23 Haziran 2024

Dünyayı ceketinin cebinden çıkarmak…

Derelerin yemyeşil bir coğrafyanın arasında saklana saklana denize aktığı bir doğanın içinde doğmuş ve oradan aldıklarıyla bir dönem mahpuslarda yatmış İşçi Partili babasından öğrendiklerini yine onun aldığı mandolinle birleştirmiş, tüm bunları da "Şair Ceketi"nin ceplerinde biriktirip herkesle paylaşmıştı."İnsanların okuduğu şeylerden bir vicdan oluşur" diyordu, söylediği şeylerden de bir vicdan emanet edip gitti bize

Kazım Koyuncu

Söz yazarı, besteci, yorumcu ve aktivist. Aslında onu, bir sanatçı olarak müzik literatüründe isminin önüne sıralanan bu sıfatlardan en sonuncusunu en başa yazarak anlatmak gerek. Besteleri vardı, şarkılar yazıyor ve söylüyordu ama sanki 0, bütün bunları yaparken büyük bir eylemin içindeydi. İnsanlık adına, doğa adına, eşitlik adına, barış, özgürlük ve insanca yaşam adına bir eylem. Bu eylemiyle kötülüğün, adaletsizliğin, zulmün sardığı hoyrat bir dünyaya kafa tutuyordu. Eline aldığı gitarı kollarıyla, bilekleriyle değil, yüreğiyle tutup kavrıyor, parmaklarını, dünyaya dair duruşunu sazının tellerine vurarak anlatabilmek için gerekli bir araçmış gibi gezdiriyordu enstrümanının üzerinde.

Onun şarkıları, besteleri, yepyeni formlarla bizlere sunduğu Gürcü, Laz halk türküleri, salt birer müzik eseri olarak değil de içinde başka mesajlar saklanmış müzikli iletiler gibiydi. Eylem ve söylemleriyle, şarkılarının ardına uzanabilmeye gerek oluşturan, bizi belki de asıl orayı dinlemeye çağıran bir sahne filozofuydu. Söylenen kadar söyleyene de bakabilmek gerekti, Kâzım Koyuncu'yu dinledim, anladım, hissettim diyebilmek için. Onu ve şarkılarını birbirlerinden ayırmadan dinlemek, yeni evrenler, koridorlar, derinlikler açıyordu. Şarkılar kendi içlerinde çoğalıyordu: Pançol'un derelerinin söylediğini, meydanlarda yükselen sloganları, hasat zamanı çay bahçelerinin yemyeşil neşesini, mahpusluğu, isyanı, emeği ve paylaşmayı bir bütün olarak görülür, algılanır hale getiriyordu şarkıları. Sesi ve yorumu, hayatı insanca yorumlayışından ve öyle de yaşayışından alıyordu etkisini.

Derelerin yemyeşil bir coğrafyanın arasında saklana saklana denize aktığı bir doğanın içinde doğmuş ve oradan aldıklarıyla bir dönem mahpuslarda yatmış İşçi Parti'li babasından öğrendiklerini yine onun aldığı mandolinle birleştirmiş, tüm bunları da "Şair Ceketi"nin ceplerine doldura doldura İstanbullara gelmişti. Bu yüzden Kâzım Koyuncu, o hepimizin severek dinlediği Didou Nana'lardan, Uy Aha'lardan, Gelevera Deresi'nden, Hayde'lerden çok daha fazlasını söyledi bu topluma. Fakat Türkiye, kulak verip dinlenmesi, dikkate alınması gereken fikirler ile tepki gösterilmesi, itiraz edilmesi gereken söylemler arasında hep bir ters orantının var olduğu bir ülke. Tarih boyunca bu toplum hep duymak istediğine kulak kesildi, popülist, yüzeysel, hamasi beyanatları önemli, değerli fikirlere tercih etti. Tıpkı Çernobil nükleer santrali faciası sonrası yaşananlar gibi. O yıllarda bölgeye yakınlığı nedeniyle, Kâzım'ın da memleketi olan Doğu Karadeniz'de üretilen çayların radyasyonlu olduğu tartışması başlamıştı. Karadeniz çayını kameralar karşısında içen dönemin Sanayi Bakanı Cahit Aral'ın "Dinine imanına inanan, radyasyon var demez" açıklaması işte o hep duyulmak isteneni duyuruvermişti! Oysa yıllar sonra o faciaya bağlı sağlık sorunları nedeniyle yaşamını kaybedenler gibi kansere yenik düşerek aramızdan ayrılacak olan Kâzım Koyuncu'nun hırçın bir Laz uşağı olarak söyledikleri, konformist kulaklar için ağırdı:

"O çayı içen biri geri zekâlıdır. Ben kendi zekâmla ve felsefemle ölümü, hayatı uzatabilirim, kısaltabilirim, her şeyi yapabilirim. Peki, benim köyümdekiler, anasının kuzusu çocuklar, 16 yaşındaki kız, o neyi düşünsün, hangi felsefeyi düşünsün? Onun annesi hangi felsefeyle acısını yumuşatsın? Sen kimsin, o acıları onlara tattırabiliyorsun? Bu ülkenin politikacılara, yalancılara ihtiyacı yok. Kendi onuruna sahip çıkmış, kendi kişiliğine sahip çıkmış hâline ihtiyacı var…"

Fırtınalı Karadeniz'in bu sivri dilli, hırçın çocuğunun müziği de protest olmalıydı elbette. Zihinlerde sert rüzgârlar estirmeliydi. Rock müziğin o bıçkın, sarsıcı ve keskin formu, Kâzım ve arkadaşları için Lazca, Gürcüce, Megrelce, Hemşince sözlerle dünyaya meramlarını anlatacak en iyi yoldu.

