Geçtiğimiz hafta, Türkiye’nin önde gelen gazetecilerinden birisi olan Mehmet Ali Birand’ı kaybettik. Ölüm kavramıyla hiç bağdaşmayan birisi olan Birand’ın ani ve beklenmedik ölümü, toplumun büyük bir kesiminde şok etkisi yarattı. Aslında Birand bir süredir kanser ile mücadele ediyordu; ancak kendisinde hiçbir zaman kansermiş gibi bir görüntü yoktu. 71 yaşındaki Birand, sanki 20’li yaşlarındaki bir delikanlı gibi oradan oraya koşturup duruyordu; tutkuyla bağlı olduğu gazetecilik faaliyetlerini her şeye rağmen sürdürüyordu.
Birand’ın ölümü beni 1987 yılına götürdü. O yıl, Türkiye’nin önde gelen gazeteci ve yazarlarından birisi olan babam Örsan Öymen’i kaybetmiştim. Babam 49 yaşında kalp krizinden öldü. O zaman ben 22 yaşındaydım. ODTÜ Felsefe Bölümü’nden yeni mezun olmuştum.
Babamın ölümü de toplumda büyük bir şok etkisi yaratmış, milyonlarca insan üzüntüden kahrolmuştu. Örsan Öymen’in cenazesine binlerce insan katılmıştı.
Mehmet Ali Birand öldüğünde 71 yaşında olduğu halde, sanki 49 yaşında ölmüş birisi gibiydi. Aynen Örsan Öymen gibi.
Gerçi Örsan Öymen, son derece başarılı gazeteciliği ile birlikte, sol kimliği ve ideolojik duruşuyla da ön plana çıkan birisiydi ve bu anlamda Birand’dan farklı bir konuma sahipti. Örsan Öymen’in, yaşam tarzı ve insan ilişkileri bağlamında da Birand’dan farklı özellikleri vardı. Ancak ikisi de, Türk basın tarihinin en önemli gazetecileri arasında yer alıyorlardı; gazetecilik onlar için bir tutku haline gelmişti; ikisi de, ölürken bile, gazetecilik görevlerini ve sorumluluklarını yerine getirmek için mücadele ediyorlardı.
Örsan Öymen öldüğü gün bile, Milliyet Gazetesi’ndeki “Politika Kazanı” köşesine yazısını yetiştirmek için mücadele etmiş, o gün yazısını yazdıktan sonra hastaneye yatmış ve aynı gece yaşamını yitirmişti. Babam, yazısını yazdıktan sonra, kendisini biraz rahatsız hissettiğini söylemiş, yazıyı telefonla benim İstanbul’a geçmemi rica etmişti. (O zaman bilgisayar yoktu; Bodrum’daki yazlık evde olduğumuz için, evde teleks de yoktu; bu durumlarda yazıyı telefonla dikte ederek geçiyorduk). Ben yazıyı İstanbul’a geçtikten birkaç saat sonra babamın rahatsızlığı artınca ambulans ve doktor çağırmıştık. Evde EKG cihazıyla kalbindeki durumu inceleyen doktor kendisinin bir kalp krizi geçirdiğini, Bodrum’daki hastanelerde kardioloji birimi olmadığı için, ambulansla İzmir’e götürülmesi gerektiğini söylemişti.
Annem ve kız kardeşim Bodrum’da kaldılar, ben babamı ambulansla İzmir’e götürdüm. Babamın o anda bile hiç ölecekmiş gibi bir görüntüsü yoktu. Ambulansın içinde benimle ve yanındaki sağlık görevlisiyle sohbet ediyordu. Bir ara, sağlık görevlisine ve ambulans şoförüne gururla, “Benim oğlan felsefe okudu; oğlum filozof olacak” dedi. Daha sonra sıkı sıkı elimi tuttu, “Oğlum seninle gurur duyuyorum” dedi.
Babam ne yazık ki, felsefe alanındaki çalışmalarımı ve yayınlarımı, felsefe alanında Yüksek Lisans ve Doktora derecesi almamı, üniversitede Öğretim Üyesi olmamı, önce Yardımcı Doçent, daha sonra Doçent ve son olarak da Profesör olmamı göremedi.
İnsancıllığıyla, cesaretiyle, idealizmiyle, gazeteciğiyle, yazarlığıyla muhteşem bir kişi olan babam Örsan Öymen, 22 Temmuz 1987’de, 49 yaşında öldü.
…
Mehmet Ali Birand da, mücadele ettiği kanserden dolayı değil, kalp krizinden ve yetmezliğinden öldü. Safra kesesindeki stentin değişmesi için hastaneye yatan Birand, kalp yetmezliğinden öldü. Birand, son güne kadar çalışmalarını sürdürdü, ölmeden bir gün önce gazeteye yazısını geçti, bir sonraki televizyon programı için çalışmalarını yaptı.
Birand ölmeseydi, Cuma günü, ABD’nin yaşayan en büyük düşünürlerinden birisi olan Noam Chomsky’nin, basınla sohbet toplantısına da katılacaktı.
