Seçim sonrası Türkiye’ye dışardan bakınca üç büyük çelişki göze çarpıyor. Birincisi seçim sonuçlarıyla ilgili. 12 yıldır görev yapan bir başbakan ve partisi yadsınması zor otoriterleşme ve yolsuzluk sinyallerine rağmen, dimdik ayakta duruyor ve seçimleri açık ara kazanıyor. Gezi ve 17 Aralık sonrasında, oldukça yıpranmış, yorulmuş ve asabi bir Erdoğan hem içerdeki rakiplerini hem de Batı’daki eleştirileri bir kez daha sandıkta hüsrana uğratıyor.
Türkiye genelini bir kenara bırakıp sırf İstanbul’a bakmak yeterli bu çelişkiyi daha iyi anlamak için. Nüfusu 15 milyona yaklaşan, yani orta büyüklükte bir ülke demografisine sahip bir megapol İstanbul. 20 yıldır şu veya bu şekilde Recep Tayyip Erdoğan yönetimi altında ve 20 yıl sonra gene Erdoğan diyor İstanbul devleti. Bu çelişkiyi cevaplamak için geriye bizim gibi liberallerin “demokrasi sadece sandık değildir” argümanı kalıyor. Doğru bir argüman tabii ki bu. Ama bahsettiğimiz çelişkiyi ortadan kaldırmaya yetmiyor. Eğer Türkiye gerçekten kötüye gidiyorsa neden halk gene Erdoğan’a oy veriyor? “Alternatifsizlik” demek kolaya kaçmak kanımca. Yazının sonunda bu soruya geri döneceğiz.
Gelelim Türkiye’deki ikinci büyük çelişkiye. Bu tezat Kürt meselesi konusunda. Herkesin kabul ettiği bir gerçek var: Kürt meselesi Türkiye’nin en ciddi ve de en zor sorunu. Rasyonel düşünen herkesin kabul ettiği başka bir gerçek daha var: bu soruna tek çözüm daha fazla demokrasi. Kürt kimliğinin tanınması, siyasi ve kültürel hakların verilmesi, Kürtçe eğitimin önünün açılması, federasyon, özerklik, otonomi gibi konuların tartışılması ve bu konularda Kürt meselesinin en somut gerçeği olan PKK ile müzakere edilmesi gerekiyor. Peki bu somut adımları kim atacak? Otoriterleşen Erdoğan ve AKP yönetimi. Bu da ciddi bir çelişki değil mi? Otoriterleşen bir Erdoğan, daha fazla demokrasi gerektiren hayati bir meselede neden en büyük umut ? “Erdoğan Kürtleri kandırıyor” dersek Kürtleri aptal yerine koymuş oluruz. Bu çelişkiye daha ciddi bir cevap bulmak gerekiyor. Bu konuya da birazdan geri döneceğiz.
Gelelim üçüncü çelişkiye. Türkiye’yi yıllardır geren İslamcılık, laiklik, kemalizm, yaşam tarzı, endişeli modernler, mahalle baskısı, alkol, tesettür gibi konular yerine ülkeyi çok daha sert ve tehlikeli şekilde kutuplaştıran, kurumları çökerten, hukuk kavramını yok den, devlet geleneğini sallayan, ve memleketi adeta bir üçüncü dünya ülkesine çeviren bir AKP-Gülen cemaati kavgası var şimdi. Türkiye’yi Batı ve Doğu, İslam ve Laiklik, ilerici-gerici gibi kavramlar çerçevesinde analize etmeye alışan bütün Batılı ve yerli gözlemciler şimdi ezber bozmak zorunda. Artık karşımızda Türkiye gerçeği olarak yeni bir tezat var: İslami kesimin kendi içindeki kavgası. Bu çelişki nasıl oluştu ?
