Türk Silahlı Kuvvetleri’nin tarihçesine baktığımızda, oldukça karmaşık bir tablo çıkıyor karşımıza. Bir yanda Mustafa Kemal Atatürk’ün ordusu, emperyalist ülkelere karşı Kurtuluş Savaşı mücadelesi veren, bu mücadelenin kazanılmasından sonra da, bazı komutanların istisna teşkil eden homurdanmalarına rağmen, genellikle Mustafa Kemal’in çağdaş uygarlık mücadelesini ve devrimlerini destekleyen, en azından bunlara köstek olmayan bir ordu; bir yanda da Mustafa Kemal adına hareket ettiğini öne sürerek, Mustafa Kemal’in arkasına sığınarak, darbe yapan, vatandaşları asan, işkence yapan, baskı ve zulüm uygulayan, gerçek vatanseverleri yok eden ve genellikle, bilinçli ya da bilinçsiz, ABD’nin çıkarlarına hizmet eden bir ordu.
Tarihsel süreç açısından baktığımızda insan Türk Silahlı Kuvvetleri hakkında çelişkili duygulara sahip oluyor. Orduyu toptan yerin dibine batırmak veya orduyu koşulsuz ve mutlak bir biçimde savunmak biçiminde karşımıza çıkan iki alternatif de boş, saçma ve dogmatik geliyor insana. En azından demokratik bir zihin bu iki seçeneği de kabul etmiyor.
Demokrasiyi içine sindirmiş olan her vatandaş, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin cumhuriyet tarihinde gerçekleştirdiği üç darbeye de karşı çıkmak durumundadır. Bu darbeleri savunmak ancak ve ancak faşist bir zihniyetin ürünü olabilir. 27 Mayıs 1960 yılında Demokrat Parti hükümetine karşı yapılan darbe, Başbakan Adnan Menderes’in ve bazı bakanların ordu tarafından idam edilmeleri; 12 Mart 1971’de ve 12 Eylül 1980’de, ağırlıklı olarak Türkiye’deki sol hareketlere ve örgütlenmelere karşı yapılan askeri darbeler, bu dönemlerde ordu tarafından uygulanan ağır baskılar, zulümler, işkenceler ve cinayetler, Türk Silahlı Kuvvetleri açısından kara bir leke olarak tarihe geçmiştir. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin artık bu tarihle yüzleşmesi, bundan ders alması, bu çerçevede ciddi bir özeleştiri yapması, TSK içindeki gelecek kuşakları bu çerçevede eğitmesi, onlara yön vermesi ve onlara örnek olması gerekmektedir.
TSK’nın, biraz imalı, çekingen ve yavaş bir biçimde de olsa, 1990’lı yıllarda, böyle bir sürece girdiği söylenebilir. Ancak 28 Şubat 1997’de ordunun dinci Refah Partisi yönetimine karşı bir darbe tehdidinde bulunduğuna dair ortaya atılan iddialar ve ordunun daha sonraki dönemlerde de, zaman zaman AKP iktidarının politikalarını eleştirmesi, TSK’nın darbeci geleneğinden vazgeçmediğine dair bir izlenime yol açtı.
Elbette 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri ile 27 Mayıs darbesi ve 28 Şubat süreçlerini belli bir açıdan ayırmak gerekir; ancak hangi açıdan ayrıldıklarını ve hangi açıdan kesiştiklerini vurgulamak koşuluyla.
Malum Demokrat Parti 1950’li yıllarda iktidarda olduğu dönemde, adındaki sözcüğün anlamına zıt düşerek, seçimle iktidara geldiği halde, anti-demokratik bir yönetim tarzı sergilemiş, basın, düşünce ve örgütlenme özgürlüğünü ortadan kaldırmış, gazetecileri, öğretim üyelerini, yazarları hapishanelere atmış, gözaltına almış, tutuklamıştır. Başka bir deyişle, Başbakan Adnan Menderes liderliğindeki Demokrat Parti, halkın oy desteğini de arkasına alarak, demokrasiyi rafa kaldırmıştır.