Birand’ı ilk defa bir kitabı üzerinden tanıdım. 1980’li yılların başıydı. O zaman ben 16-17 yaşlarındaydım ve Kıbrıs sorunuyla ilgili bir ödev hazırlıyordum. Babamın kütüphanesinde Birand’ın yazdığı ve Kıbrıs harekatının anlatıldığı “30 Sıcak Gün” adlı kitap dikkatimi çekti. Kitabı alıp okumaya başladım. Kitap o kadar sürükleyici bir biçimde yazılmıştı ki, okurken, sinemada bir aksiyon filmi seyrediyor gibiydim. Kitaba kendimi o kadar kaptırmıştım ki, ödev arka planda kalmıştı, ben baştan sona kitabı okuma işine girişmiştim.
“30 Sıcak Gün”, Birand’ın yazdığı ilk kitaptı; benim de hayatımda, atlamadan, baştan sona, ciddi bir biçimde okuduğum ilk kitaplardan birisiydi.
Daha sonra Birand’ın, 1986 yılında yayınlanan, “Emret Komutanım” adlı kitabıyla karşılaştım. Söz konusu kitap, Birand’ın ölümünden sonra medyada karşılaştığımız bazı yorumların aksine, 12 Eylül askeri yönetiminden sonra darbeciliği eleştiren ilk kitap değildi. 12 Eylül’den sonra, darbeciliği eleştiren ilk kitap, babam Örsan Öymen’in yazdığı “Bir İhtilal Daha Var” kitabıydı. Ancak Birand’ın, babamın kitabıyla aşağı yukarı aynı zamanlarda yayınlanan “Emret Komutanım” adlı eseri de, ordunun iç yapısının daha iyi tanınması, askerlerin sorunlarının daha iyi anlaşılması açısından, çok önemli bir kaynak kitaptı.
1983 yılında ODTÜ Felsefe Bölümü’ne girdim. Hatta giriş hikayem de şöyle olmuştu: O yıl, hem Türkiye’deki üniversiteye giriş sınavlarına (ÖSS), hem de ABD’deki üniversiteye giriş sınavlarına (SAT) girmiştim. ABD’de bir üniversitede Siyaset Bilimi Bölümü’nü, başka bir üniversitede de Halkla İlişkiler Bölümü’nü kazanmıştım. Türkiye’de ise ODTÜ Felsefe Bölümü’nü kazanmıştım. Babam Örsan Öymen bu konuda üzerimde hiçbir baskı kurmadı, hatta aksine, “Oğlum, sen bir süre düşün, tercihini yap ve bana bildir; senin kararın ne olursa olsun, ben seni orada okuturum” dedi. Ben de bir süre düşündüm ve Lise’den beri felsefeye çok özel bir ilgim ve merakım olduğu için, felsefe daha fazla ilgimi çektiği için, ayrıca 3 yıl Almanya’da yaşadıktan sonra, Türkiye’yi de çok özlemiş olduğum için, ODTÜ Felsefe Bölümü’nü tercih ettim.
Babamın, espriyle karışık verdiği yanıtı hiç unutmam: “Oğlum, Amerika deseydin biz aç kalacaktık, şimdi sen aç kalacaksın!”
İşte ODTÜ’deki öğrencilik yıllarımda Birand yaptıklarıyla yine karşıma çıktı. “32. Gün” adlı efsane program, adeta Türkiye’nin yurt dışına açılan kapısıydı. Birand ve ekibi, kimsenin, Türkiye’deki siyasetçilerin bile görüşmeyi hayal edemeyeceği dünya liderleriyle röportajlar yapıyor ve bunları “32. Gün” programında yayınlıyordu. Ben de o yıllarda, bu programı hiç kaçırmıyor, “32. Gün”ü seyretmek için her ay televizyonun başına çakılıyordum.
Daha sonra Birand ile yollarımız gazetecilikte kesişti. Çünkü babamın da doğru tahmin ettiği biçimde, bir devlet üniversitesinde, Doktora derecesi olmaksızın, asistan maaşıyla ev geçindirmem olanaklı değildi. Bu nedenle, ODTÜ Felsefe Bölümü’nde Doktora yaparken, bir yandan da, geçimimi sağlamak amacıyla, tam zamanlı kadrolu gazetecilik yapıyordum. Bu çerçevede, 1990 yılında Milliyet Gazetesi’nde muhabirlik yapmaya başladım, 2000 yılına kadar da, 10 yıl boyunca bu görevi sürdürdüm. 1999 yılında ODTÜ Felsefe Bölümü’nden Doktora derecemi aldıktan sonra, 2000 yılında, üniversiteye Öğretim Üyesi olarak geçtim.
1990-2000 arasındaki gazetecilik yıllarımda, Birand ile zaman zaman karşılaştık; hatta ilk kişisel karşılaşmalarımız bu yıllarda oldu. Ben birkaç yıl iç politika muhabirliği yaptıktan sonra dış politika muhabirliğine geçmiştim ve bu çerçevede, bir yandan Ankara’daki dış politika trafiğini izliyordum, bir yandan da sık sık yurt dışına çıkıyordum; ağırlıklı olarak Avrupa Birliği ülkelerindeki NATO ve AB toplantılarını ve Türkiye’nin bu ülkelerdeki ikili temaslarını takip ediyordum. Birand, sanki genç bir muhabirmiş gibi, bizimle birlikte koşturuyor, gece yarılarına kadar çalışıyordu.
