09 Ekim 2024

Ölüme ve yaşamaya dair

Yaşamdan yana tavra devam etmeli, insanlığa ve yeryüzüne hakaret etmediğimiz bir yaşam uğraşısı vermeliyiz. Güle güle babam, anılarda ve fotoğraflarda, Eskişehir’de yeniden buluşmak üzere

Asıl olan yaşamdır, ancak bir gün ve bir an gelir ki ölümün tıbbi, biyolojik soğuk yüzü ile karşı karşıya geliriz. Sevdiğimizin bedeninin hareketsizliğine, suskunluğuna, solgunluğuna, soğukluğuna, toprağa yatırılışına çarparız, çarpılırız… Odadaki oksijeni sevdiğimizle artık paylaşamayız! Birlikte bir plan yapamayız! Birlikte gülemeyiz ve ağlayamayız! Geçmiş vardır sadece, her ne yaşanmış ise “şimdi”yi acısıyla rahat bırakmayan bir geçmiş. Ölüm hakkında uzun uzun düşünür, belki düşünmekten kaçar, ama bir biçimde yüzleşmeye, üstesinden gelmeye çalışırız. Nihayetinde nasıl olursa olsun ölüm, kötü bir karşılaşmadır diyen düşünüre hak veririz.

Ölümün türlü türlü hallerini yaşıyoruz. Betimlenmesi oldukça güç, bilinemez ve karmaşık olsa da kabaca ayırdığımız iki ölüm var: doğal ölümler ve doğal olmayan ölümler. Narin çocuğun, Filistinli çocukların ve kadınların, Emine Şenyaşar’ın eşi ve çocuklarının, Ankara Gar katliamında ve diğer katliamlarda öldürülenlerin ölümü doğal olmayanlardır. Biz öncelikle doğal ölümleri düşünelim birlikte. Tagore’nin dizelerinde ifade ettiği gibi, ölümün doğum kadar yaşama ait olduğunu düşündüğümüz, şok etmeyen ama çok ağır gelen doğal ölümlerden söz edeceğiz ilkin, her ölüm erkendir diyen şairler gibi.

Ölüm de doğum kadar aittir yaşama.
Ayağın kalkışıyla bitmez yürüyüş, inmesi de gerek.

TAGORE, Avare Kuşlar, CCLXVII

Babamı sonsuzluğa uğurladık. Geride kalanlar yaşıyoruz, ancak ağır ağır, kesintiler olsa da an ve an acıyor yüreğimiz, zihnimiz sanki babam yaşıyormuş gibi bir oyun oynuyor. Zihnim ve yüreğim bir hareketle babama, bir diğeriyle yaşama bağlanıyor. Özlüyorum, son yıllardaki fotoğraflarına bakıyorum, neden daha erken zamanlarda daha çok fotoğraf çekmediğime hayıflanarak. Türkü söylerken gizlice çektiğim videolarına, balkonda Ankara’dan Eskişehir’e gelişimde beni balkonda beklerken gülümseyen fotoğrafına bakıyorum. Kardeşlerimden babamın daha önce hiç görmediğim fotoğrafları geliyor, paylaşıyoruz birbirimizle, keşfetmeyi, yeniliği, gülmeyi, çalışmayı, köyü, doğayı, annemi çok sevmeyi öğrenmiş babamıza hepimiz düşkünüz, hastalığı döneminde hep birlikte baktık babama, acımız ortaklaşıyor, artarak hissediyoruz yokluğunu. Bize en ağır gelen de annemin 65 yıldır birlikte olduğu babamsız kederli yüzü! Ölüm ve Ölmek Üzerine adlı kitabında şöyle diyor Elisabeth Kübler-Ross[1], “Ölen hastanın sorunları biter ama aileninkiler devam eder.” Acıyor içimiz, sorunlarımız devam ediyor.

