Sevgili Hakan,
Geçen hafta mutluluk konusunu ele almıştım. Türkiye’de düzenlenen bazı anketlerde Türkler’in mutlu olduğunun belirtildiğini, ama uluslararası araştırmalarda, yabancı ülkelere kıyasla Türkiye’deki mutluluk düzeyinin çok da yüksek olmadığının ortaya koyulduğunu aktarmıştım.
Elbette, çoğu Batı kökenli bu tür çalışmaları eksik, yanlış, hatta “
Batılıların Türkiye’ye karşı düzenlediğini kasıtlı bir saldırı ya da aşağılama” diye reddetmek, dahası “
Siz kendi sorunlarınıza, uyuşturucu alışkanlığınıza, intihar oranlarınıza bakın” diyerek onlara karşı çıkmak mümkün. Ama böyle diyerek gerçeklerin üzeri kapatılamaz ki…
* * *
Mutlu olmaya çalışmak ayıp ya da günah değil, bir insan için en doğal amaçtır. Bu görüşün daha “köşeli” halini “Mutsuzluk, ahlaksızlıktır” diyen Prof. Dr.
Ahmet İnam’dan okumakta yarar var. Mutsuzluğu neredeyse entelektüel bir tavır ve erdemmiş gibi gösterenleri eleştiren İnam, insanın ancak mutluysa üretebileceğini ve hayatı paylaşabileceğini vurguluyor.
Kimilerinin hep mutsuz olma alışkanlığı taşıdığına dikkat çeken Prof. Dr.
Sedat Özkan ise, bunun bazen bir kişilik özelliği haline geldiğini ve genellikle tembelliği yansıttığını belirtiyor. Mutlu olmanın öğrenilebileceğini savunan Özkan, bunun için “insanın gerçeklerle ve kendisiyle yüzleşmesi gerektiğini, bazı şeyleri değiştirmeyi, bazılarını da olduğu gibi kabullenmeyi öğrenmesinin zorunlu olduğunu” söylüyor.
Genelde mutsuz, acılı, küskün insanların bir futbol zaferiyle ya da Başbakan’ın Davos’taki “one minute” çıkışıyla havalara uçması, meydanlarda coşkulu (bazen ürkütücü) gösteriler yapması, ayrıca düşünmeye değer. Bence bu tür “mutluluk resimleri” daha çok tablonun gerisindeki mutsuzluğu yansıtıyor gibi.
Tarih uzmanı
Orhan Koloğlu, Türk toplumunun bugünkü durumunu “yüzyılı aşkındır Batı karşısında yenik düşme psikolojisi” ile açıklıyor. Batı’nın gerisinde olduğunu bilen Türkler, Tanzimat’la ve sonraki bazı atılımlarıyla, ileri toplumlarla arasındaki mesafeyi çok kısa sürede kapatma hedefi koyuyor. Ama bu, bir türlü gerçekleşemiyor. Bu “yetişememe hali” bunalıma neden oluyor.
Doç. Dr
. Erol Göka, Türkler’in bugünkü psikolojisi ile geleneksel olarak “savaşçı bir ulus” olması arasında bağlantı kuruyor: “Savaşçı zihnin temel özelliği, fanatizme yatkın olması ve sorunları muarızını düşmanlaştırma ve düşmanı yok etme yoluyla çözmeye çalışmasıdır. Burada küçücük münakaşaların nasıl yumruk yumruğa kavgalara, çocukların sokak kavgalarının nasıl aile savaşlarına dönüştüğünü, insan ilişkilerinde sorun çıktığında çözüm yolu olarak 'dersini vermek', 'haddini bildirmek', 'façasını almak', 'dünyayı zindan etmek' gibi yöntemlerin benimsendiğini uzun anlatmaya ne hacet..."
Göka ve birçok bilim insanı, Türkler’in genellikle bireysellikten uzaklaşarak bir grubun parçası olma yoluyla, kendini bir etnisiteye, mezhebe, dine, sınıfa ya da partiye ait görmekle daha iyi hissettiğine dikkat çekiyor. Bu “kolektif aidiyet”, onların mutluluğa uzanma tarzı gibi görünüyor. Oysa çoğu kez bireyin önemini unutturan kolektivizm, mutsuz toplumları yaratan yönetim sistemlerinde geçerli oluyor. İlginçtir, bu yönüyle Türkler’in ruh hali, uzun bir sosyalist geçmişe sahip olan Ruslar’la benzeşiyor.
* * *
Nâzım Hikmet'in ünlü dizelerindeki “
Sen mutluluğun resmini çizebilir misin Abidin?” sorusu ve devamında 60’ların başındaki Küba'yı örnek vermesi, kuşkusuz, duygulu ve estetik bir yaklaşımdır. Ne var ki, sosyalizm ideallerinin bazı insanlara verdiği coşku ile kurulan sosyalist rejimlerin yurttaşlarına sunduğu özgürlük ve mutluluk düzeyi kıyaslamasının, o kadar da kolay bir tartışma konusu olmadığı ortaya çıkmıştır.