Gazetecilik sayesinde yaşam ve insan hakkında çok şey öğrendim. Normal koşullarda hiç gitmeyeceğim ülkelere de gittim. İran, Irak, Ürdün, İsrail, Filistin, Mısır, Tunus, Fas, Sırbistan, Rusya, Ermenistan, Azerbaycan, Tacikistan gibi sorunlu ülkelerde haber peşinde koştum. Askeri uçaklarla yapılan bir yardım operasyonunu izlemek için, sabah Tacikistan’a gidip, akşam döndüğümü hatırlıyorum. Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin’in sağ kolu Devlet Başkan Yardımcısı Taha Yasin Ramazan, İsrail Başbakanı Şimon Peres, Yunanistan Başbakanı Konstantin Miçotakis, Makedonya Devlet Başkanı Kiro Gligorov, HAMAS liderlerinden Musa Ebu Marzuk gibi birçok kişi ile özel röportajlar yaptım; bu ülkelerde koştururken birçok macera yaşadım, birçok zorlukla karşılaştım. Birand’ın gazetecilik deneyimlerinin onda biri kadar bile olmayan bu deneyimler, dünyaya ve yaşama bakış açımı geliştirdi, dünyadan ve yaşamdan kopuk kuru bir akademisyen olmamı önledi.
2000 yılında Birand ile Bodrum’a giden bir uçakta karşılaştık. Orada, gazeteciliği bıraktığımı ve üniversiteye geçtiğimi duyunca hem irkildi, hem de üzüldü. “10 yıl bu işe emek verdikten sonra, yarı yolda bırakılır mı canım bu iş şimdi?” dedi. Birand için gazetecilik ve bu alanda yapılacak kariyer yeryüzündeki en önemli işti. Benim için böyle bir durum söz konusu olmadığı için ben kararımdan dolayı gayet rahattım ve kendimden memnundum; kendimle barışıktım. Ancak Birand için benim bu yöndeki kararım dehşet vericiydi.
Birand ile son karşılaşmamız, CHP’deki serüvenim esnasında oldu. 12 Eylül askeri yönetiminde çıkartılan yasalarla, üniversite öğretim üyelerinin siyasi partilere üye olmaları ve burada görev almaları yasaklanmıştı. Bu yasak yıllar sonra kalktı. Ben de bu çerçevede, yeni YÖK yasasının tanıdığı haklardan yararlanarak, Cumhuriyet Halk Partisi’nin 2003 yılı Kurultayı’nda partinin en üst karar organı olan Parti Meclisi’ne aday oldum ve yüksek bir oy oranıyla seçildim. Bu görevi, üniversitedeki öğretim üyeliğini bırakmadan, 2008 yılına kadar, toplam üç Kurultay’da, her seferinde yüksek oy oranlarıyla seçilerek, 5 yıl boyunca sürdürdüm. Burada yaşadıklarım başlı başına bir kitap olur. Ancak kısaca özetlemek gerekirse durum şuydu:
Genel Başkan Deniz Baykal’dı. Baykal’ın desteğiyle PM Üyesi olduğum halde, Baykal’ın politikalarının bir çoğuna da katılmıyordum ve Genel Başkan Deniz Baykal’ın başkanlığında basına kapalı yapılan Parti Meclisi toplantılarında, zaman zaman Baykal’ı ve ekibini eleştiriyordum. Ben, laiklik ve ulusal bütünlük konusundaki duyarlılıklarla birlikte, CHP’nin sosyal demokrat, solcu, halkçı ve devrimci kimliğini koruması ve geliştirmesi gerektiğini, düzen partisi olarak laikliğin ve ulusal bütünlüğün de korunamayacağını savunuyordum; partinin gençlere açılması gerektiğini savunuyordum; parti içi demokrasinin sağlanması gerektiğini savunuyordum. Baykal ise, sadece rejim tehlikesinden, laiklikten, ulusal bütünlükten ve dış politika sorunlarından söz ediyordu; partinin programında ve tüzüğünde olan sosyal demokrat kimliğe yönelik açılımlar yapmıyordu; aksine partiyi sağcılara da açıyordu; partiyi despotik yöntemlerle yönetiyordu; partiyi gençlere açmak bir yana, partiyi bir emekliler kulübüne çeviriyordu. O yıllarda Baykal’ı açıkça eleştiren birkaç PM üyesinden birisiydim. 2008 yılında da, Baykal girmiş olduğu sekizinci seçimi de kaybedince, kendisini Parti Meclisi toplantısında istifaya çağırdım.
İşte bu PM üyeliğimi kapsayan yıllarda, bir başka gelişme daha oldu; Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül, CHP Genel Başkanlığı’na aday oldu. Ben Baykal’ı, doğru bir şey yaptığı zaman destekliyordum, yanlış bir şey yaptığı zaman da eleştiriyordum. Başka bir deyişle, oldukça saf, idealist, dürüst ve iyi niyetli bir siyaset çizgisi izliyordum, birilerine biat ederek, birilerine yalakalık yaparak, bir yerlere gelmeye çalışmıyordum. Sarıgül söz konusu olunca da, “kötülerin iyisini” tercih etmek durumunda kaldım ve “Sarıgül geleceğine Baykal kalsın” dedim, Sarıgül’ün aday olduğu 2005 yılındaki Kurultay’da Baykal’ı destekledim.