Döndü baba cenaze ayininden.
Yedisindeki oğlu pencerede dikiliyordu,
gözleri faltaşı, boynunda altın muska,
aklında yaşından büyük sorular
Baba kollarının arasına aldı onu ve
sordu oğlan, “Anne nerede? ”
“Cennette," diye yanıtladı babası,
göğü işaret ederek.
Gözlerini çevirdi göğe oğlan ve sessizce baktı uzun uzun.
Karışmış aklı gecenin içine bir soru gönderdi,
“Cennet nerede? "
Cevap gelmedi ve yıldızlar o cahil karanlığın alev almış
gözyaşları misali parladı.

TAGORE, Kaçak, B.lüm II. XXI

Hastaların hayatında ağrının dindiği, aklın düşlere daldığı, yiyecek ihtiyacının en aza indiği ve çevreye dair bilincin yok olduğu bir evre vardır. Yakınlarının hastane koridorlarında bir aşağı bir yukarı yürüyüp durdukları ve hayata geri dönmeleri mi yoksa ölüm anını mı beklemeleri gerektiğini bilmedikleri bir evredir bu. Böyle bir evrede olunduğunu hissettik, ancak ölüm düşüncesinden hep uzak durduk. Babam Osman Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi yoğun bakımında 11 gün kaldı, her gün bir yakını kısa süreliğine girebiliyor yoğun bakıma. Sonlu babam, gitmeye hazırlanırken bizleri de ölümüne hazırladı diye düşünmeden edemiyorum. Yoğun bakımda, hasta yakınları başlarına boneyi, ellerine eldivenleri, ayaklarına galoşu takıp, steril önlüğü giydikten sonra 3-5 dakikalığına hastanın yanına girebiliyor. Bugün sıra bende. Babam bedenine takılmış tıbbi araçlarla yoğun bakım odasında yatıyor. Bacaklarına varis çorabını takmışlar, iyi ki giydirmişler, seviniyorum; ayaklarına dokunuyorum, soğuk. “Ayakları her zaman soğuktu babamın” diyorum, varis çorabını giydirirken dokunduğum tonton ayaklarından biliyorum. “Baba! Babacığım nasılsın? Beni duyuyorsan gözlerini aç ve sonra kapat” diyorum. Dediğimi yapıyor, gözünü kapatıyor ve açıyor, seviniyorum. Bilinci de yerinde diye yine seviniyorum. “Ayaklarını kımıldatabiliyor musun?” diyorum. Sağ ayağını iki yana hafifçe sallıyor. “Peki öteki bacağını” diye soruyorum. Onu da daha zayıf biçimde iki yana çok hafif biçimde sallıyor. Dev gibi babamın, küçücük hareketlerini gözlemliyor, görünce seviniyorum. “Bilinci açık, felç olmayacak” diyerek umutlanıyorum. Ölümü sekiz gün sonraymış pek yakınmış, ben ise çok uzak sanıyorum o dakikalarda… Belki göz kapaklarının hareketi, zayıf bacaklarının hafif salınımı bir veda idi: “Gidiyorum, bana veda edin eşim ve çocuklarım!”

Gidiyorum. Bana veda edin kardeşlerim!
Sizi selamlıyorum ve aranızdan ayrılıyorum.
Buraya kapımın anahtarlarını bırakıyorum ve evimin
bütün haklarından da vazgeçiyorum. Sizden yalnızca son
bir iki söz istiyorum.
Uzun zamandır komşuyuz ama verebileceğimden fazlasını aldım.
Şimdi gün karardı ve karanlık köşemi aydınlatan lamba da söndü.
Çağrı geldi ve yolculuğa hazırım.