27 Mayıs darbesi bu çerçevede, söz konusu anti-demokratik uygulamalara son vermek amacıyla, darbe gibi anti-demokratik bir yöntemle, demokrasiyi yeniden tahsis etmek üzere gerçekleştirilmiştir. Bu çelişkili ve şizofrenik bir durum olsa da, gerçekten de sonuç itibarıyla, bu darbeden sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin en demokratik anayasası olan 1961 anayasası devreye girmiş, Türkiye’nin demokratikleşme süreci açısından çok önemli bir mesafe kat edilmiştir.
28 Şubat sürecinde de, her ne kadar bir darbe uyarısı yapılıp yapılmadığı hala tartışma konusu olsa bile, Başbakan Necmettin Erbakan liderliğindeki Refah Partisi’nin, bazı anti-demokratik söylemler ve uygulamalar geliştirmiş olması nedeniyle, ordunun uyarısının, sivillerin anti-demokratik politikalarına karşı gerçekleştirildiği söylenebilir.
12 Mart ve 12 Eylül darbelerine baktığımızda ise, demokratik bir düzenin, askeri darbe ile sekteye uğratıldığını, demokratik anayasanın tırpanlandığını veya tamamıyla ortadan kaldırıldığını, anti-demokratik yasaların çıkartıldığını görüyoruz. 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri demokrasinin gelişmesiyle değil, aksine demokrasinin darbe almasıyla, demokrasinin ortadan kalkmasıyla sonuçlanmıştır. Ayrıca söz konusu iki darbe de, “Soğuk Savaş” dönemi psikolojisi içinde yapılmış, “komünizm tehlikesine” karşı, Latin Amerika, Afrika ve Asya’daki birçok ülkede söz konusu olduğu gibi, ABD tarafından desteklenmiş, ABD’nin propaganda ve baskı mekanizmasının etkisi altında gerçekleşmiş, Türk Silahlı Kuvvetleri, aynen Milliyetçi Hareket Partisi ve Ülkücü Gençler Derneği gibi, ABD tarafından kullanılmıştır.
Ancak söz konusu darbelerin hepsi sonuçta bir darbedir. Bu darbeler anti-demokratik sonuçlar doğursa da doğurmasa da, hepsi anti-demokratik birer eylemdir. Bunların birisine “devrim” adını verip yüceltmek, diğerine “faşist darbe” diyerek küçültmek doğru değildir. Sonuçta çok partili parlamenter sistemle iktidara gelen bir yönetim, demokrasiyi rafa kaldırsa da, anti-demokratik uygulamalar içine girse de, bunu değiştirmenin yolu ve yöntemi darbe değil, yine çok partili parlamenter sistemdir; söz konusu hükümeti, serbest seçimle değiştirmektir. Bu nedenle, “Bu siviller zaten demokrasiden anlamıyor, askerler bile daha demokrat, askerler bir darbe yapsa da demokratikleşsek” biçimindeki zihniyet çarpık bir zihniyettir. Söylenmesi gereken şudur: “Bu bazı siviller demokrasiden anlamıyor, dolayısıyla demokrasiden anlayan sivilleri serbest seçimle iktidara getirmenin yollarını aramalıyız, bu çerçevede örgütlenmeliyiz”.
Cumhuriyet Halk Partisi bu nedenle çok önemlidir; CHP bu nedenle Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceği açısından hayati derecede önemlidir. CHP bu nedenle, kendi içindeki bazı eksiklere ve yanlışlara rağmen, 12 Haziran 2011’de, genel seçimlerde desteklenmelidir.