Amcam ve CHP eski Genel Başkanı Altan Öymen ise, bu Kurultay’da Sarıgül’ü destekler gibiydi. Böylece kendimi garip bir durum içinde bulmuştum. Altan Öymen ile özellikle ideolojik konularda ve iktisat politikalarında çok sık farklı görüşleri savunduk; bu nedenle buna alışıktım; ancak CHP içinde, böylesine kritik bir konuda, farklı kamplara düşmemiz gerçekten zor bir durumdu. Gerçi amcamla yaşadığımız bazı görüş ayrılıkları hiç bir zaman aramızdaki sevgi ve saygı ilişkisini zedelememiştir; Altan amcamın bir gazeteye verdiği demeçte de söylediği gibi, CHP’de parti içi demokrasi olmasa da, Öymen ailesinde aile içi demokrasi olduğu için, bu bizim için bir sorun değildi; ancak feodal aile zihniyetine sahip birçok kişi için bu garip bir durum gibi görülüyordu.
İşte bu Kurultay’da Baykal, konuşması esnasında, “CHP yönetimi, CHP Genel Başkanı elbette değişebilir. Ancak CHP’ye Genel Başkan olacak kişi, CHP’yi satmamış, CHP’yi satın almaya kalkmamış olacak. Partiye yakışan, fikriyatı, zihniyeti, ahlaki yapısı pırıl pırıl genç bir Genel Başkanı hep birlikte bir gün partinin başına geçirebiliriz” biçiminde cümleler kullanmıştı. Vatan Gazetesi Ankara Temsilcisi ve Köşe Yazarı Bilal Çetin de, ertesi gün yayınlanan “Veliaht Örsan Öymen mi?” başlıklı bir yazıda, Baykal’ın beni işaret ettiğine dair iddialara yer vermişti.
Ben de bunu, hem Bilal Çetin’e yaptığım açıklamada, hem de soranlara, kesin bir ifadeyle yalanlamıştım, Baykal ile aramızda böyle bir konuşmanın geçmediğini, Genel Başkanı sadece Kurultay üyelerinin seçebileceğini, parti içinde bazı kişiler bu görevi bana yakıştırsa da, Genel Başkan olmak için siyasete girmediğimi, Baykal’ın, Sarıgül’ün neden Genel Başkan olmaması gerektiğini açıklamak için bu sözleri genel bir çerçeve olarak kullandığını, beni düşünerek bu sözleri ortaya koymadığını açıklamıştım.
Ancak Mehmet Ali Birand bu konuda ikna olmamış olmalı ki ve/veya bu konuyu çok çarpıcı bir olay olarak algılamış olmalı ki, ertesi gün beni aradı, “Ya, neler yapıyorsun Örsan?” dedi, bana bu konudaki iddiaları sordu ve beni o gün yapacağı canlı yayına davet etti. Bir konuk ben olacaktım, diğer konuk da Altan Öymen olacaktı!
İki Öymen, canlı yayında, milyonlarca insan karşısında, Sarıgül’ün Baykal’a karşı kaybettiği CHP Kurultayı’nı değerlendirecekti ve bu iki kişi de büyük olasılıkla birbirine ters düşecekti.
Her ne kadar aile içi demokrasi ilkesi geçerli olsa da, bu durum bende bir huzursuzluk yarattı. Birand’a öncelikle, Bilal Çetin’e ve diğer gazetecilere yaptığım açıklamayı aynen tekrarladım. O da, “Tamam Örsan, seni geleceğin CHP Genel Başkanı olarak yansıtmayız, konu oraya gelirse ve gerekirse, sadece iddialara yer veririz, sen de zaten o iddialarla ilgili görüşünü açıklarsın” dedi. Ben yine de tam olarak ikna olmamıştım; Birand da bir yandan ısrarla beni bu programa çıkartmak istiyordu, hatta beni sürekli rahatlatmaya çalışıyordu. Tabii eski bir gazeteci olduğum ve birisini konuşturmak için gerekli taktikleri bildiğim için, içim hiç rahat değildi; ancak bir yandan da Birand’ı kırmamaya çalışıyordum.
Başka bir sorun da şuydu: PM üyelerinin Genel Merkez’in bilgisi ve onayı olmadan medyada konuşmalarına, Genel Başkan Deniz Baykal hiç sıcak bakmıyordu. Hatta Ali Kırca’nın sunduğu ve CHP konusunun ele alındığı “Siyaset Meydanı” programına çıkmamam için, TBMM CHP Grup Başkanvekili ve Samsun Milletvekili Haluk Koç beni bir kez ikna etmeye çalışmıştı. Ben onu dinlemeyip programa yine de çıkmıştım, ancak bu sefer konu daha kritik olduğu için, en azından Baykal’a bir bilgi vermek ve danışmak gereği duydum; Birand’a da, ilke olarak katılmayı kabul ettiğimi, ancak Baykal ile görüştükten sonra kendisine kesin bir yanıt verebileceğimi söyledim.
Bu arada canlı yayına sadece bir saat bir zaman kalmıştı ve bir an önce Birand’a bir yanıt vermem gerekiyordu. Birand’la konuştuktan sonra hemen Baykal’ın Özel Kalem Müdürü Nesrin Baytok’u aradım. Durumu ona açıkladım. O da not aldı ve Genel Başkan’a ileteceğini söyledi. Baykal’a ulaşmak öyle kolay bir şey değildi; bazen size dönmesi için günlerce bekliyordunuz, bazen de hiçbir dönüş olmuyordu.
