CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun nereye doğru koştuğu Türkiye’nin en önemli konusu. Çünkü onun nereye doğru koştuğu, Türkiye’nin kaderini belirleyecek. Malum Türkiye’de yıllardır %5 oy oranını geçen sadece dört siyasi parti var. Diğer siyasi partiler %1 civarı ve altı gibi çok küçük oy oranlarına sıkışmış, marjinalleşmiş, kitleselleşememiş partiler.
Birinci sırada AKP, ikinci sırada CHP, üçüncü sırada MHP, dördüncü sırada da BDP var. Son genel seçimde AKP %50, CHP %26, MHP %13, BDP (bağımsızlar listesinden) %6.5 oy aldı. TBMM’de de zaten sadece bu dört siyasi parti temsil ediliyor. %10 baraj uygulaması kalksa bile, örneğin baraj %5’e çekilse bile, yine aynı tablo ile karşılaşacağız. Çok olağanüstü bir gelişme yaşanmazsa, yine bu dört parti mecliste temsil edilecek.
Bu arada ilginç olan başka bir şey, her siyasi parti, bir altındaki partinin oy oranını neredeyse ikiye katlamış durumda. Yani partiler arasındaki oy oranında da büyük bir uçurum var. Partilerin birbirlerini yakalaması oldukça zor bir iş gibi görünüyor. Birinci sıradaki AKP ikinci sıradaki CHP’yi ikiye katlamış, ikinci sıradaki CHP üçüncü sıradaki MHP’yi ikiye katlamış, üçüncü sıradaki MHP dördüncü sıradaki BDP’yi ikiye katlamış. Her parti, (bir üstü varsa), bir üsttekinin yaklaşık yarısı kadar oy almış. Bu da ilginç bir tesadüf! Türkiye’ye özgü bir seçim denklemi. Sanki önceden tasarlanmış bir seçim sonucu gibi bir şey. Dünyada örneği var mı, bunu ayrıca araştırmak gerekir.
Sonuçta Türkiye bu dört partiye endekslenmiş durumda.
AKP, MHP ve BDP’den Türkiye’ye hiçbir yarar gelmeyeceği çok açık. AKP dinci sivil diktatörlüğünü ve kendi ekonomik sömürü düzenini kurdu. MHP kendisini Türk milliyetçiliğine, BDP de kendisini Kürt milliyetçiliğine indirgedi. Kısacası bu üç siyasi partiden sömürü, dincilik ve milliyetçilik dışında hiçbir şey çıkmaz.
Geriye sadece CHP kalıyor. Ancak bu partinin lideri Kemal Kılıçdaroğlu nereye koşuyor, o da belli değil!
Son Tüzük Kurultayı’nda, delegenin baskısıyla ve zoruyla da olsa, bazı olumlu sonuçlar elde edildi. Delegenin baskısıyla Kılıçdaroğlu Tüzük Kurultayı’nı toplamak zorunda kaldı ve bu Kurultay’da tabanın siyasette daha aktif rol alabilmesinin yolu kısmen de olsa açıldı, tepeden inme emir-komuta usulü örgütlenme modeli, belli bir ölçüde kırıldı. Örneğin İl, İlçe yönetimlerinde ve Parti Meclisi’nde kadın kotası %33’e çıkartıldı; aynı yönetim kademelerine %10 gençlik kotası kondu; aynı yönetim kademeleri için “Blok Liste” ile seçim yapılması zorlaştırıldı, herkesin aday olabileceği ve yarışabileceği “Çarşaf Liste” uygulaması ile seçim yapılması kolaylaştırıldı; Milletvekili ve Belediye Başkanı adaylıklarında, merkez yoklaması kontenjanı sınırlandırıldı, büyük ölçüde önseçimle aday belirleme yöntemi benimsendi; Genel Başkanlığa aday olabilmek için gerekli imza sayısı yarı yarıya düşürüldü; 12. madde ihlal edilerek Kongre ve Kurultay süreçlerinde MYK kararıyla yığma üye yapma uygulamasının önüne önemli ölçüde geçildi.