Bu işin bir yüzü. Ancak işin diğer yüzü de şöyle: Son zamanlarda bazı üst düzey komutanların, generallerin, subayların vs gözaltına alınmaları veya tutuklanmaları, aynen “Ergenekon” sürecinde olduğu gibi, bazı ciddi kuşkulara yol açmış, askerlerle ilgili bu sürecin de, aynen gazeteciler, yazarlar, öğretim üyeleri ve siyasetçiler için işleyen süreçte olduğu gibi, gayri ciddi bir biçimde yürütüldüğüne dair bazı izlenimler doğmuştur. Orgeneral Çetin Doğan ve çalışma arkadaşlarının tutuklanmalarına ve yargılanmalarına yol açan iddiaların büyük ölçüde dayanaksız olduğuna dair çalışmalar ve araştırmalar, bu izlenimleri desteklemiştir. Harvard Üniversitesi’nde Öğretim Üyesi olan Pınar Doğan Rodrik ve Dani Rodrik’in kaleme aldığı “Balyoz: Bir Darbe Kurgusunun Belgeleri ve Gerçekleri” başlıklı kitapta, söz konusu tutuklamaların büyük ölçüde ele geçen bir CD üzerinden yapıldığı hatırlatılıyor, ancak bu CD’deki dataların isim, zaman, mekan ve tarih açısından birçok tutarsızlıklar içerdiği, CD’de gerçek dışı bulguların yer aldığı, dolayısıyla CD’nin sahte ve üretilmiş olduğu, sahte belge üreten yasa dışı bir çetenin orduyu zora sokmak, AKP’nin anti-demokratik uygulamalarına zemin hazırlamak için mücadele ettiği vurgulanıyordu. Bugüne kadar Pınar Doğan Rodrik ve Dani Rodrik’in bu iddiaları çürütüldü mü? Bir kişi bile, örneğin savcı, yargıç veya bir araştırmacı, gazeteci, bu iddiları çürüten bir tezle, bir bulguyla ortaya çıktı mı? Çıkmadıysa söz konusu askerler neden hala tutuklu olarak yargılanıyorlar? AKP’li TBMM Başkanı Mehmet Ali Şahin bile bu hafta Uğur Dündar’a yaptığı açıklamada, askerlerin tutukluluk sürelerinin uzamaması gerektiğini, tutukluluk süresinin cezaya dönüşmemesi gerektiğini söyledi. “Ergenekon” süreci hakkında her zaman söylediğimiz şey, askerler için de geçerlidir: Ya yargılama süreci hızlandırılmalı ya da söz konusu kişiler tutuksuz yargılanmalıdır. Asker yargılanamaz diye bir şey yoktur, elinde silah var diye asker yargılanamaz diye bir şey yoktur; ancak ordu üyeleri hakkındaki iddiaların da bir ciddiyete dayanması ve tutukluluk sürelerinin cezaya dönüşmemesi gerekmektedir.
Son olarak da Kara Harp Okulu Komutanı ve bu yıl Hava Kuvvetleri Komutanı olması beklenen Tümgeneral İhsan Balabanlı darbecilik iddiasıyla tutuklandı. Hatta bununla bağlantılı olarak, Türk Silahlı Kuvvetleri, “Denizkurdu 2011” ve “Efes 2011” adlı tatbikatlarını erteledi. Aylar öncesinden hazırlığı yapılan ve on milyonlarca TL maliyeti olan bu büyük tatbikatların ertelenmesi, ordu açısından olağanüstü bir durumdur. Bu tatbikatların, AKP’nin yargıyı kullanarak ordu üzerinde oluşturduğu baskıdan dolayı ertelenmiş olması, ordunun hükümete, “Bu kadar çok üst düzey komutan tutuklu veya tutuksuz yargılanırken, ordunun sağlıklı bir biçimde tatbikat yapması veya hem dışarıya hem de içeriye yönelik herhangi bir ciddi güvenlik çalışması içinde olması olanaklı değildir” mesajını vermiş olması ihtimali oldukça yüksektir.
