"Ne ağlarsın benim zülfü siyahım, Bu da gelir, bu da geçer ağlama"… Bu ölümsüz dizeleri mütemadiyen söylemeye her daim sebebin olduğu dertli bir coğrafyada yaşıyoruz. Âşık Daimi'nin bu kült türküsünü ilaç niyetine arada bir söylemeli, hatta yutmalı. Tarihi boyunca hep zor günler geçiren, zor zamanlardan geçişi bir türlü bitmek bilmeyen bir ülkede, türküleri, şarkıları kendimize müsekkin yapa yapa yaşıyor, kimimiz aç kimimiz tok karnına yutuyoruz.
Bünyelerde iki etki yapıyor bu güçlü ilaç; ilk bakışta sözlerinin direkt çağrısıyla akan gözyaşımızı durdurmaya yeltensek de sonra birden beyhude bir çaba olduğunu fark ediyoruz bunun; azalmak bir yana daha çok yükseliyor göz pınarlarımızın tuzlu suyu.
Âşık Daimi, sözüyle, bestesiyle yüzlerce eser bırakarak 51 yaşında hayata veda etti. Adı, sanki iki yüz yıl öncesinin büyük halk ozanlarındanmış gibi kulaklarda yankılanan bu büyük usta, çok değil 1983 yılında göçtü buralardan. Âşık Daimi gibi başımıza gelen felaketlere, dünyanın kahrına katlanabilmemiz için bize ağıtlar, deyişler, türküler yapıp bırakan pek çok ozanımız var elbette. Ama 'Ne Ağlarsın', ulusça söyleyebildiğimiz, belki yediden yetmişe bildiğimiz can yakıcı türkülerin başında gelir. Bugünün ağır havasında milletçe hep birlikte bir türkü söylemeye kalksak 'Ne Ağlarsın'ı tereddütsüz seçerdik. Yangınlarla kavrulan, sellerle savrulan, salgının üzerimize çöktüğü, kaygıların bunalttığı, neye üzüleceğimize şaşırdığımız bu günlerde birinin bize, 'Bu da gelir, bu da geçer' demesine çok ihtiyacımız var.
Âşık Daimi'nin bizlere hep umutlu olmayı, başa gelen her felaketin geçtiğini, geçeceğini, bin yıllık bir Anadolu bilgeliğinden damıtıp adeta bir anne iyimserliğiyle söylediği bu türküyü, 90'lı yıllarda ve sanırım yine acı bir olayla sarsıldığımız günlerde Ali Kırca ekranlara taşımıştı. Sezen Aksu'nun 'Işık Doğudan Yükselir' albümünün de çıkışına denk gelen yine kasvetli bir dönemdi ve o albümün içinde de yer alıyordu 'Ne Ağlarsın'. Teselliyi hep beraber bu efsane türküde aramış, kendimizi rahatlatmaya çalışmıştık.
Bugünlerde biri, sahaya giren seyirci gibi, ekranlardaki tartışma programlarında canlı yayına girip birden elindeki bağlamayla 'Ne Ağlarsın'ı çalıp söylemeye başlasa, kimse müdahale etmeyip herkes koyverecek sanki kendini. Dokunsalar ağlayacak milyonlarca insan, her gün, her sabah uyanıyor, üst geçitlerden sel gibi akıp otobüslere, metrolara biniyor, işe gidiyor, çalışıyor, akşam da korunaklı kalesine, evine dönüyor. Bu döngünün herhangi bir yerinde, mesela minibüste, şoför kazara 'Ne Ağlarsın'ı çalsa, birden kırılacak ortalık. Herkes başını yanındakinin omzuna koyacak, hüngür hüngür ağlayacak. Kurşun gibi ağırlaşan hava çatırdayıp dağılacak, müsilaj sarmış gibi bizi nefessiz bırakan gökyüzü, bir damlayla boşaltıp atacak kirli yükünü.
Neredeyse genetik bir aktarımla nesilden nesile taşımayı başardığımız yufka yüreklerimiz, bu günler için var. İbo Show'da Yılmaz Vural bile söyledi bu türküyü daha ne olsun. Lig başladı, İstiklal Marşı'ndan sonra iki dakika tribünlerde söyleyelim, ana haber bültenleri bu türküyle açılsın, vapura binerken iskele yolcu salonlarında çalınsın, hastane koridorlarında, tapu müdürlüklerinde, vergi dairelerinde, sinemalarda, AVM'lerde duyulsun, iyice yansın canımız. Söyledikçe ağlayalım, kendimizden geçene, bayılana kadar dinleyelim. Felaketlere karşı resmi ulusal direnç türkümüz olarak ilan edilsin, her kaybımızda, her acımızda, her felakette yeniden ayağa kalkmak için gücümüzü ondan alalım.
Zor zamanların türküleri daha bir değerlidir. Her insanın içindeki garibe, yufka yürekliye, kaybedene, tutunamayana seslenir böyle türküler. Ya da her insanda, tek hücreli canlı kadar da olsa bulunan garibi, eliyle koymuş gibi bulup çıkardığı için efsaneleşirler belki de.
Türküler, şarkılar giderek daha çok lazım olacak bize. Ağlarken de gülerken de. Ne yapacağımızı bilemeyecek, efkâr basınca bir sigara yakar gibi, sarılacağız bir türküye. Yaşadığımızı anlayabilmek için, insan kalabilmek için artık tek çaremiz türkülerimiz, şarkılarımız.
Şarkı, türkü mü söylüyoruz, öyleyse varız...
* * *
Rock ve funky tonlarla sentezledikleri müzikleriyle başarılı işlere imza atan Geeva Flava, bu kez doğaya kulak kesilmiş. İstanbul artık daha fazla eksilmesin, çevre yok edilmesin mesajları taşıyan Mağlova Projesi'yle doğaya ve insana dönüşe ses veriyorlar. Mimar Sinan'ın tarihi Mağlova Su Kemeri'nin üzerine çıkıp doğa kıyımına notalardan bir baraj kuran ve çevreye, kültürel mirasımıza karşı daha hassas olmaya çağıran Geeva Flava'yı destekliyoruz.