Tüm bunlar olumlu gelişmeler. Elbette gençlik kotası daha yüksek olabilirdi, “Blok Liste” tamamıyla devre dışı kalabilirdi, Milletvekili ve Belediye Başkanı adayı belirlemede merkez yoklaması kontenjanı oranı ve Genel Başkanlık adaylığı için imza oranı daha düşük olabilirdi, Kongre ve Kurultay süreçleri dışında 12. maddenin ihlal edilerek üye kaydı yapılmasına yönelik ciddi yaptırımlar uygulanabilirdi. Ancak yeni tüzük, CHP’nin ve SHP’nin 1970’lerdeki ve 1980’lerdeki tüzüğü kadar demokratik olmasa da, bir önceki tüzükten daha demokratik bir tüzüktür. Bu tüzük, örgütün, tabanın CHP’de daha aktif siyaset yapmasının yolunu önemli bir ölçüde açacaktır.
Ancak bu siyaset hangi doğrultuda bir siyaset olacaktır? Bu da en az örgütlenme modeli kadar önemli bir konu. CHP düzen partisi olmaktan kurtulacak mı, yoksa düzen partisi olmaya devam edecek mi? CHP, tarihsel kimliğine uygun bir biçimde, devrimci bir parti olabilecek mi, fırtınalı denizlere açılabilecek mi, yoksa düzen içinde, bir tatlı su balığı gibi, akvaryumda dolanmaya devam mı edecek?
Kağıt üzerinde ve söylemde sosyal demokrat olan, ancak kadrolarıyla ve projeleriyle sosyal demokrasiye hala yeterince yaklaşamayan, yamalı bohça gibi duran, herkese mavi boncuk dağıtan, halkçı bir kitle partisi olacağım diye popülizm yapan, kurumsal kimliğiyle tutarlı bir biçimde halk ve kitleler için sol politika ve proje üreteceğine, işverene de işçiye de, laiklik taraftarına da laiklik karşıtına da hoş görünmeye çalışan, tutarlı bir duruş sergileyemeyen bir CHP yönetimi, Türkiye’ye nasıl bir yarar sağlayabilir?
İşçinin bugünkü duruma düşmesinin nedeni zaten işveren! Laikliğin baskı altında tutulmasının nedeni zaten laiklik düşmanlığı ve dincilik! Bunlar birbirini değilleyen, birbirini yok eden çelişkiler ve zıtlıklar! Tüm bu çelişkilerin ve zıtlıkların dostu olarak, hepsine hoş görünerek, hepsiyle flört ederek, bir çelişkiler ve zıtlıklar yumağı olmaktan öteye gidilmez!
Cesur olmayan siyasetçi gerçek siyasetçi değildir! Konjonktürü belirlemektense, konjonktüre göre siyaset yapan siyasetçi gerçek siyasetçi değildir! İdealist olmayan siyasetçi gerçek siyasetçi değildir! İdeolojik donanımı olmayan siyasetçi gerçek siyasetçi değildir!
Bu kişiler siyasetteki koltuk kapma oyununda çok güzel ve başarılı roller üstlenebilirler, ancak hiçbir zaman gerçek bir siyasetçi olamazlar! O nedenle hiçbir zaman bir Mustafa Kemal olamazlar, bir İsmet İnönü olamazlar, bir Bülent Ecevit olamazlar! O nedenle hiçbir zaman Mustafa Kemal’in ve İsmet İnönü’nün 1920’lerdeki ve Bülent Ecevit’in 1970’lerdeki devrimci ruhuna ulaşamazlar!
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu nereye koşuyor?
Cumhuriyet Gazetesi’ne 4 Mart 2012 tarihinde verdiği demece bakılacak olursa, Kemal Kılıçdaroğlu hala aynı yere doğru koşuyor: Neresi olduğu belli olmayan bir yer!
