Türkiye’de İslam dini üzerinden siyaset yapan bir gelenek var. Bu aslında din fetişizminden kaynaklanan bir siyaset yapma geleneğidir. Din fetişizminden kastettiğimiz şey, her şeye, bilime, sanata, felsefeye, siyasete, günlük kültüre ve yaşama din ekseni üzerinden bakan, her şeyi dine endeksleyen, dini temel bir takıntı nesnesi haline getiren gelenektir.
Elbette her dindarlık din fetişizminde kaynağını bulmayabilir; örneğin din fetişisti olmadığı halde kendisini dindar sayan, dini ılımlı bir biçimde yorumlayan ve uygulayan, kendi içinde dini ve Kuran’ı Kerim’i reforme eden, yeniden yorumlayan, ileri uygarlık ve demokrasi seviyesine aykırılık oluşturan dini unsurları ayıklayan ve eleyen kişiler olabilir. Bu kişiler Tanrı’nın ve peygamberin varlığına ve dinin birçok başka temel önermesine inandıkları halde, zinanın kırbaçla, eşcinselliğin hapisle cezalandırılması, kadının örtünmesi ve miras, şahitlik gibi konularda eşit haklara sahip olmaması, içki içilmemesi, domuz eti yenilmemesi gibi birçok unsuru günümüze göre yeniden yorumlayabilirler; siyaseti dini söylem ve ilke üzerine kurmayabilirler; dini takıntı yüzünden bilimi, özgür düşünceyi, sorgulayıcı felsefeyi, sanatı reddetmezler; din ve devlet işlerinin, din ve hukuk işlerinin, din ve eğitim işlerinin, din ve idari yapılanma işlerinin ayrılması gerektiğine inanırlar, laiklik ilkesinin önemini özümserler, laiklik ilkesi ile uğraşmazlar, laikliğe karşı çıkmazlar. Bu kişiler demokrasiyi gericilik hakkına, diktatörlük hakkına dönüştürmeye kalkmazlar.
Mustafa Kemal’in birçok devrimi bu açıdan yaşamsaldır ve demokrasiye gerçekten samimi olarak inanmış herhangi birisi tarafından reddedilmesi olanaksızdır. Hilafetin ve saltanatlığın kaldırılması, din ve devlet işlerinin ayrılması, eğitim, hukuk ve idari yapılanmayla ilgili konuların din ilkelerinden arındırılması, kadınların örtünme zorunluluğunun kaldırılması, kadınların erkekler kadar eğitim olanağından yararlanması ve çalışma yaşamında yer alabilmesi, kadınlara seçme ve seçilme hakkının tanınması, bilimsel ve felsefi çalışmalara, sanatın ihmal edilmiş alanlarına yönelik açılım yapılması, modern üniversitelerin kurulması, teokratik, emperyalist ve elitist bir imparatorluktan, yayılmacı olmayan halkçı bir cumhuriyete geçilmesi demokratik bir düzene yönelik atılmış çok önemli bir altyapıyı ve devrim sürecini temsil etmektedir. Mustafa Kemal’in bu devrimlerini reddederek, laiklik ilkesini reddederek demokrat olunmaz. Laiklik demokratik olmak için yeterli değildir, ancak gereklidir. Laiklik demokrasinin önkoşuludur. Nitekim 1920’lerde ve 1930’larda kurulan söz konusu altyapı daha sonra, 1946 yılında çok partili parlamenter sisteme geçişin yolunu açmış, temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması bağlamında cumhuriyet tarihinin en demokratik anayasası olarak kabul edilen 1961 anayasasının oluşmasına neden olmuş, Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratikleşme süreci, 12 Mart ve 12 Eylül darbelerine ve birçok sivil hükümetin halk oyu ile diktatörlük özlemlerine rağmen, Mustafa Kemal sayesinde günümüze kadar sürmüştür. Mustafa Kemal demokratikleşme önünde bir engel değil, aksine demokratikleşme sürecinin yolunu açan büyük bir devrimcidir.
Oysa AKP’nin ve onun geçmişteki ve şimdiki zamandaki benzerlerinin demokrasi anlayışı şudur: Sandık kuralım, buradan hangi parti birinci çıkarsa, o istediği gibi at oynatsın, istediğini yapsın; yargı bağımsızlığını zedelese de, yasama, yürütme, yargı arasındaki güç dengesini alt üst etse de; dini kuralları ve anlayışları yeniden eğitim sistemine, hukuk sistemine sokmaya çalışsa da; insanların günlük yaşantılarına, örneğin insanların içki içme alanlarına, ortamlarına karışsa da, bu çerçevede alan sınırlayıcı yönetmelikler çıkartsa da; beğenmediği heykelleri yıksa da; televizyonları, gazeteleri yakınlarına satıp ilahiyatçıları neredeyse her gün saatlerce ekran başına çıkartsa da; “hem müslümanım hem kapitalistim” diyerek sosyal adaleti rafa kaldırsa da, gelir dağılımındaki dengesizliği körüklese de, işsizliğe çözüm bulamasa da, ekonomik özgürlüğü ortadan kaldırsa da; vatandaşına nitelikli ve ücretsiz eğitim ve sağlık hizmeti sağlayamasa da; yasa dışı çetelerin peşine düşme gerekçesiyle gazetecileri, yazarları, öğretim üyelerini, siyasetçileri hapishaneye kapatsa da, bir yandan yargı sürecini uzatıp bir yandan da tutuklu yargılanmalarında ısrar ederek bu kişilerin yıllarca hapislerde, ailelerinden, çocuklarından uzak kalmalarına yol açsa da; hükümetin uygulamalarını protesto eden öğrencileri, işçileri, emekçileri polis dayağından geçirse de...vs; o parti birinci parti çıktı ya, istediğini yapar, bunun da adı demokrasi olur.
“Millet ne isterse o olur” diye bir söylemle yola çıkmış Recep Tayyip Erdoğan ve AKP. Pekiyi, son genel seçimde AKP’ye oy veren %46 millet, diğer partilere oy veren %54 çoğunluk millet değil mi? Veya seçime hiç katılmayan ve oy kullanmayan %15 millet değil mi? Veya millet ve temsiliyet bu kadar önemli ise, ki önemlidir, AKP %46 ile meclisin %62’sini nasıl oluyor da gasp edebiliyor, milletin iradesini ve temsiliyetini sabote edebiliyor? AKP için millet ve milletin temsiliyeti bu kadar önemliyse meclisteki bu çarpık yapıya yol açan seçim sistemini neden değiştirmiyor, %10 barajını neden kaldırmıyor?
“Demokrasi, demokrasi” demek dünyanın en kolay işidir. Demokrasi sadece Türkiye’de değil, dünyadaki başka az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde de en çok ve en kolay kullanılan sözcüklerden birisidir. Önemli olan o sözü kullanmak ve söylem haline getirmek değil, onu anlamak ve uygulamaktır. Gerisi hikaye!