Ancak nasıl olduysa beş dakika sonra Baykal beni aradı. Bana Bilal Çetin’in yazısını hiç sormadı. Konuyu ben açtım ve öncelikle Bilal Çetin’e ve diğer gazetecilere yaptığım açıklamadan söz ettim. O konuda gayet rahattı. “Biliyorum Örsan, o konuda bir sıkıntı yok, dert etme sen, gazeteciler ortalığı karıştırıyor yine” dedi. Ancak Birand’ın bu programına çıkmam konusunda nedense son derece endişeli ve gergindi. “Örsan, tabii sen bilirsin, ancak ben senin bu yayına çıkmanı hiç doğru bulmuyorum.” dedi. Ben de bu sefer, programa çıkmaya meraklı olduğumdan değil, ancak Birand’ı kırmamak için, Baykal’ı ikna etmeye çalıştım. Baykal bu sefer sinirlendi, ses tonu biraz yükseldi, iyice gerildi. Baykal’ı ve yakın ekibini Parti Meclisi’nde eleştirdiğim zamanlarda bile Baykal bana karşı ses tonunu hiç yükseltmemişti; özel telefon konuşmalarımızda da hiçbir zaman böyle bir şey yaşamamıştık. Birbirimizi eleştirsek bile, bunu her zaman saygı ve nezaket kuralları çerçevesinde yapmışızdır. O nedenle ben de şaşırmıştım. Çok daha ciddi konularda ters düştüğümüzde bile oluşmayan gerginlik, Birand’ın bir televizyon programı nedeniyle doruk noktaya çıkmıştı.
Baykal, “Ayrıca ‘Kramer Kramer’e Karşı’ filmi gibi, senin Altan’la karşı karşıya gelmen de iyi bir şey olmaz” dedi. Ben de ısrarla, uzun uzun, Baykal’ı ikna etmeye çalışmaya devam ettim, “Altan bey yayına çıkmayı kabul etti; ben de zaten yayında, Sarıgül’ün seçilmemiş olmasının neden iyi olduğunu anlatacağım; partimizi bundan sonra geliştirmek için neler yapmamız gerektiğini anlatacağım; sizin beni Genel Başkan olarak işaret ettiğinize dair iddiaları reddedeceğim; amcamla bazı konularda anlaşsak, bazı konularda ters düşsek bile bu bir sorun olmaz; amcamın bana, benim de amcama karşı bir saygısızlığımız olmaz; bazı konularda farklı görüşlere sahip olmamız gayet doğaldır; onun için de, benim için de sorun olmaz” biçiminde şeyler söyledim. Ancak Baykal ben konuştukça daha da gerildi ve sinirlendi ve sonunda, daha önce hiç karşılaşmadığım sert bir ses tonuyla, “Karar senin, ancak ben Genel Başkan’ın olarak bu yayına çıkmanı kesinlikle onaylamıyorum” dedi.
Birand ile Baykal arasında, Türkiye’nin en önemli gazetecilerinden birisi ile CHP Genel Başkanı arasında sıkışıp kalmıştım.
Sonuçta, yayına 5-10 dakika kala, Birand’a programa katılamayacağımı söylemek zorunda kaldım ve durumu anlayışla karşılamasını rica ettim.
Ancak bu sefer Birand küplere bindi; bana kızmadı; ancak Baykal’a ateş püskürdü; Baykal hakkında bazı sert ifadeler kullandı.
O gün anladım ki, Baykal ve Birand arasında, en azından o dönemde, ciddi bir gerginlik vardı ve ben de bu gerginliğin arasında kalmıştım. Belki Baykal’ın gerginliğinin başka nedenleri de vardı. Altan Öymen ile olan gerginliği, benimle olan gerginliği, Birand ile olan gerginliği, her şey üst üste binmişti.
NOAM CHOMSKY İLE BULUŞMAM
Noam Chomsky, ABD’nin yaşayan en önemli aydını ve düşünürüdür. ABD’nin en önde gelen gazetelerinden birisi olan New York Times, Chomsky’yi, “Amerika’nın yaşayan en büyük entelektüeli” olarak nitelendirmişti. Time ve Newsweek gibi dergiler, Chomsky’yi, Albert Einstein, Sigmund Freud, Jean-Paul Sartre gibi bilim adamlarıyla ve filozoflarla birlikte aynı listede, 20. Yüzyılın en etkili düşünürleri arasında göstermişti. Onlarca uluslararası çapta bilimsel ve akademik ödüle sahip olan Chomsky, ABD’nin önde gelen üniversitelerinden birisi olan Massachusetts Institute of Technology’de (MIT) Felsefe ve Dil Bilimi Bölümü’nde Profesör ünvanıyla Öğretim Üyesi’dir. Felsefe ve güncel siyasal konular hakkında onlarca kitabı olan Chomsky’nin kuramları, Dil Felsefesi alanında çığır açmıştır. Kendi adını taşıyan iki önemli kuramı vardır: “The Chomsky Hierarchy” (Chomsky Hiyerarşisi) ve “The Chomsky-Schützenberger Theorem” (Chomsky-Schützenberger Teoremi). 1957’de yayınlanan “Syntactic Structures” (Sentaktik Yapılar) adlı kitabı Dil Felsefesi’nin köşe taşı eserlerinden birisidir.
