08 Nisan 2011

21. Yüzyıldan 18. ve 20. Yüzyıla Yolculuk

... Fransız devriminden 13 yıl kadar önce, 4 Temmuz 1776’da, Philadelphia’da kabul edilen...



1)İnsan eşit haklarla özgür doğmuştur ve öyle kalacaktır. ...

2)Tüm siyasal örgütlenmenin amacı insanın doğal ve daimi haklarını korumaktır. Bu haklar özgürlük, mülkiyet, güvenlik ve baskıya karşı direniştir.

3)Tüm egemenliğin ilkesi ulusta yatar. Hiç bir kesim ve kişi ulustan kaynaklanmayan bir otoriteyi uygulayamaz.

4)Özgürlük başkasına zarar vermeyen her şeyi yapabilmektir. ... Bu sınırlar yasalarla belirlenir.

5)Yasalar sadece topluma zarar veren eylemleri yasaklayabilir. ...

6)Yasalar genel arzunun dışavurumudur. Herkesin kişisel olarak veya temsilcisi vasıtasıyla yasaların oluşmasına katkı verme hakkı vardır. Yasa, korusa da cezalandırsa da, herkes için aynı biçimde uygulanmalıdır. ...

7)Kimse yasaların öngördüğü biçimin dışında suçlanamaz, tutuklanamaz, hapse atılamaz. ...

...

10)Kimse, yasalarla belirlenmiş kamu düzenini bozmadığı sürece, dini görüşler de dâhil, düşüncelerinden dolayı baskı altında tutulamaz.

11)Düşüncelerin ve görüşlerin özgür iletişimi insanın en değerli haklarından birisidir. Her yurttaş buna göre konuşabilir, yazabilir ve yayın yapabilir. ...

12)İnsanların ve yurttaşların güvenliği için kamusal güvenlik güçleri gereklidir. Ancak bu güçler herkesin iyiliği için kurulur, sadece bağlı oldukları odakların kişisel çıkarları için kurulamazlar.

...

16)Yasaların geçerli olmadığı, güçler ayrılığının geçerli olmadığı bir toplumun anayasası olamaz.


Yukarıda yazılı olan maddeler 20. Yüzyılın sonlarına doğru Avrupa Birliği tarafından kabul edilen “Kopenhag Kriterleri Belgesi”nden bir alıntı değildir. Söz konusu maddeler 18. Yüzyılda Fransız devrimi sırasında, devrimciler tarafından, Fransa Ulusal Meclisi’nde, 26 Ağustos 1789’da kabul edilen “İnsanın ve Yurttaşın Hakları Bildirgesi”nden alıntılardır.


Fransız devriminden 13 yıl kadar önce, 4 Temmuz 1776’da, Philadelphia’da kabul edilen “Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi” de aşağı yukarı aynı ilkelere dayanmaktaydı. Fransız ve Amerikan devrimlerindeki ilkelerin teorik ve felsefi altyapısı, bu devrimlerden önce, John Locke, Jean-Jacques Rousseau, Baron Montesquieu, François-Marie Arouet (Voltaire), Adam Smith, David Hume, Denis Diderot, Baron D’Holbach gibi düşünürler, filozoflar tarafından ortaya konmuştu. Hem Amerikan devrimi hem de Fransız devrimi, bu kişilerin düşüncelerinden, eserlerinden esinlenerek gerçekleşmiştir.


Söz konusu devrimler üç temel unsuru ortadan kaldırmayı amaçlıyordu: 1)Mutlak Monarşi: Güçler ayrılığı ilkesinin devrede olmadığı, otoritenin tek bir kişide veya odakta toplandığı, krallık, çarlık, padişahlık gibi diktatoryal yönetim biçimi; demokrasinin anti-tezlerinden birisi. 2)Teokrasi: Gücünü halktan değil, Tanrı’dan ve dinden alan, egemenliği halkta değil Tanrı’da gören yönetim biçimi; yine demokrasinin anti-tezlerinden birisi. 3)Feodalizm: Toprakların büyük çoğunluğunun küçük bir elit sınıfın elinde olduğu, köylünün ve çiftçinin sömürüldüğü, toprak ağalığı sisteminin geçerli olduğu düzen; demokrasiyi olanaksız kılan başka bir unsur. 