Üniversite öğrenimi için geldiği İstanbul'da Siyasal Bilgiler Fakültesi'ndeki öğrenciliğini bırakacak, dünyaya söyleyeceklerini siyasetçiler gibi hamasete bulayarak değil bir gitarla bağıra bağıra söylemeyi tercih edecekti.

Kemençeyi, tulumu, kavalı, elektrogitarla, bateriyle, modern müzik formlarıyla birleştirdi, memleketinin köylerinde yapıldığı gibi bir odun ateşinin üstüne yerleştirilen kocaman bir kazana koyup çevirdi, karıştırdı, iyice pişirdi. Etnik müziklere olan ilgisi, Güney Kafkasya'nın, Megrel halkının, Gürcülerin, Lazların en sahici seslerini, birbirine çok yakın coğrafyalarda ama farklı kültürler içinde yetişmiş insanların dünyayla ilişkisini anlama merakındandı.

Okuyup, araştırıp, unutulmaya yüz tutmuş dilleri, değerleri, şarkılara dönüştürerek yeniden hayata kattı. "İnsanların okuduğu şeylerden bir vicdan oluşur" diyordu, söylediği şeylerden de bir vicdan emanet edip gitti bize. 25 Haziran 2005 tarihinde, o sıcacık gülüşü, o insan duruşuyla içimizde bir yerlere saklandı kaldı:

"Hiç başımızdan eksik olmayan gökyüzüne, günün karanlık saatlerine, ara sıra kopsa da fırtınalara, bir gün boğulacağımız denizlere, eski günlere, neler olacağını bilmesek de geleceğe, kötülüklerle dolu olsa bile tarihe, tarihin akışını düze çıkarmaya çalışan tüm güzel yüzlü çocuklara, Don Kişot'lara, ateş hırsızlarına, Ernesto Che Guevara'ya, yollara, yolculuklara, sevgililere, sevişmelere, sadece düşleyebildiğimiz olamamazlıklara, üşürken ısınmalara, her şeyden sıcak annelere, babalara ve tadını bütün bunlardan alan şarkılara kendi sıcaklığımızı gönderiyoruz. Kötü şeyler gördük. Savaşlar, katliamlar, ölen-öldürülen çocuklar gördük. Kendi dilini, kendi kültürünü, kendisini kaybeden insanlar, topluluklar gördük. Yanan köyler, kentler, ormanlar, hayvanlar gördük. Yoksul insanlar, ağlayan anneler, babalar, her gün bile bile sokaklarda ölüme koşan tinerci çocuklar gördük. Biz de öldük. Ama her şeye rağmen bu yeryüzünde şarkılar söyledik. Teşekkürler dünya."

Ömer Sercan kimdir?

Ömer Sercan 1974'te Bursa'da doğdu. İlk ve orta öğrenimini Eskişehir ve Bursa'da tamamlayarak İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi'nden mezun oldu.

Öğrencilik yıllarında İstanbul Üniversitesi Fotoğrafçılık Kulübü'nde başlayan uğraşını zamanla bir mesleğe dönüştürerek ulusal gazete, dergi ve TV kanallarında muhabir/editör olarak çalıştı.

Türkiye'nin önemli medya kuruluşlarında muhabirlik/editörlük, farklı içerikteki TV yayın ve yapımların program danışmanlığı, metin yazarlığı ve yayın editörlüğünü üstlendi. Çok sayıda tanıtım/ belgesel/reklam filmlerinin senaryo/metinlerini yazdı.

Türkiye'yi şarkılardan dinlemeye ve yazmaya devam ediyor.

Yazarın Diğer Yazıları

Bir yer bulsak "Dünyadan Uzak", orası da dünya olmaz mı?

 Teoman'ın "Paramparça"sını Müslüm Gürses'in yorumuyla dinlediğimizde olan neyse burada da o olmuş. "Dünyadan Uzak"ın bu erken cover'ında olduğu gibi, dinleyiciler olarak bizim ayarlarımızla oynayan bu tür girişimlere, sonuç böylesine içeriye çalışır, kalbe dokunur olabiliyorsa her zaman gönüllü varız

Hepimiz Esmeray'ın askerleriyiz…

Kuzey Afrika kökenli bir babadan aldığı teninin koyu rengiyle, ışıl ışıl parlayan kocaman gözlerinden yayılan aydınlığın oluşturduğu o kontrastı sevdik biz. Kısık, tozlu, teni gibi hafif yanık o sesinden bir anda tüm Türkiye'ye yayılan pazarlıksız icrayı, o samimiyeti sevdik. Unutmadık Esmeray'ı…

"Niyazi Köfteler", birleşsin köfteciler…

Karaca, "Niyazi Köfteler"i yazdığından bu yana 32 sene geçti. Hükümet ne kelime, rejim bile değişti. Ama köfte, Türkiye kültürü, müziği ve siyasi hayatındaki belirleyici rolünü hâlâ sürdürüyor