Kılıçdaroğlu şöyle demiş: “CHP’nin ideolojisinde hiçbir sapma yok. Sağlam bir ideolojimiz var. Ancak değişen dünyayla beraber gelişen dünyayla beraber bir ideolojik yenilenme ihtiyacı var. 1930’ların sosyal demokrasi anlayışıyla 2010’ların anlayışı arasında fark var...Gelişen dünya koşullarında CHP, kendini yenileyerek halka gitmek zorunda...O nedenle biz kendi ideolojimizi sürekli yenilemek, dünyadaki teknolojik gelişmeleri takip etmek zorundayız...Sosyal demokrat partilerin bir dönem en güçlü tabanı sendikalardır. Bugün artık sendikalar ciddi ölçüde taban kaybetti. Üretim ilişkileri değişti. Bunu görüp olayı hala işçi-işveren ekseninde götürürseniz bu doğru değil.”
Kılıçdaroğlu bunları söylerken acaba ne demek istiyor?
Almanya’da Helmut Schmidt’in, Willy Brandt’ın, Oskar Lafontaine’nin ve İsveç’te Olof Palme’nin 1970’lerde, 1980’lerde ve 1990’larda temsil ettiği sosyal demokrasiden mi söz ediyor, yoksa 1990’larda ve 2000’lerde İngiltere’de Tony Blair’in, Almanya’da Gerhard Schröder’in ve Türkiye’de de Kemal Derviş’in temsil ettiği sulandırılmış tatlı su sosyal demokratlığından mı, sosyal demokrasi adı altında yürütülen serbest piyasa ekonomisi fetişizminden mi söz ediyor?
Sosyal demokrasi 19. yüzyılın sonlarında Karl Marx’ın etkisi altında gelişmiş olsa da, yine 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında Eduard Bernstein ile birlikte Marx’tan kopuş süreci başladı. Ancak buna rağmen 1930’larda sosyal demokrasi hala büyük ölçüde Marksist idi, sınıfsız toplum modelini hedefliyordu ve üretim araçlarında özel mülkiyete karşı idi. 1950’lerde sosyal demokrasi sınıfsız toplum hedefinden ve üretim araçlarında özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasından vazgeçti ve komünizm ile yollarını ayırdı; ancak buna rağmen sınıflar arası uçurumun giderilmesi, sendikaların desteklenmesi ve sendikal hakların korunması, özel sektörün güçlü bir kamu sektörü ile dengelenmesi ideallerinden vazgeçmedi. Bir anlamda komünizm ile kapitalizm arasında bir sentez kuruldu, sol kapitalizme karşı bir taviz verdi, ancak bunu da dengeli bir biçimde yapmaya çalıştı.
1990’lı yıllarda ise Tony Blair ve Gerhard Schröder gibi siyasetçiler, kapitalizme verilen tavizleri daha da genişletmeye kalktılar, sendikaları arka plana attılar, özelleştirme süreçlerine destek oldular, “serbest piyasa” denen ucubeyi farklı isimler altında koruma altına aldılar, sınıflar arası uçurumun daha da açılmasına neden oldular; bir yandan da ABD’in emperyalist savaşlarına, örneğin Irak işgaline destek oldular.
Bu nedenlerle Almanya’da büyük kıyametler koptu, Sosyal Demokrat Parti’de bölünmeler meydana geldi, partinin önde gelen siyasetçilerinden birisi olan ve “Kalp Solda Atar” söylemiyle mücadele eden Oskar Lafontaine partiden istifa etmek zorunda kaldı. SPD bunların bir sonucu olarak ciddi bir oy kaybına uğradı. SPD’den kopan oylar Yeşiller Partisi’ne ve Sol Parti’ye kaydı. Bu bölünme nedeniyle muhafazakar hıristiyan demokrat CDU aradan çıktı, seçimleri kazanarak Almanya’yı yönetmeye başladı.