Söz konusu bildirgede sözü geçen maddeler günümüz açısından, en azından AB ülkelerindeki ve ABD’deki günümüz koşulları açısından değerlendirildiğinde, son derece malum ve aşikâr görünebilir. Ancak 18. Yüzyıl için bunlar son derece devrimci, radikal sözlerdi. Çünkü o dönemde Avrupa’da hala mutlak monarşiler vardı; yasama, yürütme ve yargı arasında bir güçler dengesi kurulmamıştı; örneğin Fransa’da Kral rahatça, “Devlet demek ben demek, devlet benim” diyebiliyordu. Avrupa’da yönetimler son derece totaliter ve baskıcı idi ve bu baskıcı yönetimler genellikle hem kilise ile hem de feodal toprak ağaları ile işbirliği, karşılıklı çıkar ilişkisi içindeydi. Otoriter yönetimler, Orta Çağ zihniyetinden tam olarak kurtulamamışlar, kendilerini Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcileri gibi görmekte, halktan değil, Tanrı’dan güç alarak insanları yönetmek iddiası taşımaktaydılar. Bu nedenle de kilise ile otoriter monarşik yönetimler iç içe geçmiş bir durumdaydılar. Devlet ve din işlerinin, hukuk ve din işlerinin, eğitim ve din işlerinin, idari yapılanma ve din işlerinin ayrılması anlamında bir laiklik ilkesi henüz uygulamaya konmamıştı. Tüm vatandaşların toprak ve mülk edinme hakları yoktu, sadece belli başlı aristokrat kişiler ve odaklar büyük boyutlarda toprak sahibi olabiliyor, söz konusu toprak ağaları, düşük ücretlere altında çalışan köylüleri ve çiftçileri sömürerek, kendisine artı değer ve zenginlik yaratıyordu.


Mustafa Kemal Atatürk, sadece bir asker değil, aynı zamanda entelektüel vizyonu olan bir devrimciydi. Mustafa Kemal, başta Jean-Jacques Rousseau olmak üzere, yukarıda adı geçen düşünürlerin birçoğunun eserlerini hem Fransızca’dan hem de Osmanlıca’dan okumuştu. Mustafa Kemal’in etkilendiği kişilerden birisi olan ve padişahlık sistemine karşı mücadele eden Namık Kemal de, Rousseau’yu Fransızca’dan Osmanlıca’ya çevirmişti. Mustafa Kemal, Fransız devriminin pusulası ve el kitabı sayılan Rousseau’nun “Toplum Sözleşmesi” eserini, hem Namık Kemal’in çevirisinden, hem de Fransızca aslından ayrıntılı bir biçimde okumuştu. Mustafa Kemal’in bu metinde katıldığı ve katılmadığı konular vardı, ancak sonuçta bazı temel ilkeler Mustafa Kemal’i etkilemişti.