 TAGORE, Gitanjali, XCIII s.119

Kötü haber geldi. Babam yoğun bakımda kalp krizi geçirmiş. Ölüm belgesinde ölüm tarihini 19.09.2024, ölüm saatini 00.32, ölümün şeklini ‘doğal ölüm’ olarak yazıyor. Morgda ziyaret ettik babamı, bedeni çok soğuk, çok derin bir uykuda. Yanaklarına, omuzlarına dokunup onu ısıtmaya çalışıyoruz. Her yerden acılı sevgi sözcükleri çıkıyor. “Ahh babam!” “Ahh Ahmet’im!” Acılı sevgi ve özlem sözcükleri. Nafile! Yurt dışından kardeşim gelene dek morgda kalacak babam. Eve geldik, babasız, neşesiz, iştahsız, tatsız her şey. Dışarıdan gelen hiçbir ses, söz, görüntü bizi etkilemiyor. Keder her yanımızı sardı, bedenimiz karanlık bir kuyuda mahsur kalmış gibi. Bizi içine çeken derin bir keder girdabının içindeyiz. Annem, sanki yeryüzüne ait değil, bulutların arasında babamı arıyor, konuştuğu, babamı anlattığı her kişiyle ağladığında ayakları o zaman diliminde yere basıyor sanki. Babamı Eskişehir Büyükşehir Belediyesi Asri Mezarlığına defnettik. Gözler asıl işlevini yerine getiremiyor, etrafını görmüyor. Göz artık görmek için değil, acıyı akıtan göz yaşları için var.

Umarsız bir umuda koşar ve ararım onu
Odamın her köşesinde; bulamam.
Ufaktır evim ve zamanında oradan çıkıp giden
asla geri getirilemez.
Lâkin bu malikâne engin, tanrım ve onu ararken
kapısına vardım.
Akşam göğünün altın saçağı altında dikildim
ve hevesli gözlerimi yüzüne diktim.
Eşiğindeyim sonsuzluğun kimsenin erinemediği;
umudun, mutluluğun, tek bir sima gölgesinin
gözyaşları gerisinden görülemediği.
Ah, sönmüş hayatımı batırın o okyanusa,
daldırın o en derin dolgunluğa. Bırakın hissedeyim
evrenin tümlüğünde o yitik tatlı dokunuşu.

 TAGORE, Gitanjali, LXXXVII

Ölümün insana yaşattığı şey nasıl bir oluştur, süreçtir? Neyi yaşıyoruz bizler? Derin düşünenler ne demişler hakkında? Spinoza, matematiksel/geometrik olarak tanımlasa da ölümü, düşündürürken aslında insanlığı, yaşam üzerine düşünmeye davet ediyor. Düşünür “ölümü canlının hareket-hareketsizlik oranının tamamen bozulması ve edilgin durumda kalması” olarak anlatıyor.[2] Bedenin kısımları arasında münasebet, başka bir hareket ve sükûn münasebeti kurulmaya elverişli bir biçim aldığı zaman bedenin ölümü meydana gelir.” diyor.[3] Ölümü, hareketsizlik olarak düşünmek, yaşamaya dair çok şey anlatıyor insanlığa! Kaç yaşında olursak olalım, hareketimizin yavaşladığı zamanları sivil ölüme ve fiziksel ölüme yakın zamanlar olarak düşünüyorum. Canlılığını yitirmiş bedenler!

Babamın hareket halinde olduğu günleri hatırlıyorum. Ne kadar çalışkan bir insandı! Dedemin, babamın çalışkanlığını görerek annemle evlenmesine razı olduğunu anlatır köylüler. Köyümüzdeki evin kuyusunu çalışır hale getirerek cevizleri sulamak için[4] ne kadar uğraştığını, dakikalarca kuyunun içine bakarak düşündüğünü, çözümler ürettiğini, “türsel insanın “algı, yönelim ve sahiplenmesini” görerek gücünü hayranlık ve hayretle izlediğimi anımsıyorum. Kocaman ellerine aldığı irili ufaklı vidalarla, alet kutusundaki araçlarla bir sorunu çözmek için çabalar dururdu. Motor, kuyudan suyu çekmeye başladığında, tüm ceviz ağaçlarını sulamış olmanın keyfini görürdük akşam eve girdiğinde. Babam, ölümden pek söz etmezdi, anneme “birkaç yıl daha ömrünün kaldığını” söylese de ölümünden bir ay öncesine kadar köy evimiz için planlar yapıyordu Spinoza’yı ve Nazım Hikmeti’i haklı çıkarırcasına. Ethica’nın İnsanın Esareti ya da Duyguların Kuvveti adlı bölümünde yer alan “insan yaşamak, varlığını korumak ister; bundan dolayı, hiçbir şeyi ölümden daha az düşünmez, onun bilgeliği hayat hakkında bir derin düşüncedir.” Babamın bilgeliği, 85 yaşına dek her zaman yaşam hakkında olmuştur, etik bir yaşam.

…Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme
inanmadığın için,
yaşamak yanı ağır bastığından…

Yaşamaya Dair/Nazım Hikmet

Levinas ölümü, yaşattığı kederi en acı ve soğuk kavramlarla ifade ederek anlatıyor.  Levinas’a göre ölüm “sonluluk ve olumsuzluktur.[5] Ölüm sonlu olduğumuzu hatırlatıyor, ölümün olumsuzluğunda yaşıyoruz, yaşama değer vermek için belki de.

“…geri dönüşü olmayan tek yolculuk/mesafe”, ölüm; bozulmadır, yanıt yokluğudur… çıkıp gitmedir, hedefi bilinmeyen bir olumsuzluktur, verisi olmayan bir soru, salt bir soru işaretidir… Krizdir, skandaldır, sonluluk ve olumsuzluktur… Hiçbir yanıtın mümkün olmadığı bir sorudur… zamanın kesintisiz akışı içerisinde bir varlığın süresinin bitmesidir, sonudur.

Kardeşlerimle, annemle bu kadar etkili sözcüğü arka arkaya getirip söyleyemesek de yaşadığımız şey, bu sözcüklerin bedenlerimizde ortaya çıkardığı açık ve belirgin acı formunda olumsuz etki idi diye düşünüyorum. Bauman’da Levinas’a eşlik ediyor[6] kendi deyişiyle:

Ölüm, telafi edilmez… çaresiz… geriye çevrilmez… iptal edilmez… fesih ya da tedavi edilmez… dönüşü olmayan noktadır… Her şeyin sonudur. Ölüm ‘bilinmezin’ ta kendisidir; bütün diğer bilinmezlerin içinde tamamen ve hakikaten bilinmez olan tek şeydir.

Aykırı düşünür Nietzsche ne düşünüyor ölüm hakkında diye soruyorum. Anlıyorum ki Nietzsche ölümü ele alırken yaşamı onaylıyor gönülden.

“Ölümünüz, insana ve yeryüzüne bir hakaret olmamalı dostlarım: ben, bunu istiyorum ruhunuzun balından. Ölümünüzde tininizin ve erdeminizin korları parlamalı hala, tıpkı yeryüzünü saran akşam kızıllığı gibi: aksi takdirde sizinkisi yanlış bir ölümdür.”  

Ölüm Belgesinde ‘doğal ölüm’ yazıyordu. Babamın Nietzsche’nin ölüm karşısında yaşamı olumlayan cümlelerini gördüğümde, babamın ölümünün, yalın yaşamında üretken ve etik bir yaşam örneği olduğunu yeniden düşündüm. Acımızda, babamın erdeminin, yaşam sevincinin, türküsünün, yaşarken hiç bitmeyen öğrenme arzusunun korları parlıyor hala.

Ancak Nietzsche ‘yanlış ölümleri’ de tanımlıyor. Sorgulatıyor düşünür! Hangi ölümler yanlıştır diye. “İnsana ve yeryüzüne bir hakaret olabilecek ‘doğal olmayan ölümleri’ zihnim bir bir sıralamaya başladı, ki bunlar en yakınımızda gerçekleşmiş ülkemizden olaylardı. Yüreğim yine acıyla parçalanıyor. Ekim ayında binlerce insanı öldürmeyi kafasına koymuş, yola çıkmış, bedenine sarılı bombaları patlatmış, 105 kişiyi öldürmüş, binlerce kişiyi yaralamış IŞİD canlı bombacıları, onlara bu emri verenler ve göz yumanlar “insana ve yeryüzüne hakaret” ederek bu dünyaya veda etmişler veya edecekler.