Hatta biraz daha ileri gideyim: Sosyalist ülkelerde yaygın olan, özellikle Sovyetler Birliği’nde zirve yapan basit ve kabalaştırılmış eşitleyici yaklaşım (örneğin, iyi çalışan işçi ile aylaklık yapanın yaklaşık aynı ücreti alması gibi), kolektivizmin abartılması, bireyselliğin gelişmesinden korkulup “
toplumsal fikir ve yöntemlerle köreltilmeye çalışılması”, sonuçta bu toplumlardaki kişisel mutluluk düzeyini ciddi olarak düşürürken, kıskançlığın artması sonucunu doğurmuştur.
“
Sosyal adalet” olarak algılanan herkesi eşitleyici yaklaşım, farklı olana ve düşünene, daha akıllı ve üstün olana, daha başarılı, etkili ve zengin olana karşı düşmanca duygular beslenmesi alışkanlığını üreten bir bataklık yaratmıştır. Sonuçta eşitliğin yoksullukta olması gerektiği çıkarımını yapanlar ve her türlü zenginliğe karşı çıkanlar az değildir.
Kıskançlık, bugün Rusya’da ulusal çapta en büyük olumsuz özelliklerden biridir. “
Onda neden daha fazla para ve mal var da bende yok?” şeklinde gündeme geleni oldukça yaygındır. Ama şunun altını çizelim: Ruslar kendisinden oldukça uzak olan dolar milyarderi oligarkları pek kıskanmamaktadır. Tersine, kendine yakın ve maddi durumu çok değil, biraz daha iyi olan tanıdıklarını, meslektaşlarını, akraba ve dostlarını kıskanmaktadır.
Onlara göre yoksulluğa bile alışmak kolaydır; ama yakınlarda birilerinin zenginleşmesi acı verir. İçten içe “haksızlık” olarak görülen bu duruma karşı savaşma, zenginleşen (veya maddiyat dışı bir özelliğiyle belirgin olarak öne çıkan, mutluluk düzeyi artan) kişiye karşı kötülük etme duygusu gelişir. Bu durum ise, insanı mutluluktan uzaklaştırır, kıskançlık bataklığına saplar.
* * *
Türkler kıskanç mı? Bu sorunun cevabını benim gibi bir yabancıdan değil, dünyayı bilen bir Türk aydınından okumak daha ilginç olabilir sanırım.
Bu noktada, geçen hafta Türk basınında yayımlanan önemli bir yazıdan geniş bir bölüm aktarmak istiyorum. Sanatçı ve köşe yazarı
Zülfü Livaneli, Vatan gazetesindeki köşesinde, daha başlıktan “
Türkiye cennet olabilirdi” diyor, yazıda şöyle devam ediyordu:
“Ama olamadı.
Tam tersine hayat; başarılı başarısız, zengin fakir, asker sivil, siyasetçi gazeteci, kentli köylü, sağcı solcu herkes için cehenneme döndü.
Hiç kimse huzurlu değil.
Siyasetçilerin üslubuna bakın. O makamlara gelmiş olmalarına rağmen nasıl bir tatminsizlik ve öfke içindeler.
Köşe yazarlarının bir kısmı kıvranıyor. Patolojik bir hal alan krizlerini saklamayı bile beceremiyorlar artık. Sporla ilgili olan herkes birbirine sövüp duruyor.
Sokaklarda ise kan gövdeyi götürmekte.
Bütün bunların bir tek sebebi var: KISKANÇLIK.
Ne yazık ki Türkler çok ama çok kıskanç bir halk. Bunun da nedeni, kendileri için değil başkaları için var olma geleneği.
Türklerin çoğu kendi iç değerlerine göre yaşamaz, kendini yargılamaz, vicdan hesaplaşması yapmaz.
Bu yüzden de Türk romanında, işlediği cinayetten nedamet getirip vicdanıyla boğuşan bir Raskolnikov yoktur.
Çünkü Türk kültüründe suçluluk değil, utanç daha önemli yer tutar.
Kimse görmediyse suç yoktur.
İnsanların çoğunun içi boş, yani bir iç dünyaları yok.
Başkalarının onları nasıl değerlendirdiği, temel soru. Bunun için de birçok kişi, kendini olduğundan farklı göstermeye çalışıyor.
Kendine güven az, bunun sonucu olarak da her an yaralanmaya açık ego çok yüksek.”
Livaneli devamla, geleneksel anlayışı dildeki bazı kalıplar ve öykülerle yansıtıyor. “Cehennemde kaynayan kazandan çıkmaya çalışan Türkler’i, ayaklarından aşağı çeken öteki Türkler”, “Allahım benim iki gözümü kör et, yeter ki komşumun da tek gözü kör olsun” söylemlerini, son dileği sorulan iki idam mahkûmundan biri “Anamı göreyim” derken, ötekinin “O anasını görmesin” diyerek son arzusunu dile getirmesini hatırlatıyor.
* * *
Mutlu olabilmenin herhalde en önemli yanlarından biri, insanın kendi hayatını yaşayabilmesi, kendi ahlaki ve vicdani değerleriyle var olabilmesi. “
Böyle yaparsam başkaları nasıl bakar?”, “el âlem ne der?” gibi dış dünyaya ait ölçütleri temel almaması. Elbette kişinin kıskançlığını ortadan kaldıramasa bile, sınırlamayı bilmesi de onun mutlu olması için son derece önemli bir şart.
Mutluluklar dileklerimle.
Nataşa