Mustafa Kemal’in 20. Yüzyılın başında Türkiye’de gerçekleştirdiği devrimler, 1776 Amerikan devrimi ve 1789 Fransız devrimi ile büyük benzerlikler göstermektedir. Mustafa Kemal de mutlak monarşiye, yani onun Osmanlı’daki versiyonu olan padişahlığa ve saltanatlığa karşı mücadele veriyordu, elit sınıfların ve kişilerin yönettiği bir imparatorluğu, halkın yönettiği bir cumhuriyete, yani demokrasiye dönüştürmek için mücadele veriyordu. (Cumhuriyet zaten halk yönetiminin, yani demokrasinin geçerli olduğu düzen demektir. “Demokratik cumhuriyet” bu nedenle bir açıdan saçma bir söylemdir; çünkü demokratik olmayan bir cumhuriyet teoride ve mantıksal açıdan zaten olamaz; anti-demokratik cumhuriyet bir çelişki ve olanaksızlıktır, çünkü cumhuriyet tanımı gereği demokrasiyi içermek durumundadır; ancak fiilen adı cumhuriyet olup demokratik olmayan ülkelerin sayısı çokça olduğu için, “demokratik cumhuriyet” denen kavrama da ihtiyaç duyar hale geldik). Mustafa Kemal de teokrasiye karşı, halifeliğe karşı, ulemaya karşı bir mücadele içindeydi, din ve devlet işlerini ayırmak, din ve hukuk, din ve eğitim, din ve idari yapılanma işlerini ayırmak, laiklik ilkesini geçerli kılmak için mücadele ediyordu. Mustafa Kemal de feodalizme karşı mücadele veriyordu, toprak reformu yapmak için, aşiret etkisini kırmak için, köylüyü ülkenin efendisi yapmak için, sanayileşmek için, kamusal üretim için mücadele ediyordu. Mustafa Kemal’in ortaya koyduğu ve kurduğu CHP’nin de temel ilkeleri haline getirdiği, cumhuriyetçilik, devrimcilik, devletçilik, halkçılık ve laiklik ilkeleri büyük ölçüde Fransız devrim sürecinden esinlenerek ortaya konmuştur. (Mustafa Kemal’in milliyetçilik ilkesi doğal olarak en çok tartışılan ilkedir; ancak bu ilke de ümmetçiliğin bir anti-tezi olarak, bir ulus devlet yaratmak amacıyla ortaya konmuştur; Mustafa Kemal, “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran halka Türk milleti denir” diyerek, ırkçı, şoven bir milliyetçilikten söz etmediğini açıkça göstermiştir).


Sosyalizm açısından bakıldığında, 1776 Amerikan devrimi, 1789 Fransız devrimi ve 1923 Türk devrimi elbette yeterli görülmeyebilir. Ancak söz konusu devrimler, dönemine göre, tarihsel koşullara göre, son derece ilericiydi. Nitekim sosyalizmin önde gelen kuramcılarından Karl Marx bile, ideal düzenin komünizm olduğunu söylemekle birlikte, Amerikan ve Fransız devrimlerinin, feodalizmi yıkmaları nedeniyle, ilerici olduklarını, feodalizmden kapitalizme geçiş sürecini sağladıklarını, dolayısıyla da komünizme zemin hazırladıklarını, mutlak monarşinin ve teokratik düzenin sona ermesinin de, insanlık tarihi açısından ileri bir aşama olduğunu vurgulamıştı. (Buna rağmen bizim bazı sözde solcularımız ve sosyalistlerimiz hala Mustafa Kemal’e neden burun kıvırır, onu küçümser ve aşağılamaya kalkar, bunu anlamak olanaklı değildir).


Elbette demokrasinin tek düşmanı mutlak monarşi değildir. Serbest seçimli çok partili parlamenter sistemde de demokrasi ortadan kaldırılabilir, anti-demokratik bir düzen kurulabilir. Bu nedenle, 18. Yüzyıldaki Amerikan ve Fransız devrimlerine rağmen, mesele 20. Yüzyılda da hala çözüme kavuşmamıştır. Elbette kapitalizm sorunu hala devam etmektedir ve Rusya’daki 1917 Bolşevik devrimi, sosyalist paradigmalarla sorunu kökten çözme denemelerinden birisidir. Ancak bizim şu anda sözünü ettiğimiz daha da başka ve basit bir konudur. Mesele, 18. Yüzyılda elde edilen bazı temel hak ve özgürlüklerin, 20. ve 21. Yüzyılda serbest seçimli çok partili parlamenter sistemlerde bile ortadan kaldırılması, demokrasinin rafa kaldırılması meselesidir.


