanışma unsurlarının giderek silinmesi.
Böyle bir tabloda şiddet her alanda ve boyutta kendisini göstermeye devam ediyor. Cinnet geçirip ailesini yok eden babaların, sevgilisini öldüren gençlerin, kadınlara tecavüz eden adamların yanı sıra, siyasi içerikli şiddet, baskı ve terör sorununu da bir türlü atamadı Türkiye üzerinden. 1970’li yıllarda sağ ve sol görüşlü gençler arasında baş gösteren ve iki tarafta da binlerce kişinin ölümüne neden olan şiddet, başka bir şiddet hareketi olan 12 Eylül askeri darbesinden sonra da devam etti.
Köktendinci, şeriatçı terör 1990’lı yıllarda Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Turan Dursun, Çetin Emeç, Ahmet Taner Kışlalı gibi ülkenin değerli yazar, düşünür, siyasetçilerini hedef alarak ortadan kaldırdı; Türkiye’nin gelmiş geçmiş en cesur ve değerli gazeteci-yazarlarından birisi olan Uğur Mumcu da, bir iddiaya göre aynı odaklar, bir iddiaya göre devlet içindeki çeteler, bir iddiaya göre devlet içindeki çetelerle ortak hareket eden köktendinci terör örgütleri tarafından öldürüldü; yine köktendinci terör, Sivas’ta onlarca sanatçıyı, yazarı Orta Çağ’ı çağrıştıran bir hezeyanla yaktı; bunun ardından, 2000’li yıllarda, yine köktendinci terör, İstanbul’un ortasında sinagogları, konsoloslukları, bankaları bombaladı. PKK terör örgütü 1980’lerden bugüne kadar onbinlerce askeri, sivili katletti; devletin güvenlik güçleri de terörle bir ilgisi olmayan binlerce sivil Kürt kökenli vatandaşın ölümüne yol açtı. Polis her zaman olduğu gibi her yıl 1 Mayıs mitinglerinde göstericileri dayaktan geçirdi, Gazi Mahallesi olaylarında sivil insanların üzerine ateş açarak katliam yaptı. Faşist, şoven, fanatik odakların yönlendirmesindeki gençler Ermeni kökenli gazeteci-yazar Hrant Dink’i, Papaz Andrea Santoro’yu, İncil bastıkları gerekçesiyle Zirve Yayınevi çalışanlarını katlettiler. Şiddet açısından Türkiye’deki manzaraya baktığımız zaman gerçekten sağlıklı bir toplum modeli karşımıza çıkmıyor.
İşin kötüsü, bu şiddet toplumdan yalıtılmış, izole odakların işi gibi de durmuyor. Bu şiddet kitlesel bir desteğe sahip aynı zamanda. Güneydoğu Anadolu’da PKK Kürt kökenli vatandaşlar arasında ciddi bir desteğe sahip; bu nedenle bu bölgede siyaset yapan ve bu bölgenin en güçlü iki siyasi partisinden birisi olan BDP de PKK endeksli bir politika izlemekte, PKK ile arasına mesafe koyamamakta, PKK’yı terörist bir örgüt olarak tanımlamaktan kaçınmakta, şiddete meşru zemin aramaktadır. Köktendinci şiddetin ilham kaynaklarından birisi olan “Milli Görüş” hareketinin kadrolarını da içinde barındırabilen AKP, yüzde 40’ların üzerinde oy alarak Türkiye’yi yönetmektedir. Ayrıca AKP’yi destekleyen bazı köktendinci basın-yayın organları, laik görüşlü insanları hedef göstermekte, şiddeti teşvik etmekte, buna rağmen etkin yasal yaptırım ve ceza olmaksızın yayıncılık yaşamını sürdürebilmektedir. 1970’li yıllarda binlerce sol görüşlü gencin katledilmesinde çok büyük sorumluluk taşıyan, günümüzde de şoven milliyetçi bir politika izlemeye devam eden MHP yüzde 15’i aşkın oyla Türkiye’nin üçüncü büyük partisi olarak karşımıza çıkmaktadır. (Elbette şiddet bağlamında BDP olayı ile AKP ve bugünkü MHP arasında birebir bir paralellik olduğu söylenemez; AKP ve MHP kadrolarının ve seçmenlerinin tamamının veya büyük çoğunluğunun şiddete ve teröre destek verdiklerini söylemek olanaklı değildir).
