24 Şubat 2025

Ölü Komünist! Sabahattin Ali

Sabahattin Ali’nin ölümünden tam yetmiş yedi yıl sonra Gökçer Tahincioğlu’nun önümüze serdiği, ilk kez ortaya çıkan belgeler, tek tek incelenip düşünmeye, hatta üzerinde soru sormaya, yorum yapmaya değer

Gökçer Tahincioğlu’nun yeni romanı  “Sabahattin Ali’yi Ben Öldürdüm” günlerdir  elimdeydi. Sayfalar boyunca okuyucuyu diken üstünde tutup, iki önemli öyküyü iç içe geçirerek işleyen Tahincioğlu,  “araştırmacı gazeteciliğini”  dört dörtlük konuşturmuş. 

Sabahattin Ali tutkusunu kendisine aşılayan ablasının genç yaşta ölüme sürüklenişini, dur durak tanımadan o cinayetin faillerini arayışını dile getiren yazar, geriye dönüşlerle çocuklukta Bursa’da geçirdikleri o mutlu günleri, rüzgara karşı koşup yarıştıkları anları, müzik ve kitaplar eşliğinde yaşadıkları o güzelim abla-kardeş ilişkisini öyle sürükleyici bir dille anlatmış ki…

Kendisini ne kadar ezmeye, değersiz, umarsız göstermeye çalışsa da ablasına bu ölçüde sevgi duyan bir adamın asla “kötü biri” olamayacağını düşünüp “kendisine niye bu işkenceyi yapıyor?” Diye soruyorsunuz.

-“İki öykünün iç içe geçmişliği” dedim, aslında kitap bir anlamda bu yüzden bir tür otobiyografi de sayılamaz mı? Sayfalarda gezinirken bunu sık sık düşündüm, çünkü Tahincioğlu, yaşamına dair kimi bilinmeyenleri de kimseye, hatta sevdiği kadına bile açmamışken bize o özel diliyle sunuyor. Yaşamının baharındaki genç kadının (abla)  kendi kullandığı arabayla bilinmeyen birileri tarafından düz yolda sıkıştırılarak ölüme sürüklenişi, Tahincioğlu’nun  bu cinayetin faillerini bulma çabası, okuru kitaba sıkı sıkıya bağlasa da, “asıl mesele”ye bir an önce ulaşmak için, sayfaları hızla tüketip Sabahattin Ali suikastinin arkasındaki gerçekleri öğrenme isteği” ağır basıyor. Hatta zaman zaman “keşke bu iki öykü, ayrı ayrı kitaplaştırılsaydı” diye düşündürüyor. 

Sabahattin Ali’nin ölümünden tam yetmiş yedi yıl sonra Gökçer Tahincioğlu’nun önümüze serdiği, ilk kez ortaya çıkan belgeler, tek tek incelenip düşünmeye, hatta üzerinde soru sormaya, yorum yapmaya değer. Milli Emniyetin fişleme belgelerinin ilk sütununda değerli yazar şöyle tanıtılıyor:

-Adı-soyadı:Sabahattin Ali

-Baba adı: Selahattin

-Doğum yeri ve tarihi:Ayvalık 1323, 

-Hakkındaki bilgi özeti: Ölü KOMÜNİST

O fişlemeyi kağıda döken resmi ünvanlı kişilerin yüzüne haykırarak bugün bile sormak istiyor insan:

-Sabahattin Ali’nin, yazarlığını, çevirmenliğini, öğretmenliğini bal gibi biliyordunuz da bu sıfatlarını övgü olmasın diye mi kullanmadınız? Fişte sadece “komünist” deseydiniz, yetmez miydi? Düşmanlık edip, “ölü komünist” diye yaftaladığınız, öldürülüşüne seyirci kaldığınız değerli yazarı böylece  “suçlu göstermek, değersizleştirmek” mi istiyordunuz?

Tahincioğlu, ilk kez ortaya koyduğu belgeler başta olmak üzere, daha önce yazılmış olanlarla sentez yaparak, kendi varsayımlarını da ekleyerek, yıllardır netlikle çözülemeyen bir cinayetin öyküsünü heyecan verici bir kurguda dile getirirken pek çok şey düşündürüyor:

-Komünist ideoloji suç mudur? Cezası ölüm mü?

-Gladyonun elini kana bulaması bu kadar kolay mıdır?

-Bunca yıl tanık olduğumuz faili meçhul cinayetler için resmi ünvanlı kişiler hiç mi pişmanlık duymaz da hepsi gizli kalır? Hatta yenileri bile hala yaşanır? (**)

-Bu cinayetlerin eğer gladyo tarafından işlendiği iddiası doğruysa, bizi yönetenlerin savunmasına nasıl bir dayanak teşkil eder?