Bunun en tipik örneğini de 20. Yüzyılın ortalarına doğru, Almanya’da, Adolf Hitler vermiştir. Hitler bir kral, çar, padişah değildi, unvanı Başbakan idi ve iktidara çok partili serbest bir seçimle gelmişti. O dönemde Almanya’da, birçok Avrupa ülkesine göre ileri denebilecek bir demokrasi geleneği vardı; çok partili serbest seçim vardı, basın ve düşünce özgürlüğü vardı, parlamento vardı; çok güçlü bir sol siyaset geleneği vardı; hatta yüzyılın başlarında, 1912 yılında, Marksist yönünü henüz kaybetmemiş olan Sosyal Demokrat Parti, hem Almanya’nın hem de Avrupa’nın en güçlü sol partisiydi ve tek başına iktidarda olmasa bile, parlamentoda çoğunluktaydı.


Birinci Dünya Savaşı’ndan Almanya yenik çıkmış, topraklarının önemli bir kısmına el konmuş, çok yüksek oranlarda savaş tazminatı ödemeye mahkûm edilmiş, savaştan sonra ekonomik bir çöküntü içine girmişti. Bu ortamda, Adolf Hitler, üyesi olduğu Nasyonal Sosyalist Parti’de hızlı bir biçimde yükselişe geçti, partinin lideri oldu, ekonomik ve sosyal açıdan ezilenlere, dar gelirlilere ve orta sınıfa yönelik mesajlar verdi, herkese iş garantisi sözü verdi, Almanya’yı yeniden kalkındırma ve dış güçlerin boyundurluğundan, baskısından kurtarma sözü verdi, komünistleri, sosyalistleri, sosyal demokratları ve Musevileri vatan haini ilan etti, bu odakların ülkeyi ve dünyayı gerilettiklerini savundu, Musevi düşmanlığı üzerine kurulu anti-semitist, ırkçı, şoven milliyetçi ve aynı zamanda anti-komünist bir politika ortaya koydu, dünyadaki tüm kötülüklerin kaynağı olarak sosyalistleri, komünistleri, Musevileri gösterdi. (Elbette bu partinin sosyalizmle uzaktan yakından bir ilgisi yoktu, ancak bu kavram o dönemde Almanya’da oldukça güçlü bir kavram olduğu için, bunun başına bir “nasyonal”, yani “milli”, yani “ulusal” sözcüğü eklenerek, milliyetçilikle sosyalizm arasında başarısız bir sentez kurma denemesi yapılmıştı). Nazi Partisi olarak da bilinen bu partinin 1928’de sadece 100 bin kadar üyesi vardı. Bu diğer partilere göre oldukça küçük bir orandı. Ancak Hitler kısa bir sürede, çok etkili bir propaganda ve örgütlenme modeli ile 1933 seçimlerini yüzde 44 oy oranı ile kazandı ve Almanya’nın Başbakanı oldu. Söz konusu seçim, anayasaya, yasalara uygun yapılan demokratik özgür bir seçimdi. Hitler’in seçildikten sonra yaptığı ilk işlerden bir tanesi ise, Cumhurbaşkanı Paul von Hindenburg’u ve meclisi, Almanya’nın komünist bir devrimin eşiğinde olduğu tezine ikna etmek oldu. Hitler, komünizmin ülkeyi ele geçireceğini, komünist bir devrimi önlemek için bazı olağanüstü önlemlerin alınması gerektiğini savundu. Cumhurbaşkanı’nın ve meclis üyelerinin çoğunluğunun onayıyla Almanya’da olağanüstü hal ilan edildi, bu çerçevede mecliste basın özgürlüğünü, toplu gösterileri, örgütlenmeyi sınırlayan, yargıçlara, savcılara, polislere olağanüstü yetkiler veren yasalar çıkartıldı. Hitler, Başbakan olduktan sonra, iki ay gibi kısa bir sürede, Almanya’yı bir polis devletine çevirdi, Almanya’nın “yasal” ve sivil diktatörü oldu. (Hitler sadece askerlik yapmıştı, asker kökenli değildi). Hitler daha sonra, ortalığa “komünizm gelecek” korkusu salarak, Sosyal Demokrat Parti de dâhil olmak üzere, tüm rakip siyasal partileri, sendikaları kapattı, kamu kurumlarına ve bürokrasiye, güvenlikle ilgili kurumlara, orduya, emniyete, istihbarata kendi yandaşlarını ve parti üyelerini yerleştirdi. Bu süreç içerisinde Hitler, Almanya’ya uygulanan silahsızlanma yaptırımlarını da ihlal etti, daha önce söz verdiği gibi, ağır bir silah sanayi geliştirdi, bu çerçevede milyonlarca işsiz insana iş buldu, 1936 yılında, hiçbir Avrupa ülkesinin yapamadığını başardı ve işsizliği neredeyse sıfırladı. Devlet bütçesinin büyük bir bölümünü silah sanayisine yatırdı ve daha sonra, ürettiği bu silahlarla, tanklarla, toplarla, bombalarla, tüfeklerle, uçaklarla vs. Almanya’nın “yaşam alanını” genişletmek gerekçesiyle, Avrupa’nın büyük bir bölümünü işgal etmeye kalkıştı, Musevi soykırımını planlayıp uyguladı, İtalya ve Japonya’daki faşist yönetimlerle de ittifak yaparak, insanlık tarihinin en büyük vahşetlerini ve katliamlarını gerçekleştirdi. Kendi ülkesiyle birlikte bütün Avrupa’yı ve dünyayı bir faciaya sürükleyen bu akıl hastası ve aşağılık insan, sonunda yenildi, ordusu, yandaşları ve kendisi yok oldu, ama bunun sonucu olarak, ister hıristiyan olsun, ister musevi olsun, ister taocu olsun, ister şintoist olsun, ister budist olsun, ister ateist olsun,  milyonlarca Alman, Rus, İngiliz, Amerikan, Fransız, İtalyan, Polonyalı, İspanyol, Portekizli, Hollandalı, Belçikalı, İskandinav, Yugoslav, Macar, Çek, Slovak, Bulgar, Romen, Arnavut, Yunanlı, Çinli ve Japon yaşamını yitirmiş oldu.