Sorun şu ki, uygar ülkelerde marjinal kalması gereken siyasal hareketler, Türkiye’de kitlesel desteğe sahip konumdalar. Böyle bir tabloda toplumun psikolojisinin sağlıklı olduğunu söylemek mümkün değildir. Türkiye’de toplum psikolojisi bozuktur; insanların büyük çoğunluğu sağlıklı bir ruh haline sahip değildir. Yapılması gereken, bunun arkasındaki nedenleri anlamak ve ona göre çözüm yolları bulmaktır.
Kuşkusuz ki, Türkiye’deki şiddet sorununun temelinde sosyal adaletsizlik vardır, vahşi kapitalizm vardır. Ekonomik ve sosyal adaletsizliğin olduğu, hayallerin sürekli hayal kırıklığına dönüştüğü bir yerde, sağlıklı bir ruh hali beklemek de boşunadır. Elbette, sosyal ve ekonomik adalet sağlansa da, işsizlik önlense de veya en azından asgari bir düzeye indirilse de, gelir dağılımdaki dengesizlik ve eğitim, sağlık hizmetleriyle ilgili sorunlar çözülse de, her zaman şiddet uygulayan veya şiddete eğilimli veya şiddeti teşvik eden bazı akımlar ve odaklar varlığını sürdürecektir. Ancak ekonomik ve sosyal adaletsizliğin asgari bir düzeyde olduğu bir toplumda, bu tür şiddet unsuru içeren fanatik odaklar ve akımlar her zaman marjinal kalır, azınlıkta kalır, etkisi küçük ölçülerde olur. Oysa Türkiye’de marjinal olması gereken bu akımlar ve olaylar kitlesel hale dönüşmüş durumunda. Ülkede genel bir kamplaşma ve hoşgörüsüzlük ortamı hakim. İnsanların farklı düşüncelere, karşıt düşüncelere tahammülleri kalmamış. Düşünceye düşünce ile karşılık vermek yerine, düşünceye şiddet ile karşılık vermek, insanları yaralamak, öldürmek veya son olarak “Ergenekon” örneğinde görüldüğü gibi, İlhan Selçuk, Mustafa Balbay, Erol Manisalı, Türkan Saylan, Sinan Aygün, Tuncay Özkan, Mustafa Özbek, Soner Yalçın, Mehmet Haberal, Kemal Alamdaroğlu, Doğu Perinçek, Nedim Şener, Yalçın Küçük gibi yazar, gazeteci, öğretim üyesi, sivil toplum örgütü lideri, siyasetçi kişileri gözaltına almak ve/veya hapishanelere göndermek, görüşlerine katılsanız da katılmasanız da kamuoyuna mal olmuş bu kişileri tutuksuz yargılamak yerine, içlerinden bir kısmını hem tutuklu yargılayıp hem yargı sürecini uzatmak, bir gelenek haline geldi.
Elbette Fethullah Gülen’in düşüncelerinden ve görüşlerinden ötürü yargılanması, tutuklanırım endişesiyle yurt dışında yaşamak zorunda kalması, AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın düşüncelerinden, okuduğu şiirlerden dolayı yargılanması ve tutuklu kalması, türbanlı öğrencilerin üniversitede eğitim hakkından mahrum kalması, herhangi bir kişinin, şeriatı bile savunsa, şiddet ve terör uygulamadığı sürece, düşüncelerinden ötürü tutuklanması ve yargılanması da son derece yanlış ve adaletsiz uygulamalardır. “Ergenekon” sürecini eleştirenler bu konudaki eleştirilerini de ortaya koymazlarsa, demokrasi, insan hakları ve düşünce özgürlüğü konusundaki samimiyetlerini ortaya koymuş olamazlar; ve tabii tam tersi, Gülen, Erdoğan, türban vs konularındaki eleştirilerini ortaya koyanlar, “Ergenekon” ve benzeri konularda da eleştiri ortaya koyamazlarsa, yine demokrasi, insan hakları ve düşünce özgürlüğü konusundaki samimiyetlerini ortaya koymuş olamazlar.