Dolayısıyla tartışma, Kemal Kılıçdaroğlu’nun ifade ettiği gibi 1930’ların sosyal demokrasi anlayışı ile 2010’ların sosyal demokrasi anlayışı arasında bir tartışma değil. CHP’nin bugünkü programında yer alan sosyal demokrasi de zaten 1930’lara ait Marksist bir sosyal demokrasi anlayışı değil. Yani burada Kılıçdaroğlu maddi bir hata yapıyor, olaylardan tamamıyla habersiz bir biçimde konuşuyor.
İkincisi, Kemal Kılıçdaroğlu, “CHP’nin ideolojisinde hiçbir sapma yok. Sağlam bir ideolojimiz var. Ancak değişen dünyayla beraber gelişen dünyayla beraber bir ideolojik yenilenme ihtiyacı var” derken, çelişkili bir şey söylüyor. CHP’nin ideolojisinde hiçbir sapma yoksa ve sağlam bir ideoloji varsa, ideolojik yenilenmeye neden ihtiyaç var?!
Üçüncüsü, “değişen dünyayla beraber, gelişen dünyayla beraber” sözü ne demektir ve “yenilenme” ile ne kastedilmektedir? Bu sözler bir zamanlar, Tony Blair, Gerhard Schröder, Kemal Derviş ve Deniz Baykal gibi siyasetçiler tarafından, solu sulandırmak için kullanılırdı. Çünkü o zamanlar, 1980’li ve 1990’lı yıllarda, bir “yuppie” kültürü oluşmuştu, Margaret Thatcher, Ronald Reagan, George Bush, Turgut Özal gibi liderlerin büyüsü altında ezilen sözde solcular, onlara benzeyerek, daha iyi solcu olacaklarını sanmışlardı. “Değişen dünya” ve “gelişen dünya” nedir? 1980’lerin ve 1990’ların “yuppie” bankacı, borsacı kültürü mü? Şirket kültürü mü? Eğer Kılıçdaroğlu bunu kastediyorsa, dünyayı takip etmiyor, olup bitenden haberi yok, 20-30 yıl öncesinin “yuppie” kültüründe kalmış demektir. Çünkü 2000’lerdeki ve 2010’lardaki “değişen dünya” ve” gelişen dünya” tablosu bize şunu gösteriyor: Kapitalizm çöktü, serbest piyasa ekonomisi kavramı anlamını yitirdi, ABD ve Avrupa Birliği büyük bir ekonomik kriz ile sarsıldı, kapitalizmin göbeği olan ABD’de bile insanlar sokaklara döküldürler.
“Değişen dünyada” ve “gelişen dünyada” ne oluyor, Kemal Kılıçdaroğlu’na ve CHP yönetimine hatırlatalım:
Avrupa Birliği ülkeleri ekonomik krizin içine düştüler, İrlanda, Portekiz, Yunanistan iflas etti, İtalya ve İspanya iflasın eşiğine geldi, Almanya ve Fransa da bu ülkelerin yükünü kaldıramadığı için, ekonomik felaket senaryosu ile karşı karşıya kaldı. Avrupa Birliği’nin resmi para birimi Euro Avrupa halklarına refah getireceğine felaket getirdi, Euro alanı içinde olan Avrupa Birliği ülkeleri kendilerini ekonomik facianın içinde buldular. Bu Avrupa Birliği kavramına da büyük darbe vurdu, Avrupa Birliği bir para birliğine de indirgendiği için, bir birlik olmaktan çıktı.