Birinci çelişkiden başlayarak kısa cevaplar bulmaya çalışalım bu zor sorulara. Neden Erdoğan sürekli kazanıyor? Benim cevabım sosyo-ekonomik determinizmden ibaret. AKP en çok oyu hangi sınıfsal kesimden alıyor? Türkiye’nin en geniş toplumsal tabana sahip kesiminden. Yani dar gelirli sınıf ve de bu sınıftan alt-orta sınıf seviyesine yükselenlerden. Türkiye’de gittikçe büyüyen alt-orta sınıf ve dar gelirliler AKP’nin sosyal tabanı. Bu geniş halk kitlesinin gözünde temel öncelik ekmek kavgası ve sosyo-ekonomik hizmetler. Ülkenin en azından yüzde 60’lık kesimine tekabul eden bu yoksul, dar gelirli, ve alt-orta sınıfının gözünde AKP cumhuriyet tarihinin en başarılı partisi.
Yanlış anlaşılmasın. Elitist gibi argümanla “eğer ekmek derdindeyseniz, demokrasi, özgürlükler veya yolsuzluk önemli değil” diyerek bu geniş toplumsal kitleyi küçümsemek istemiyorum. Ama eğer ekmek derdindeyseniz ve karşınızda başarılı hizmetler sunan bir iktidar varsa neden ciddi bir alternatif arayışına giresiniz ? Bir de bu geniş halk tabanının tıpkı Erdoğan gibi muhafazakar ve pederşahi reflekslere sahip olduğunu hesaba katın. Geçmişte hor görülen dindar kitlelerin gözünde zaten AKP’den daha demokratik bir seçenek yok. Bu şartlar altında gidişat belli: ekonomik dibe vuruş olmadıkça bu yapısal dinamikler değişmeyecek ve de toplumsal kutuplaşma riskini göze alan Erdoğan, istediği takdirde Cumhurbaşkalığı konusunda sandık engeli yaşamayacak. CHP ise üst-orta sınıfın ve yaşam tarzı konusunda duyarlı, şehirli, eğitimli, Kemalist seçkinlerin partisi olmakla yetinecek.
Kürt meselesindeki tezata gelelim. Otoriter bir AKP, demokrasi gerektiren Kürt meselesine nasıl çözüm bulacak ? İşte burada Erdoğan’ın siyasi hesapları ve makyavelist pragmatizmi devreye giriyor. İşin oportünizm tarafı Çankaya hesapları olabilir. Ama aynı zamanda AKP’nin diğer partilere oranla ulusalcılık, Kemalizm, ve etnik milliyetçilik ile arasına en rahat mesafe koyan parti olduğunu da unutmamak gerekiyor. Ayrıca AKP Türkiye’nin Osmanlı zihinsel dünyasına en yakın partisi. Geçmişte Özal örneğinde olduğu gibi, Erdoğan da bugün Kürt meselesinin çözümünde yeni-Osmanlıcı vizyona sahip. Burada mesele demokrasiden çok pragmatik ve esnek bir zihin. Unutmayalım ki, Osmanlı döneminde Kürdistan yarı özerk bir konumdaydı. Pek de özgürlükçü olmayan Abdülhamit döneminde Kürdistan beylikleri ile kurulan pragmatik ilişkiler önümüzdeki yarı-özerk, yarı-federal döneme ışık tutabilir.
Son olarak Gülen-AKP çekişmesindeki çelişkiye gelelim. Askeri vesayet kalktı, Kemalizm tasfiye edildi ve İslamcı kesim kendi içinde bir iktidar mücadelesine girdi argümanı genel anlamda doğru, ama gene de yetersiz. Asıl hata İslamcılara ve dindarlara monolitik bakıştaydı. Zira Milli Görüş ve Nurculuk arasındaki çekişme yeni değil. Yeni olan iktidar pastasının büyümesi ve de Gülen cemaatinin önce askeri vesayet şimdiyse AKP ile mücadele nedeniyle boğazına kadar siyasete batmış olması. Kardeşler arasındaki kavga düşmanla kavgadan daha kindar olabiliyor maalesef. Türkiye’yi önümüzdeki sıcak yaz ve bu 3 çelişki çok zorlayacak.