“Düşün, olasılık, atom fiziği ve bizi biz eden amansız sevda…” Ahmed Arif’in bu dizesi, bir siyasi tutsağın ranzasında doğrulup koğuşunun camından yıldızlı gökyüzüne bakarkenki bilinç berraklığının dizesidir. O berrak zihni nedeniyle içeridedir zaten. Nâzım’ın hapishane avlusuna inen yıldızlı geceye, “Açıldı demirlerin dışında, büyük, laciverdi bahçem” deyişi gibi dört duvarın içindeyken dünyanın muhteşemliğini, kozmik dengeyi ve bunların arasında varoluşunu anlamlandıran sevdalandığı ne varsa yan yana getirip aynı cümlenin içinde kullanabilen bir bilinç mahkûm edilemez, bütün bunlara aklı ermediği için hoyratlaşan muktedirlerin esiri edilebilir sadece.
Diyarbakır’dan Mamak’a, Sansaryan Hanı’ndan Silivri’ye, Türkiye’nin zindanları eşitlik, adalet ve özgürlük ideallerinin bedelini kimi zaman hayatlarıyla ödeyen esirlerle doldu. Zindanların karanlığını da olasılığı, atom fiziğini ve sevdasını birleştirerek düşünen o parlak zihinler aydınlattılar yazılarıyla, şiirleriyle, türküleriyle. Mahpusluk, Türkiye’nin özgürlükçü aydınları için hayatın doğal döngüsü içerisine yerleşen, yaşamın geçilmesi gereken aşamalarından biridir. Buralarda düşünen insan doğar, büyür, yaşar, hapse girer ve ölür, budur akıp gitmekte olan hayatın kısa özeti. İçeride tutsak olmaya dışarıda esaret altında yaşayan milyonlar olduğunu söylemenin sebep olduğu bu düzende içeri düşen aydınların, yazarların, şairlerin mücadeleleri, yüreklerine batırdıkları kalemlerinden çıkan dizelerle daha da ölümsüzleşti.
Nicedir ‘içeri’nin ‘dışarı’yla kavramsal olarak bir farkının kalmadığı bir zamanda, sanki yaşamıyor da volta atıyor gibiyiz. Mahpushane türküleri de bir başka anlama bürünüyor bizim bu zincirsiz esaretimizde. “Şafak Türküsü, “Aldırma Gönül”, “Metris’in Önünde Durdum”, “Hapishanelere Güneş Doğmuyor”, “Mapusun İçinde Üç Ağaç İncir” ve daha nice şarkılar, türküler, zindanlardan bu ülkeye armağan ağıtlar oldular. Bir güzelin uğruna içeri düşenlerle güzel bir ülke uğruna mücadele edenleri buluşturan yurdumun mahpushane avlularından bir iç çekiş gibi yükselen bu türküleri, boynumuza yafta gibi asarak kederle, isyanla söyledik, söylüyoruz, söyleyeceğiz.
Çünkü şarkıların, türkülerin, yalın gerçekleri fark etmemiz için binlerce sayfalık kitaplardan daha dokunaklı dilleri vardır. Kolları vardır sarar, kucaklarlar. Yaraların üzerine merhem olur sürülürler. Kalan Müzik, en bilinen mahpusluk türkülerini, 2005 yılında yayınladığı Mahpushane Türküleri albümüyle ilaç niyetine bir araya getirerek müziğin ecza dolabına merhem gibi koymuş, arşivlere önemli bir çalışma kazandırmıştı.
Yaşar Kemal’in deyim yerindeyse Anadolu toprağını kazarken bulup derlediği dizelerle bestelenen, mahpushane türkülerinin liste başı “Mapusun İçinde Üç Ağaç İncir”i dinlerken, bizim ‘yalnız ve güzel’ zindanımızın farkına bir kez daha vardım: İçinde uzun uzun yolların, arabaların, caddelerin, sahillerin, ağaçların, sinemaların, fabrikaların, tarlaların, denize çıkan sokakların, martıların, simitçilerin olduğu, göğünde de boncuktan kuşların uçuştuğu büyük bir zindan…
“Mapusun İçinde Üç Ağaç İncir”i Çimen Yalçın’ın bozlak okur gibi kavrulup yanarken bir anda soul rengine bürüneveren, hem yakıcı hem serin, sanki Batı ile Doğu arasında hızlı ve dupduru akan bir nehir gibi debisi yüksek güçlü geçişlerle dolu sesi ve yorumu, zindanımı bir kez daha sevdirdi bana. Yıllarca bağlamanın taşıyıp getirerek yüreklerimize yerleştirdiği bu türkünün, çok başarılı bir yeni düzenlemeyle ve yine aynı itinayla getirilip yüreğimize bırakılışını sevdim. Çimen Yalçın’ın “Bu Toprağın Ezgileri” albümünü, hele de “Hey Lê Çuka Serê Darê & Ji Bir Nabe” (Hey ağacın üzerindeki kuş…) yorumunu ve eserin muhteşem kompozisyonunu, ellerimizin arasından uçup, kayıp giden, yitip gitmekte olan ne varsa hepsi adına yazılmış bir ağıt gibi, çaresizlikle umut arasında savrula savrula dinledim.
Yitip giden ömürlerinin gölgesinde kim bilir kaç tutsak, “Yatarım yatarım gün belli değil” dizesinin korkutucu sonsuzluğunda boncuklardan ördüğü el işi ‘mapusluk kuşları’ndan yapıp astı ranzasının bir köşesine. Seçmenlerin kontrgerillaya dönüştürülmek istendiği, vekillerinin bile sopa gösterilip hizaya çekildiği bir ülkede ‘içeride’ olmasak da dışarıda da sayılmayız. Boncuktan kuşlarımızı yapıyoruz biz de ‘dışarıda’, asıyoruz aynaların üstüne. Türkülerle besliyoruz ağaçların üzerindeki boncuktan kuşlarımızı, çünkü biliyoruz ki gün gelecek uçacaklar…