İşte 26 Ağustos 1789’da “Fransa Ulusal Meclisi” tarafından kabul edilen “İnsanın ve Yurttaşın Hakları Bildirgesi” bu açıdan önemlidir; Paris’in merkezinde, Rousseau ve Voltaire’in de gömülü olduğu Pantheon’daki ve Fransa’da birçok başka yerdeki binaların tepesine, altın harflerle yazılmış olan “Eşitlik, Özgürlük, Kardeşlik” sözcükleri bu açıdan önemlidir. Bu bildirge ve söylem sadece 18. Yüzyıla değil, 21. Yüzyıla da ışık tutacaktır.


Keşke öyle olmasaydı, 18. Yüzyılda bu iş artık çözülmüş olsaydı. Türkiye de dâhil, dünyadaki birçok ülke, hala 18. Yüzyılın bile ötesine geçebilmiş değil.

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Mağduru oynayan zalimler

Türkiye’nin seçimle iktidara gelen padişahına karşı yürütülen protesto gösterilerine katılan vatandaşlara, terörist muamelesi yapılmaya devam ediliyor

Darbeci Erdoğan

Erdoğan da şu anda, Mısır’daki darbeyi sert ve sistematik bir biçimde eleştiren dünyadaki nadir liderlerden birisi haline geldi

Gezinin sonuçları ve yararları

İstanbul’da Gezi Parkı’nda başlayan ve daha sonra tüm ülkeye yayılan, AKP hükümetini ve Recep Tayyip Erdoğan’ı protesto gösterilerinin üç büyük yararı oldu...

"
"