Ayrıca birçok kişinin anlamakta zorluk çektiği başka bir konu daha var: Geçmişte, 1950’lerde, 1960’larda ve 1970’lerin başında, ordu içinde alt kademedeki bazı komutanların, üst kademelerin bilgisi dışında darbe planları ve girişimleri yaptıkları doğrudur. Ancak 2000’li yıllarda, TSK’nın örgütlenme yapısı dikkate alındığında, böyle bir şeyin gerçekleşme olasılığı var mıdır? Sonuçta son yıllarda Genelkurmay Başkanı olarak görev yapmış komutanların hiçbirisi darbecilikten dolayı yargılanmıyorlar, tutuklanmıyorlar. Bu durumda darbe planları, Genelkurmay Başkanı’nın yetkisi ve bilgisi dışında, alt kademelerde mi planlanmıştır? TSK’daki emir-komuta yapısı ve zinciri dışında, Genelkurmay Başkanı’nın bilgisi ve emri olmadan, böyle bir plan yapılabilir mi? Böyle bir şey mümkün mü? Böyle bir şey Türkiye Cumhuriyeti tarihinde, neredeyse 40 yıldır meydana gelmemiştir. Savcıların, yargıçların tezine göre, 2000’li yıllarda, TSK içinde bir grubun darbe yapabilmesi için, öncelikle Genelkurmay Başkanı’na ve Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri komutanlarına karşı darbe yapması, öncelikle onları devirmesi, ondan sonra sivil siyasal hükümete karşı darbe yapması gerekmektedir. Bu 2000’li yılların Türkiye’sinde ne kadar gerçekçi bir senaryodur, bu da ciddi bir tartışma konusudur.
Ayrıca böyle birşey olsa, en gelişmiş istihbarat teknolojisine sahip olan TSK, kendi içinde kendisine karşı, ordunun en yetkili komutanlarına karşı darbe yapmaya çalışanları tespit edip, onları görevden almaz mıydı, onları yargılamaz mıydı? Yok, eğer, bu sözde darbe planları en üst düzeyde planlanmış ise, Genelkurmay Başkanı olarak görev alanlar neden bu yargılama sürecinin kapsamında değiller?
TSK’ya tarihsel süreç açısından baktığımızda, orduya birçok eleştiri yapmak olanaklıdır. Bu çerçevede, 12 Eylül darbesini gerçekleştiren Kenan Evren ve diğer komutanların yargılanması da son derece önemlidir. Darbe yapıp yapmadığı belli olmayan, hatta şu ana kadar çıkan bulgulara göre, darbe planları yaptıkları oldukça kuşkulu olan komutanlar yargılanacağına, öncelikle darbe yaptığı kanıtlanmış 12 Eylül darbecileri yargılanmalıdır.
Ancak 12 Eylül darbecileri, sol siyaseti silindir gibi ezip geçerken, dincilere ve anti-laik odaklara taviz vererek Türkiye’yi 300 yıl geriye götürdükleri, bugünkü AKP iktidarının da yolunu açmış oldukları için, belki bu durumdan, usul yerini bulsun, dostlar alışverişte görünsün diye, evlerinde veya hastanelerde ifade vererek kurtulurlar.
2000’li yılların TSK’sına yeniden dönecek olursak: Sonuçta Türkiye, Avrupa’nın ortasında, İsviçre gibi, güvenlik içinde varlığını sürdüren bir ülke değildir. Aksine, dünyanın en belalı bölgelerinden birisi olan Orta Doğu’da yer alan, özellikle doğusunda ve güneyinde, hala dikta yönetimleri ile çevrilmiş olan, kendi içinde de hala büyük çaplı bir terör ile mücadele eden bir ülkedir. Sonuçta bu ülkenin güvenliğini sağlayacak olan da yine ordudur. Ordunun içinde demokratik olgunluk açısından “kelek karpuzlar” varsa bunlar elbette ayıklanmalıdır; her şeyden önce bunu ordunun kendisi de yapmalıdır. Ancak sonuçta bu ordu bizim ordumuzdur; başımıza dışarıdan veya içeriden ciddi bir iş geldiğinde, bizim güvenliğimiz için, bu vatan için, bu toplum için onlar canlarını ortaya koyacaklardır, onlar cesurca bu vatan için savaşacaklardır; bizler rahat edelim diye, onlar canlarını feda etmeyi göze alacaklardır.
Ordunun laiklik konusundaki hassasiyeti nedeniyle onu itibarsızlaştırmaya ve ezmeye çalışanlar ise, emin olun ki, ciddi bir güvenlik sorunu yaşandığında ve/veya vatanın varlığı herhangi bir biçimde tehdit altına girdiğinde, bu ülkeden Suudi Arabistan’a, Bahreyn’e, Birleşik Arap Emirlikleri’ne, Katar’a, İran’a, Pakistan’a, Malezya’ya kaçmanın yollarını arayacaklardır.