Dışarıdan bakınca ‘Ne kadar da neşeli biri’ dersiniz. ‘Dünya yansa yorganım yok içinde’ tavırlarıyla, hayatın maddi kazanımlarına önem vermeyip bir boş vermişlik içinde gününü gün eder görünen halleriyle, hafifliklerine imrendirirler herkesi. Oysa çoğu zaman, hayatın insana ağır gelen yükleriyle çok erken yaşlarda tanışmış olmanın bir sonucudur bu hafiflik isteği. İnsanın maruz bırakıldığı en çetin dertlerden olan yoksulluk, neşeyle öfke, umutla karamsarlık arasında zor bir dengeye oturtur hayatı. Ağır yükleri yüklenip hamallık yapan babasının geçindirmeye çalıştığı bir aileye doğan Angel Yordanov Popov da bu çıldırtan dengenin ağırlık noktaları arasında sıkışarak, ezilerek, bükülüp kıvrılarak büyüdü.
Yoksulluk ve gariplik, insan için dünyaya karşı büyük bir farkındalık alanı açıyor. Yaşamı oluşturan parçaların içinden hangilerinin değerli olduğunu kavrayabilmeye yönelik hassas bir içgörü yaratıyor. Fakat bir taraftan da ikisi tam olarak aynı şey değiller: Yoksulluk daha çok maddi imkânların kısıtlılığı iken gariplik hayata karşı bir gönül duruşu, insan için değerli olanı seçip kavrayabilme becerisinin verdiği yürek bilgeliği. Kimse yoksul olmasın, yoksulluk kalmasın ama o yürek garipliği zengin-fakir herkese lazım. Fakirliğin pençesinden sanatıyla kurtulan Angel Yordanov Popov ya da hepimizin bildiği sahne adıyla Ciguli, yoksulluğu yense de o gariplerdendi aslında. Babasının ölümüyle küçük yaşta kardeşlerine baktığını, zaman zaman yiyecek bir lokma dahi bulamadıklarını anlatan Ciguli, yıllar sonra ünlü olup çok para da kazandı ama ‘Çok insan’ diye tanımladığı şöhreti pek sevemediğini, zaman zaman bundan korkup, kaçıp köşesine çekildiğini de yine bizzat kendisi söyledi. Bulgaristan Türklerinin 1980’lerin sonlarına doğru maruz kaldıkları büyük baskılar, iki ülke arası diplomatik bir soruna dönüşmüşken zamanın Başbakanı Turgut Özal’ın sınır kapılarını açması, Ciguli’ye de yepyeni bir hayatın kapılarını açacaktı. Türkiye’ye geldiği ilk yıllarda, 1990’ların başında Kumkapı’da restoranlarda, müzikhollerde çalışmaya başladı. Sesi, akordeon çalışındaki ustalığı ve renkli şovlarıyla ünü yayıldı. İnsanları eğlendirmeye karşı içinde hissettiği zorunluluk, 90’ların siyasi ve ekonomik krizler içerisindeki Türkiye’sinin tam da ihtiyacı olan bir karakteri ekranlara taşıdı. Doların birkaç ayda neredeyse iki katına çıktığı, Cumhuriyet tarihinin en büyük cari açıklarından birinin görüldüğü, küçük esnaftan büyük bankalara çok sayıda işletmenin battığı ve binlerce çalışanın işsiz kaldığı bu çalkantılı dönemde, bol sulu magazin programları ‘Televole’lerle yüzümüz başka tarafa çevrilip güldürülüyorduk. Sesi, enstrümanı ve onlarla birleşen mimikleriyle ‘eğlendirme yeteneği!’ keşfedilen Ciguli de Kumkapı meyhanelerinden çıkıp ‘Televole’lerle evlerimize kadar girmişti. 1999 yılında yaptığı ‘Binnaz’ şarkısıyla da, milyonların tanıdığı ünlü bir sanatçıydı artık.
Rekor artışlarla yükselen Dolara kırpma konfeti muamelesi yaparak değersiz kâğıt parçacıkları gibi havaya saçtığı klipleriyle cari açığı olmasa da halkın tansiyonunu düşürdü. Fakat sesini tizden pese, ince ve kalın ses aralıkları arasında hünerle oynatışı, yaptığı müziğin, yazdığı şarkıların melodik renkliliği, hele de virtüöz seviyesindeki akordeon icrası ile müzik dünyasından pek az isim ilgilendi. Aradığı müzikal payeyi ise Alman bir sanatçıda buldu: Balkan müziğini tekno altyapılarla yorumlayan Shantel’in çok başarılı bularak albümüne aldığı şarkısı Binnaz, Avrupalının da kulağına çalınacaktı artık. Birkaç yıl içinde Dolar gibi çok hızlı yükselmişti Ciguli; Bulgaristan’daki arkadaşlarının seri akordeon çalışını o yıllarda yeni çıkan, dönemin en gözde arabasına benzeterek Zhiguli (Bizim Murat 124’ün Rus versiyonu) dedikleri Ciguli, iyi bir müzisyendi. Sesini de akordeonunu kullanışı da aynıydı; ikisini de kasıyor gevşetiyor, uzatıp kısaltarak, esnetip gererek kıvrım kıvrım büküyor, sesiyle de sazıyla da ustaca oynamayı başarıyordu. Bu melodik büküm ustalığına, vücudunun deformatif hareketlerini de katarak sahne şovlarını bütünlüyor, sazı, sesi ve bedeniyle sahnede sanatını içinden geldiğince yaşıyordu o… Sahne şovlarında, vücudunu hızla yaklaşan bir cisimden son anda kurtarmak istercesine seri hareketlerle geri çekişi, eğilip bükülüşü, hayatın kendisine yönelen darbelerini savuşturmayı öğrendiği çocukluk yıllarından kalma reflekslerin sahne koreografisine dönüşmüş haliydi sanki. İçindeki sanatçıyı, Sabır’a yaptığı yorumla, Roman ulusal marşı Dzelem Dzelem’deki romantizmiyle, kısa ömrüne sığdırdığı altı albümündeki şarkılarla gösterdi görmek isteyene. Dolar bugün yine rekorlar kırıyor, ama artık ona ayar verip konfeti gibi saçacak bir Cigulimiz yok. Çok yıpranan garip gönlüne yuva olan hassas kalbi, daha fazla bıçak saplanmayı kaldıramayarak ameliyat masasında durdu. Bugün 7.ölüm yıldönümü… Avrupa’nın ve Balkanların değerli müzisyenlerinden Ciguli, yine de kimseye şikâyet etmeden muzip muzip bakıyordur bir yerlerden dünyaya…