Amerika Birleşik Devletleri’nde de tarihin en büyük ekonomik krizlerinden birisi yaşandı, milyonlarca insan işsiz kaldı, yoksulluk sınırına düştü, büyük, orta ve küçük ölçekli şirketler battı, devlet bu kurumların bazılarını, özellikle büyük olanlarını kurtarmak için yüzlerce milyar dolar sübvansiyon yaptı, ancak buna rağmen kurtulan halk olmadı, sadece belli başlı şirketler oldu. Bu nedenle, Avrupa’dan farklı olarak genellikle politik bilinç düzeyi zayıf olan ABD’de bile halk sokaklara döküldü, eylemciler “Wall Street’i İşgal Et” sologanıyla New York’ta bankaların ve borsanın merkezi olan Wall Street’i işgal ettiler, bu eylemler ABD’nin dört bir yanına yayıldı, polis zor kullanarak, eylemcileri gözaltına alarak olaylara müdahale etmek zorunda kaldı. ABD’de bile, kapitalizmin göbeğinde bile, kapitalist sistemin temel ilkeleri, yargıları sorgulanır hale geldi. Göstericiler üzerinde “Biz % 99’uz” yazılı pankartlarla eylemlerini Eylül ayından beri sürdürüyorlar. % 99’dan kastedilen şey ise, ABD’de zenginlikten yeterince pay alamayan % 99. Çünkü Kongre Bütçe Dairesi’nin 2007 istatistiklerine göre ABD’de nüfusun % 1’i toplam zenginliğin % 34.6’sına sahip. Arkadan gelen % 19 ise toplam zenginliğin % 50.5’ine sahip. Yani nüfusun % 20’si, toplam zenginliğin % 85’ine sahip, nüfusun % 80’i ise toplam zenginliğin % 15’ine sahip. Bu, gelir dağılımında dengesizlik demek, kapitalizmin sınıflar arası uçurumu derinleştirmesi demek, 19. yüzyılda yaşamış olan Karl Marx’ın haklı çıkması demek.
Üstelik 2007’deki finans krizinden sonra da durum düzeleceğine daha beter oldu, devletin sübvansiyonları ve mali destekleri yine sadece zenginlere yaradı. Kriz sonrasında nüfusun % 1’inin toplam zenginlikten aldığı pay daha da arttı, % 34.6’dan % 37.1’e çıktı! Neden? Çünkü sistem kökten yanlış, sistem değişmeden, düzen değişmeden, ne kadar sübvansiyon ve şirketleri kurtarma operasyonu yaparsanız yapın, durum değişmiyor. Bu nedenle ABD’de insanların önemli bir kısmı çıldırmış ve sokaklara dökülmüş durumda. Eylemcilerin sayısı her ne kadar on binlerle ifade edilse de, eylemi yapanlar sadece öncü kuvvetler; bazı kamuoyu yoklamalarına ve anketlere göre halkın % 59’u bu eylemleri destekliyor. Bu nedenle ABD hükümeti, devlet aygıtı, büyük ölçekli özel sektörü, savunma sanayisi, Pentagon, CIA panik halinde! Bu nedenle polis göstericileri tutuklamaya başladı, onlar üzerinde şiddet uygulamaya başladı! Ama eylemciler yine de yılmıyorlar, üzerinde “Düşünceler Kurşun Geçirmez” yazılı pankartlarla protesto eylemlerini sürdürüyorlar.
Bizim sosyolojik yapımıza daha yakın olan Latin Amerika ülkelerine bakıyoruz, “değişen ve gelişen dünyada” 2000’li ve 2010’lu yıllarda, Küba’da, Venezüella’da, Nikaragua’da, Honduras’ta, Arjantin’de, Brezilya’da, Şili’de, Ekvator’da, Paraguay’da, Bolivya’da, Peru’da, sosyalistler ve sosyal demokratlar iktidarda! Hiç birisi de, Tony Blair, Gerhard Schröder ve Kemal Derviş solculuğu yapmıyor!