Peki ya Narin çocuğu öldürenler, Türkiye’de milyonlarca kişinin ruhunu incittiler, insanlığa güvenini sarstılar çocuk bedeni yok ederek. Bilinmezliklerle dolu, bu doğal olmayan ölüm için araştırma önergesi veren muhalif partilerin önergesi siyasal iktidar bloğu tarafından ret edildi… Her gün kadınların erkekler tarafından öldürüldüğü, kadın cinayetlerinde birinci sırada olduğumuz Türkiye’de, kadınları öldüren, kadına şiddet uygulayan, kadın cinayetlerine sessiz kalan erkekler, kadına yönelik şiddeti yok etmek üzere önlemler konusunda hükümetleri adım atmaya zorlayan İstanbul Sözleşmesi’ni uygulamadan kaldıranlar, insana, kadına ve yeryüzüne hakaret eden insanlar olarak mezarlarına konulacaklar. İnsanın karşılaşacağı ölümler, daha erdemli, daha etik bir yaşamın mümkün olduğunun altını çiziyor koyu bir renkle. Türkiye bir gün katliamlar, doğal olmayan ölümler ülkesi olmaktan çıkacak, ölümünde erdemin korlarının parladığı insanlarla dolacak, “yeryüzünü saran akşam kızıllığı” gibi.

Heidegger’a ve toplumda çok olumsuz şeyler olup biterken sesini çıkarmayan, tüm bilim insanlarına kızgınım, Heidegger’i yazının bir parçası haline getirmekte tereddüt yaşıyorum, ancak ölüm hakkında düşünceleri var, bu düşünceler felsefede dolaşımda, öğreniyoruz: Ölümden korkarız, ölümü gelecekteki bir zamana erteleriz. Ancak açıkça “Sonluyuz ve ölüm yönelimli varlığımızla yüzleşmeliyiz.” Heidegger, Varlık ve Zaman’ın “Dasein’ın Olası Bütün Oluşu ve Ölüme Yönelik Varlık” başlığı taşıyan birinci bölümünde “Varlığın anlamı” sorusunu, “varolmanın anlamının ne olduğu” sorusuna dönüştürüyor. Düşünüre göre yaşayanın ölümü kavrama tarzı, onun varoluşsal olanaklarını keşfetmesine ve varolmanın anlamı üzerine özgün bir yoruma ulaşmasını sağlar. Düşünür şunu ifade ediyor, bizler varlığımızın anlamı konusunda yeterli değiliz, oysa kendi yaşamımızın bütünselliğini sorgulama ve özgün varoluş tarzlarını açığa çıkarma olanağına sahibiz. Ölüm yaşam aracılığıyla anlam kazanıyor. Ölüm, insan yaşamının bir amacı değildir[7].

Ölümün ardından söylenen her şeyin hedefi yaşamakta olan insanlar. “Biz varken ölüm yoktur, ölüm varken de biz yokuz” diyen Epikuros bu olguyu açık ve net biçimde ortaya koyuyor ve diyor ki[8]:

 Ölümün bizim için hiçbir şey olmadığı düşüncesine kendini alıştır; çünkü iyilik ve kötülük duyularla vardır, ölüm ise duygulardan yoksun olmadır. Böylece, ölümün bizim için hiçbir şey olmadığı düşüncesi, ki doğrusu da budur, ölümlü yaşamı keyifli kılar, ona sonsuz bir zaman ekleyerek değil, ölümsüzlük özlemini ortadan kaldırarak… Ölüm geldiği zaman acı verecek diye değil de düşüncesi acı veriyor diye ölümden korktuğunu söyleyen saçmalamış olur. Çünkü gerçekleştiğinde bir kötülüğü dokunmayan şeyi ya dokunursa diye beklemek, boşuna üzülmektir… Biz varken ölüm yoktur, ölüm varken de biz yokuz ama bilge ne yaşamaktan vazgeçer ne de yaşamamaktan korkar; çünkü ne yaşamak ona ağır gelir ne de yaşamamayı bir kötülük olarak görür. 