Filozof Chomsky aynı zamanda siyasi bir aktivist ve radikal bir eleştirmendir. Sosyalist bir siyasi çizgisi olan Chomsky, ABD’de muhafazakar kesimin sürekli hedefinde olan bir kişidir. ABD’deki medyayı ve siyasi yapıyı eleştiren birçok kitabı vardır. Chomsky, ABD’nin Vietnam’ı ve Irak’ı işgalini sert bir biçimde protesto etmiştir; kendisi Musevi bir aileden geldiği halde, İsrail’in Filistin’i işgaline karşı çıkmıştır; ABD’nin, başta Latin Amerika olmak üzere, dünyanın çeşitli bölgelerindeki darbeleri ve diktatörlükleri desteklemesine şiddetle karşı çıkmıştır.
Ben Chomsky’nin metinlerinden bazı bölümleri, ODTÜ Felsefe Bölümü’ndeki eğitimim sırasında okumuştum. Dil Felsefesi dersimizin en önemli filozoflarından birisi Chomsky idi.
1987 yılında, ODTÜ Felsefe Bölümü’nde okurken, ABD’nin önde gelen üniversitelerinden birisi olan New York Üniversitesi’ne (NYU), Felsefe Bölümü Yüksek Lisans Programı’na kabul edildim. ODTÜ Felsefe Bölümü’nden mezun olduktan sonra da, NYU’da Yüksek Lisans eğitimime başladım ve 1990 yılında buradan Yüksek Lisans derecemi ve diplomamı aldım. New York’ta yaşadığım yıllarda, yanlış hatırlamıyorsam 1988 veya 1989 yılında, üniversiteye yakın bir bölgede, East Village bölgesinde, kitapçıları gezerken, Chomsky’nin, Edward Herman ile birlikte yazdığı bir kitap gözüme çarptı. Adı: “Manufacturing Consent” (Onay Üretmek). Kitap, ABD hükümetinin, kendi çıkarları doğrultusunda, ABD medyasını nasıl yönlendirdiğini, olayları nasıl çarpıttığını, somut örneklerle, belgelerle ve istatistiklerle gözler önüne seriyordu.
Bu çerçevede kitaptaki bir bölümde de, Papa suikastının ABD medyasında nasıl işlendiği anlatılıyordu. Bu bölümü incelerken bir baktım, babam Örsan Öymen’in adı geçiyor! Büyük bir heyecanla, gururla ve coşkuyla kitabı aldım, sonra kitabı bir solukta, birkaç gün içinde baştan sona okudum. Bu kitapta, babamla birlikte, yine Türkiye’nin önde gelen gazeteci-yazarlarından birisi olan Uğur Mumcu’nun da adı geçiyordu. O dönemde, Papa suikastı hakkındaki en ayrıntılı çalışmalar, babama ve Uğur Mumcu’ya aitti. Onların bu konudaki çalışmaları, uluslararası çapta yankı uyandırmıştı ve araştırmacı gazeteciliğin
Türkiye’deki en önemli örnekleri arasında sayılıyordu. Bugün bile, Papa suikastı konusunda, onların yaptığı araştırmaların ötesine kimse geçemedi.
Cumhuriyetçi Parti’den Ronald Reagan’ın Devlet Başkanı olduğu1980’li yıllarda, ABD medyasında, Papa suikastı, SSCB istihbarat servisi KGB’nin ve Bulgaristan gizli servisinin bir eylemi olarak anlatılıyordu. “Soğuk Savaş” ortamında ABD hükümeti ve medyası kendi halkına bunu pompalıyordu. Güya bu örgütler, Türkiye’deki ülkücü güçleri kullanarak, Papa’ya suikast düzenlemişlerdi. Oysa Örsan Öymen’in ve Uğur Mumcu’nun bu konudaki tezleri, böyle bir çıkarım yapılmasını olanaklı kılmıyordu. Örsan Öymen ve Uğur Mumcu, Türkiye’deki faşist-“ülkücü” örgütlenmelerin ötesine geçilmesini sağlayacak bir veri bulunmadığını, bu örgütlenmelerin de, KGB tarafından değil, aksine, 1970’li yıllarda, CIA tarafından desteklendiğini ortaya koyuyorlardı.
Chomsky ve Herman da, kitaplarında, kendi tezlerini desteklemek için, ABD medyasının bu konuda kendi halkını nasıl yanılttığını ve ABD halkını SSCB’ye karşı nasıl kışkırttığını göstermek için, Örsan Öymen’in ve Uğur Mumcu’nun çalışmalarına yer vermişlerdi, bu çalışmaların ABD medyası tarafından tamamıyla sümenaltı edildiğini ortaya koymuşlardı.
Hatta o yıllarda ben de hatırlıyorum; Chomsky’nin kitapta sözünü ettiği ve eleştirdiği ünlü Amerikalı gazeteci-yazar Claire Sterling, Almanya’da Bonn kentindeki evimize gelip babamla görüşmeler yapmıştı; ancak babam bu kadından hiç hoşlanmamıştı. Daha sonra ABD’nin önde gelen televizyon kanallarından NBC de babamın çalışmalarından yararlanmak istemişti, babam bu konuda NBC’nin hazırladığı belgesele yardımcı olmuştu, ancak belgeselciler sadece işlerine gelen kısımları kullanmışlardı; Claire Sterling’in tezlerine ağırlık vermişlerdi. ABD’nin önde gelen terör uzmanı gazeteci-yazarlarından birisi olarak gösterilen Claire Sterling ise, babamdan bir şey öğrenmek bir yana, babama sürekli bir şeyleri dayatmaya çalışıyordu, babamın anlattıklarını da büyük ölçüde görmezden geliyordu. Sterling, babamla da görüştükten sonra yayınladığı kitapta, babamdan söz ediyordu, ancak onun tezlerini ikna edici bulmadığını söylüyordu.