-Bu  karanlık işler  hangi yaraya merhem olmuştur da, tezgahlayıcıları bunca yıl korunup sütre arkasında bırakılır?

Ahh! İşte böyle…

Kapağını gece geç saatlerde kapattığım kitabımı başucuma yerleştirdim. 

Bundan böyle kolay kolay uyuyamayacağını biliyorum. Her sayfada  altını çizdiğim satırları tekrar okumaya niyetliyim, zaten okuduklarımdan kaynaklı bir görüntüyü ne kadar uğraşsam da belleğimden silemiyorum, hani Gökçer tanımadığı birisi tarafından konumu çok gizli tutulan bir yerleşkeye götürülüyor. Orası istihbarata ait bir büro olmalı, bütün kayıtların dijital hafızada tutulduğu bir yer:

-Merdivenlerden inmeye başlıyoruz, bir kat daha, bir kat daha… Gün ışığı girmeyen katlardaki kapılardan birini anahtarla açıp bana bekle diyor, büyük bir salona giriyoruz, salonun en dip köşesindeki ekranın başına yürüyor. Açılan ekrana Sabahattin Ali yazıyor. İki ayrı klasör beliriyor ekranda. Birinin üzerinde büyük bir kilit resmi var. Bu diyor, sadece ve sadece başkan ve bir yardımcısı tarafından açılacak bir dosya, merak edip de açmamışlar bu tarihe kadar. 

Güya su basmıştı ve hiç evrak yoktu, aileye öyle söylemişlerdi diyorum…

İşte Sabahattin Ali’nin ölümüne ilişkin gizemi bu kitapta, Gökçer’in anlatımıyla ve açığa çıkardığı belgelerle az çok öğrenmiş olduk. Sözde katil Ali Ertekin’in, “milli hislerle öldürdüm” deyişinin boş laf olduğuna iyice inandık. Kitapçılar, “ölü komünist”in artık telif hakkı filan da kalmadığı için bütün romanlarını defalarca basarak zengin oldular. Genç kızlar “Madonna’yı kürk mantosu” için sevip okudular. Olsun, ekrandan biraz olsun koptular ya… 

Filiz Ali neden devleti dava etmedi? Babasının ölümü aslında “toplumsal aydınlanmaya” karşı bir insanlık suçu değil miydi? Zaman aşımına asla uğramazdı öyle değil mi? 

Peki o gizli arşivdeki bilgisayar ekranında açılan  diğer dosyada ne var? 

-Amann, dokunan yanar! Bunca yıl sonra bile gizli tutulmalı, asla kapağı açılmamalı…

-Sadece başkan ve yardımcısı tarafından görülebilen dosya ne anlatıyor? Bunca yıldır  neden merak edilip açılmadı? Sabahattin Ali’nin ölümü Ali Ertekin denen katilin elinden olmadıysa bu pis işi kim yaptı? Yoksa resmi görevliler tarafından sorgulanırken, işkenceyle mi yok edildi Sabahattin Ali?


(*) https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Sabahattin_Ali

(**) https://www.bbc.com/turkce/articles/cly474xlw0wo

Yazarın Diğer Yazıları

Atatürk’ün elindeki kılıcı da sökün bari!

Prof. Dr. Tankut Öktem imzası taşıyan "Atatürk ve Harbiyeli" anıtı, bine yakın figür ince ince işlenirken, Atatürk hem rölyef olarak, hem de elinde kılıç, Türk askerine öncülük edişiyle yer alıyor. Aman bu dediğim kulaklarına gitmesin, bakarsınız heykelde Atatürk’ün elinde tuttuğu kılıcı bile sökmeye kalkarlar…

O meşum gün, Uğur Mumcu’nun katledilişi

Bir yandan ajansları izliyor, büroya ulaşan haberleri düzenleyip İstanbul’a geçiyor, bir yandan camdan dışarı bakarak, çevremizdeki hıncahınç dolu sokakları izliyordum. Sağanak yağmur altında, Selda Bağcan’ın “Uğurlar Olsun” diyen  o unutulmaz şarkısı çınlıyordu hoparlörlerde...

Semiramis Yağcıoğlu’ndan yeni kitap: Hep Eksik

Semiramis Yağcıoğlu, "Hep Eksik"te, pek çok yazarın dilinden ve yaşadıkları coğrafyadan yola çıkarak yas, melankoli ve suskunluk hallerini yeniden yorumlarken, ırk ayrımcılığından, tecavüz utancına, yoksulluğun acısından, yabancılaşmaya, evsiz barksız yaşamlara, göçmenliğin yaşattığı sıkıntılara ışık tutuyor

"
"