Cicero, her şeyin dünyaya gelişle başladığı gibi ölümle sona ereceğini düşünür. Bu nedenle de doğarken bir şey getirmediğimiz gibi ölürken de bir şey götürmeyeceğiz, der.  Sartre, öncelikle ölümün sahip olduğu saçma (absürt) niteliğine vurgu yapmaktadır, ölüm nedensiz, açıklanamaz, dışsal bir olgudur[9]:

“Ölüm, tıpkı doğum gibi salt bir olgudur; bize dışarıdan gelir ve bizi dışarıda dönüştürür. Temelde, doğumdan hiçbir biçimde ayrılmaz olan ve olgusallık diye adlandırdığımız şey de doğumun ve ölümün özdeşliğidir” Kendinde Varlığın nedensiz ve açıklanamaz oluşu gibi ölüm de mantıken izah edilemez dışsal bir olgudur ve bu nedenle saçmadır. Ölümün saçma yapısının bir diğer nedeni ise Sartre’a göre, tamamen rastlantısal bir son olmasından kaynaklıdır.

Albert Camus için ölümle olan ilişkimiz, saçmanın da bilincimizde ve yaşantımızda ortaya çıkışının merkezinde yer alır. Camus, yapıtlarının çoğunda ölüm temasını işlemektedir. Tersi ve Yüzü’nde yaşam ve ölümün karşıtlığının diyalektik ilişkisini, Caligua’da ölümsüzlük isteğinin tasvirini, Düğün’de Cezayir tabiatının yaşama bağladığı dinamizm ve ölümün sıradanlığını, Düşüş’te ölümle yüzleşmenin korkunçluğunu, Sisifos Söyleni’nde intiharı, Veba’da toplu ölümün karşısındaki çaresizliği, Yabancı’da kendisinin-başkasının ölümü ve ölüm cezasının saçmayı ortaya çıkarışını, Başkaldıran İnsan’da ölüme karşı uyumsuzun zaferini görürüz. “Ölüm ile yaşam arasındaki insan Camus için ölüm ve saçmanın gerçekliğine rağmen yine de yaşamdan yana tutum sergilemelidir.”[10]

Yazıda adı geçen düşünürlerin, şairlerin tamamı yaşamını yitirdi, babam gibi. Babamı özlediğimde düşünebileceğim anılarım, babamın fotoğrafları ve videoları, babamın söylediği türküleri; bu düşünürlerin ve şairlerin ise öğrenmek istediğimde ulaşabileceğim düşünceleri ve duyguları var. Ölümle yüzleşmeliyiz, barışmalıyız. Yaşamdan yana tavra devam etmeli, insanlığa ve yeryüzüne hakaret etmediğimiz bir yaşam uğraşısı vermeliyiz.

Güle güle babam, anılarda ve fotoğraflarda, Eskişehir’de yeniden buluşmak üzere.

Karaçalılar gibi yerden bitme bir çocuk Çarpık bacaklarıyla -ha düştü ha düşecek Nasıl koşarsa ardından bir devin

O çapkın babamı ben öyle sevdim Bilmezdi ki oturduğumuz semti Geldi mi de gidici - hep, hep acele işi Çağın en güzel gözlü maarif müfettişi Atlastan bakardım nereye gitti Öyle öyle ezber ettim gurbeti

Sevinçten uçardım hasta oldum mu, Kırkı geçerse ateş, çağırırlar İstanbul\'a Bi helallaşmak ister elbet , diğ\'mi oğluyla! Tifoyken başardım bu aşk oy\'nunu, Ohh dedim, göğsüne gömdüm burnumu,

En son teftişine çıkana değin Koştururken ardından o uçmaktaki devin, Daha başka tür aşklar, geniş sevdalar için Açıldı nefesim, fikrim, canevim Hayatta ben en çok babamı sevdim.