Chomsky’nin kitabı ise ne yazık ki 1988 yılında, babam öldükten bir yıl sonra yayınlandı. Babam bu kitabı hiçbir zaman göremedi; ben de bu kitabı kendisiyle hiçbir zaman paylaşamadım.
Bu arada, Papa suikastı olayıyla ilgili, evde sevimsiz bir olay da yaşadık. Babamın Papa suikastıyla ilgili dosyalarından birisini, kendisini gazeteci olarak tanıtan bir başka birisi, evimizden çaldı! Ancak James Bond filmlerinde görülebilecek bu olayı da yaşadık. 1970’li yıllarda, faşistlerin ölüm tehditleri ve polis koruması altında yıllarca yaşamıştık, olağanüstü durumlara alışıktık, ancak böylesini de hiç görmemiştik.
Babamla Papa suikastı konusunda görüşmeye gelen birisi, görüşmeden birkaç saat sonra, babam da evden çıktıktan sonra, bizim eve geri dönmüş ve anneme evde bir şey unuttuğunu söylemiş, içeri girmiş. Adam daha sonra annemden bir taksi çağırmasını rica etmiş, ancak annemin söylediğine göre telefon o anda çalışmamış. Bunun üzerine annem komşuya gidip taksi çağırmış ve o esnada adam babamın çalışma masasının üzerinde duran dosyayı yürütmüş. Babam her zaman, bu kişinin bir gazeteci olmadığını düşünmüştü, onun bir CIA ajanı olduğundan kuşkulanmıştı.
Her neyse…
Chomsky ile yıllar sonra, bu bağlamda, e-posta üzerinden bir yazışmamız oldu. Hem felsefe alanındaki ortaklığımız, hem siyasal açıdan aynı çizgide olmamız, hem de babamla ilgili çalışmaları sayesinde, kendisiyle bir bağlantı kurduk. Daha önceki Türkiye ziyaretlerinde, program sıkışıklığı nedeniyle bir araya gelememiştik. Ancak geçtiğimiz hafta, Hrant Dink’in ölüm yıldönümü vesilesiyle Boğaziçi Üniversitesi’nde bir konferans vermek üzere İstanbul’a gelen Chomsky ile sonunda buluşabildik. Böylece, Chomsky ile özel olarak baş başa ve yalnız görüşme fırsatı bulan belki de tek kişi ben oldum. Chomsky, Türkiye’nin önde gelen gazetecilerine ve sanatçılarına bile özel bir randevu vermedi, gazetecilerle ve yazarlarla toplu olarak görüştü.
20 Ocak Pazar günü sabah saat 09:00’da Chomsky ile kaldığı otelde buluştuk, birlikte kahvaltı yaptık. Her şeyden önce şunu söylemeliyim ki, Chomsky son derece mütevazı bir insan. Türkiye’de, Chomsky’nin yaptığı akademik çalışmaların yüzde birini bile yapmayan akademisyenler, büyük havalar içinde gezerken, dünyada kimsenin tanımadığı medya çalışanları büyük ego patlamaları yaşarken, Chomsky’nin bu mütevazı ve bilge duruşu, herkes tarafından örnek alınmalıdır.
Chomsky ile Türkiye’deki ve dünyadaki eğitim ve sağlık sistemini, felsefenin Türkiye’de geldiği noktayı, ABD Devlet Başkanı Barack Obama’yı, Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ı, Türkiye’deki demokrasi sorununu ve insan hakları ihlallerini, CHP’nin durumunu, ODTÜ’deki olayları, Hrant Dink’in ölüm yıldönümündeki mitingi, Chomsky’nin Küba devriminin öncüsü ve Küba eski Devlet Başkanı Fidel Castro ile gerçekleştirdiği görüşmeyi, Venezuella Devlet Başkanı Hugo Chavez’in durumunu, Papa suikastı konusunu, Türkiye’deki dinci ve milliyetçi akımları ele aldık ve yaklaşık bir saat konuştuk.
Onunla bir röportaj amacıyla buluşmadığım için, özel ve kişisel bir görüşme yaptığım için, konuştuğumuz her şeyi burada yazmayacağım. Zaten tek taraflı bir konuşmadan ziyade, ikimizin de konuştuğu bir buluşma oldu; bir yarım saat o konuştuysa, bir o kadar da ben konuştum; Chomsky, Türkiye hakkında birçok soru sordu, ben de yanıt vermeye çalıştım.
Ancak önemli olan bir konuya değinmek gerekirse, Chomsky, Obama’nın, Pentagon-CIA-Savunma Sanayi-Cumhuriyetçi Parti dörtlüsü tarafından kıskaç altına alındığına, elinin kolunun bağlı olduğuna, o nedenle Amerika’da sosyal adalete yönelik reformları gerçekleştiremediğine ve uluslararası alanda daha cesur kararlar alamadığına inanmıyor; Obama’nın zaten düzenin bir parçası olduğunu düşünüyor ve onu yeterince radikal bulmuyor. Chomsky, siyasi partiler düzeyinde olmasa da, Amerika’da halk düzeyinde belli bir kıpırdamanın olduğunu söylüyor ve “Wall Street’i İşgal Et” eylemlerinin de bunun en önemli göstergesi olduğunu düşünüyor.