Ama Türkiye’de Sosyalist Enternasyonel’in tek üyesi olan CHP’nin Genel Başkanı ne diyor? “Sosyal demokrat partilerin bir dönem en güçlü tabanı sendikalardır. Bugün artık sendikalar ciddi ölçüde taban kaybetti. Üretim ilişkileri değişti. Bunu görüp olayı hala işçi-işveren ekseninde götürürseniz bu doğru değil.” diyor!
Yani dördüncüsü, sosyal demokrat olduğunu iddia eden CHP’nin lideri, “Sendikalar zayıfladı, sendikaları güçlendirelim” diyeceğine, “Sendikalar zayıfladı, sendikaları boşverelim” diyor!
Hizmet sektörü, tarım sektörü gibi başka sektörler de dikkate alınarak işçinin ve işverenin tanımı elbette yenilenmelidir, artık işçiyi fabrika işçisine, işvereni de fabrikatöre indirgemek olanaklı değildir. Ancak ister sanayi sektörü olsun, ister hizmet sektörü olsun, ister tarım sektörü olsun, sonuçta bir işveren ve işçi, bir işveren ve onun altında çalışan kişi, bir sermaye sahibi ve ücretli çalışan kişi ayrımı hala var. Yoksa sınıflı toplum modeli ve buna dayalı bir ekonomik sömürü düzeni ortadan kalktı da bizim mi haberimiz yok? Kemal Kılıçdaroğlu bunu bir yerden öğrendi de, biz mi öğrenemedik?
Sosyal demokrat olduğunu iddia eden CHP’nin lideri, işverenin karşısında işçiyi savunacağına, işçinin hakkının korunmasında en önemli rolü oynayan sendikaların güçlenmesini savunacağına, “işveren-işçi çatışması yoktur, sendikaları boşverin” gibilerinden bir şeyler söylüyor. Bu söylem, kapitalistlerin, muhafazakarların ve sağcıların bir zamanlar Türkiye’ye ve dünyaya yutturmaya çalıştıkları “sağ-sol ayrımı kalmamıştır” yalanı ve propagandası gibi bir şey.
Ve tüm bunları tamamlayan beşincisi, Kılıçdaroğlu seçimli Kurultay’ın Haziran 2012’de yapılmasını arzu ettiğini söylüyor. Malum İlçe ve İl kongreleri daha yeni yapılacak. Bu zaten birkaç aylık bir süreç. Bunun sonucunda Genel Başkanı seçecek olan yeni kurultay delegeleri de oluşacak. Bu süreç biter bitmez baskın Kurultay yapılacak!
Oysa bir Genel Başkan adayının çıkması ve hazırlık yapması için, Kurultay delegeleri belli olduktan sonra, aylar süren bir zamana ihtiyaç var! Önce Genel Başkanı seçecek kurultay delegelerinin İl kongrelerinde oluşması gerekiyor. Bu zaten daha gerçekleşmedi, bu süreç Mayıs ayında ancak tamamlanmış olur. Delegeler oluştuktan sonra, buna göre adayların delegelere kendini tanıtması, adaylıklarını ilan etmeleri, bölge toplantıları yapmaları, tüm illerde temaslarda bulunmaları, en az 2-3 aylık ayrı bir süreç.
Kılıçdaroğlu ise, Cumhuriyet Gazetesi’ndeki aynı demecinde, bir yandan “Genel Başkan adayı çıkabilir. Dinamizm gelir. Meydan okumam söz konusu olmaz” diyor, bir yandan da, “Kurultay Haziran sonuna yetişirse iyi olur” diyerek, adaylara hazırlanmaları için yeterince süre tanımıyor, Genel Merkez imkanlarıyla yeniden seçilmenin yollarını arıyor.
Oysa tüzük gereği, seçimli Olağan Kurultay, Nisan 2013’e kadar herhangi bir tarihte yapılabilir!
Kılıçdaroğlu’nun bu acelesi nedir?
Kılıçdaroğlu nereye koşuyor?
Kılıçdaroğlu nereye kaçıyor?