Can Yücel


[1] Elisabeth Kübler-Ross (2010) Ölüm ve Ölmek Üzerine. Ölmek Doktorlara, Hemşerilere, Din Adamlarına ve Ölenlerin Ailelerine Ne Öğretmelidir? Türkçesi: Ekin Uşşaklı, April Yayınları. Tagore’nin şiirleri bu yapıttan temin edilmiştir.

[2] Merkit, 2020, Aktaran: https://cekiclefelsefe.com/yasamin-kuytusu-olum-felsefesi/  7.10.2024.

[3] Spinoza, 2011, p. 229, Aktaran: https://cekiclefelsefe.com/yasamin-kuytusu-olum-felsefesi/ 7.10.2024.

[4] “Bir Ceviz Hikayesi” adlı yazım babamla, köyde birlikteyken yazıldı. https://yeniyasamgazetesi6.com/bir-ceviz-hikayesi/7.10.2024.

[5] Levinas,200, p. 16-41. Aktaran: https://cekiclefelsefe.com/yasamin-kuytusu-olum-felsefesi/7.10.2024.

[6] Bauman, 2020, p.28-42, Aktaran: https://cekiclefelsefe.com/yasamin-kuytusu-olum felsefesi/7.10.2024.

[7] https://cekiclefelsefe.com/yasamin-kuytusu-olum-felsefesi/7.10.2024.

[8] Laertios, 2007, p.517, Aktaran: https://cekiclefelsefe.com/yasamin-kuytusu-olum-felsefesi/7.10.2024.

[9] Sartre, 2013, p. 678), Polat, 2017, https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/3722527.10.2024.

[10] Erduvan, 2020, Aktaran: https://cekiclefelsefe.com/yasamin-kuytusu-olum-felsefesi/7.10.2024.

Nejla Kurul kimdir?

Prof. Dr. Nejla Kurul, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Eğitim Yönetimi ve Planlaması Bölümü'nü 1985'te bitirdi. Aynı üniversitede öğretim üyesi olarak otuz yıl çalıştı. "Küreselleşme ve Üniversiteler", Adnan Gümüş ile birlikte "Bologna Süreci Kime Hizmet Ediyor?", "Eğitim Finansmanı ve çok yazarlı KHK Öyküleri", "Başka Bir Eğitim Hikâyesi Bireyin Gelişimi Toplum ve Doğa Etkileşimi Üzerine Sorgulamalar" kitaplarının yazarı, "Kamusal Eğitim: Eleştirel Yazılar" adlı kitabın yazarı ve editörüdür.

7 Şubat 2017 tarihinde barış imzacısı olması nedeniyle 686 sayılı KHK ile yüzlerce meslektaşı ile birlikte üniversiteden ihraç edildi. Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası (2020) 11. Olağan Genel Kurulu'nda seçilerek Eğitim Sen Genel Başkanı olarak üç yıl görev yaptı. Halen akademik ve pratik çalışmalarını sivil akademisyen olarak sürdürüyor.

Yazarın Diğer Yazıları

Katliam yasası yürürlükteyken ekolojik bir eğitimden söz etmek mümkün değil! 

Yüzümüzü, sokağa, sokak hayvanlarına çevirmeli ve olası tehlikelerden onları korumalıyız

Okullar tatil! Tatile gidemeyen ve giden çocuklar!

Günlerdir kamuoyu “Yasayı Geri Çek” diyor, biz de buradan sesleniyoruz: Yasayı geri çek ki kentlerde sokak hayvanlarını yaşatacak bir düzine yol bulalım! Doğa dostu, hayvan dostu kentleri, emekten yana, çocuk dostu kentleri hep birlikte inşa edelim!

TBMM'nin öğretmenlik mesleği ile sınavı

Ankara'da 50 binin üzerinde öğretmen var. Tatil nedeniyle gidenler dışında da binlerce öğretmenin kentte olduğunu tahmin edebiliriz. TBMM'nin yanında, Milli Egemenlik Park'ında meslektaşları onları bekliyor! Mesleklerine, özgürlüklerine, demokratik ve adil bir eğitime güç vermek için

"
"