Chomsky bir yandan karamsar, ancak bir yandan da ABD’de ve dünyada bazı şeylerin iyiye doğru
değişebileceğine dair umudunu koruyor; siyasilerden çok, halklara güveniyor.
UĞUR MUMCU’NUN ÖLDÜRÜLÜŞÜNÜN 20. YILI
Dün, Uğur Mumcu’nun öldürülüşünün 20. Yılıydı. Uğur Mumcu, Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki en cesur ve en dürüst gazetecilerden ve yazarlardan birisiydi. Uğur Mumcu kendisini sosyalist olarak tanımlardı, ancak hiçbir zaman sosyalizm üzerinden Mustafa Kemal Atatürk’ü hedef almazdı. Mustafa Kemal onun için anti-emperyalizmin, çağdaşlaşmanın, uygarlaşmanın, bilimin, laikliğin simgesiydi.
Geçen yıl Uğur Mumcu hakkında yine buradaki köşemde kaleme aldığım yazıda da belirtmiştim:
Uğur Mumcu yazılarında ve kitaplarında kimleri hedef alıyordu?
1)Mustafa Kemal Atatürk düşmanlarını, dincileri, cemaatleri, tarikatları, “ikinci cumhuriyetçileri”.
2)Kapitalistleri.
3)Faşistleri, aşırı milliyetçileri, ırkçıları.
4)Tüm bu odakların devlet içindeki örgütlenmelerini ve uzantılarını.
Uğur Mumcu bu nedenlerle öldürüldü. Onun karşı çıktığı tüm odaklar, bugün Türkiye’de egemen güçler.
Uğur Mumcu babam Örsan Öymen’in çok yakın arkadaşıydı. Abdi İpekçi suikastı ve Papa suikastı olaylarını birlikte araştırıyorlardı. Örsan Öymen Milliyet Gazetesi’nde, Uğur Mumcu Cumhuriyet Gazetesi’nde bu konudaki araştırmalarını yayınlıyordu. Zaman zaman paslaşırlardı, rekabeti sevimsiz bir havaya sokmazlardı, gerçeklerin ortaya çıkmasını, her şeyin üzerinde görürlerdi.
Türkiye’de artık meydan boş; onlar nasıl olsa öldüler veya öldürüldüler; Türkiye medyası saçma sapan insanlara kaldı.
Uğur Mumcu ile daha çok babamın ölümünden sonra bir ilişki geliştirdik. Yazılarını düzenli olarak her gün okuduğum tek yazar Uğur Mumcu idi. Uğur Mumcu boş laflardan hoşlanmaz, yazılarını belgelere ve olgulara dayandırırdı. Son derece analitik bir zekası vardı. Onun yazılarını okuyan, her zaman yeni bir şey öğrenirdi.
Bir keresinde, Milliyet için hazırladığım bazı haberler yayınlanmayınca kızmıştım ve o haberlerle ilgili dosyaları Uğur Mumcu’ya vermiştim. O da, hiçbir kompleks yapmadan, “bu genç çaylak muhabir de kim oluyor” demeden, bu dosyaları baş sayfadaki köşesinde yayınlamıştı. Uğur Mumcu, babamla yürüttüğü paslaşmaları benimle de yürütmekten hoşlanırdı, zaman zaman o da bana bazı bilgi ve belgeler gönderirdi.
Birkaç defa evinde de uzun uzun sohbet ettik; bana babamla olan anılarını anlattı.
Daha sonra, Hasan Cemal’in Cumhuriyet Gazetesi’nin çizgisini değiştirmeye kalkması sonucunda, bir grup yazarla birlikte, Uğur Mumcu da Cumhuriyet’ten ayrılmak zorunda kalmıştı ve Milliyet Gazetesi’ne geçmişti. Böylece onunla aynı gazetede çalışma ayrıcalığını da yakalamış oldum.
Evlerimiz çok yakın olduğu için, zaman zaman eve birlikte dönerdik. Benim arabam yoktu, onun arabası vardı; arabası da, Renault marka, mavi renk, eski model bir arabaydı. İşten çıkarken bizim kata uğrar, “Örsan ben çıkıyorum, hadi gidelim mi?” derdi; ben de acele acele toparlanırdım, bir işim olsa bile işi yarıda bırakırdım. Yeter ki Uğur ağabey ile arabada birlikte gideyim, arabada sohbet edelim, cinlikler yapalım, “ortalığı karıştıralım”.
Ancak bir şey dikkatimi çekmişti, o da şuydu: Uğur ağabey bana sürekli, “Sen hazırlan, ben aşağıda arabayı çalıştırayım” derdi. Üstelik hazır olduğum birkaç seferde bile, “Sen bekle, ben önce ineyim, arabayı çalıştırayım, sen sonra gel” demişti.
O zaman bunu tam olarak anlayamamıştım; ya da anlamıştım ama anlamak istememiştim.
Bir süre sonra, aynı arabanın altına bir bomba yerleştirildi; Uğur Mumcu kontağı açar açmaz, araba infilak etti ve Uğur Mumcu yaşamını yitirdi.
Yaşam gerçekten olağanüstü bir şey.
İnsan geriye bakıp hatırladığı zaman daha iyi anlıyor…