Mesele kimin ne düşündüğü değildir. Mesele insanların düşüncelerinden ötürü hapiste yatmaları meselesidir. Bu düşünceler berbat, yanlış, anti-demokratik düşünceler olsa da, şiddet ve terör unsurları bulunmadığı sürece, şiddet ve teröre yönelik bir örgütlenme olmadığı sürece, cezalandırılmamalıdır. Bu çerçevede birisi “şeriatçılara karşı askeri darbe olsa iyi olur, keşke darbe olsa” veya “şeriat gelse iyi olur, keşke şeriat gelse, laiklik sona erse” dese de, yani her ikisi de anti-demokratik ve yanlış bir düşünceyi ifade etmiş olsalar da, o ülkede demokrasi, insan hakları ve düşünce özgürlüğü varsa, bizzat darbe örgütlemesi içinde yer almadıkları ve darbe yapmadıkları sürece, laiklik taraftarı veya laiklik karşıtı bir darbe, şiddet, terör eylemi içinde olmadıkları sürece, yargılanmamaları, ceza almamaları, hapishanelere atılmamaları gerekir.
Darbe örgütlenmesi içinde olanlara, devlet içine çöreklenmiş çetelere elbette herkes karşı çıkmalı ve yargı da bu konuda üzerine düşen görevi yapmalıdır. Ancak aynı yargı, Ümraniye’de ortaya çıkan el bombalarından, ülkenin gazetecilerinin, yazarlarının, öğretim üyelerinin, sivil toplum örgütü liderlerinin, siyasetçilerinin gözaltına alınmaları, tutuklanmaları olayına doğru nasıl bir geçiş yapıldığı konusunda ikna edici bir açıklama ortaya koymalı ve/veya iddianameler yüzlerce, binlerce sayfadan oluşturulduğuna ve yargı süreci kısaltılamadığına göre, en azından söz konusu tutuklu kişilerin tutuksuz yargılanmalarını ve ailelerine, çocuklarına kavuşmalarını sağlamalı, Türkiye’nin bu kanayan yarasına, iş Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne kalmadan, son vermelidir.
Kaldı ki, asıl amaç, darbecileri, devlet olanaklarını yasa dışı örgütlenmelerde kullanan çeteleri ele geçirmek değil mi? Bu nasıl bir darbeci avcılığıdır ki, darbe yaptığı kanıtlanmış, 12 Eylül askeri darbesini gerçekleştirmiş Kenan Evren Marmaris’te veya başka yerlerde tatil yapmaktayken, darbe örgütleyip örgütlemedikleri hala belli olmayan ve bu konuda spekülasyonlara ve çeşitli iddialara maruz kalan yazarlar, gazeteciler, öğretim üyeleri, sivil toplum liderleri ve askerler şu anda tutuklu veya tutuksuz yargılanmaktadırlar? Bu kişiler aylar veya yıllar sonra beraat eder de, Kenan Evren hala Marmaris’te tatil yapmaya devam ederse, savcıların, yargının, darbeci avına çıktıklarını söyleyen siyasetçilerin herhangi bir itibarı ve inandırıcılığı kalır mı? Şahısların itibarı bir yana, bundan Türkiye Cumhuriyeti’nin adalet mekanizması da büyük bir yara almaz mı? Eğer siyasetçiler, savcılar, yargı üyeleri, darbecileri yakalamak ve mahkum etmek istiyorlarsa, öncelikle, zaten darbeci oldukları ortaya çıkmış olan 12 Eylül darbecilerinin yargılanmalarını sağlamaları gerekmez mi? 12 Eylül 1980’den önce sıkıyönetim sırasında tüm yetkilere sahip komutanların terörü nasıl önleyemediklerinin, terörün 12 Eylül darbesiyle birlikte bıçak gibi nasıl kesilebildiğinin araştırılması ve soruşturulması gerekmez mi? Eğer siyasetçiler, savcılar ve yargı üyeleri, devlet içindeki yasa dışı çeteleri, cinayet işleyenleri ve işletenleri ortaya çıkartmak istiyorlarsa, 1970’lerde, 1980’lerde ve 1990’larda meydana gelen ve hala aydınlatılamamış cinayetleri, suikastleri, katliamları ortaya çıkartmaları, mesailerini biraz da onlara harcamaları, onlarla da uğraşmaları gerekmez mi?
Hatırlayan yok, bari biz hatırlatalım: 1969’da ODTÜ öğrencisi Taylan Özgür’ün öldürülmesi, 1975’te CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit’e suikast girişimi, 1977’de İstanbul Taksim’de 1 Mayıs mitinginde 34 kişinin öldürülmesi, 1978’de İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi önünde 7 öğrencinin öldürülmesi, Ankara Bahçelievler’de Türkiye İşçi Partisi üyesi 7 öğrencinin öldürülmesi, Öğretim Üyesi Bedrettin Cömert’in öldürülmesi, Kahramanmaraş’ta 111 kişinin öldürülmesi, 1979’da Gazeteci-Yazar Abdi İpekçi’nin ve Öğretim Üyesi Orhan Cavit Tütengil’in öldürülmesi, 1980’de DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler’in ve Çorum’da 57 kişinin öldürülmesi, eğitimci-yazar Ümit Kaftancıoğlu’nun öldürülmesi, 1990’da Öğretim Üyesi Muammer Aksoy’un, SHP Parti Meclisi Üyesi Bahriye Üçok’un, Gazeteci Çetin Emeç’in ve Yazar Turan Dursun’un öldürülmesi, 1993’te Gazeteci-Yazar Uğur Mumcu’nun, Sivas’ta 33 yazar ve sanatçının öldürülmesi, 1995’te İstanbul Gazi Mahallesi’nde 18 kişinin öldürülmesi, 1999’da Öğretim Üyesi-Yazar Ahmet Taner Kışlalı’nın öldürülmesi olayları; 1996’da patlak veren “Susurluk Skandalı”; 1970’lerde sağ görüşlü, MHP’li, ÜGD’li teröristlerin devlet içindeki bazı odaklarla, özellikle emniyet, jandarma ve istihbarat içindeki ilişkileri, 1990’larda Türkiye’deki Hizbullah’ın ve başka köktendinci terör örgütlerinin yine devlet içindeki bazı odaklarla, yine emniyet, jandarma ve istihbarat içindeki ilişkileri doğrultusunda ortaya çıkan olgular ve iddialar, 2001’de Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okkan’ın öldürülmesi ve bunun gibi daha birçok olay. Yargı ve siyaset bu kadar adalet meraklısı ise, bunları hala neden tam olarak aydınlatamıyor, tetikçisinden emirleri veren en merkezdeki odaklara kadar bütün suçluları ortaya çıkartıp cezalandırmıyor?!
Makro boyutta sonuç şudur, başka bir yol da yoktur: Kapitalizmin yol açtığı adaletsizlikler ve yabancılaşmalar karşısında, depolitize olmuş bir toplumun ruh sağlığına kavuşması olanaklı değildir. Politize olmak, siyasal bir bilinç geliştirmek, demokratik bir çerçevede sosyalist, yani toplumsalcı, toplumcu bir bakış açısına kavuşmak, bireysel bencillikten toplumsal dayanışma ruhuna geçmek ve bu doğrultuda örgütlenmek sağlıklı bir toplumun varlığının önkoşuludur. Sorunun çözümü psikoloji ve psikiyatriyle birlikte, ekonomide ve siyasette de yatmaktadır. Bu dünyadaki adaletsizliklere insanlık tarihi boyunca çözüm bulamamış olan öte dünya sevdalısı din fetişistlerine ve din bezirganlarına gelince, onlar bu işten ne kadar uzak dururlarsa, sorunun çözümü o kadar kolay olur.