Fehmi Koru’ya “bir dost kalem” (kötü bir Türk gazeteciliği örneği olarak adını vermediği, ben de kötü bir Türk gazetecisi örneği olarak pek “kalem” okumadığım için kim olduğunu bilmiyorum), daha önce komşularla savaşa ve işgale karşı çıkan “muhafazakâr medyanın Suriye konusunda ‘savaşçı’ bir tavır sergilediği”ni yazmış. Fehmi Koru da “Bir yanlışı düzeltelim” (Star, 26.06.2012) başlıklı yazısında, durumun böyle olmadığını anlatıyor.
Onun kadar sıkı takip etmemekle birlikte, "muhafazakâr" yazarların savaş karşısındaki tutumu konusunda benzer bir kanaat hakim bende de. En azından Fehmi Koru’nun kendisi iyi bir örnek. Bu meselede onun kadar ilkeli davranmayanlar olmuştur, şimdi de vardır, ama herhalde bunlar “muhafazakâr yazarlar bu sefer savaşı savunuyor” genellemesi yapılmasına yetmez. (Fehmi Koru’ya güveniyorum bu konuda, güvenmek de istiyorum).
Gelgelelim, Fehmi Koru yanlışı düzeltirken bir şeyi atlıyor veya eksik bırakıyor: Türkiye’deki genel ve bence bilinçli olarak yaratılmış yanlışa düşerek, gazeteciliği sadece köşe yazarlarından ibaret sayıyor. “Bir dost kalem”, “muhafazakâr medya” ibaresini kullanırken, Fehmi Koru, yazısında, sadece “muhafazakâr yazarlar”dan bahsediyor. Fakat iş yazarlarla bitmiyor. Gazeteler ve televizyon kanalları haberleri nasıl veriyor, hangi haberleri kovalıyor, kısacası, nasıl gazetecilik yapıyor?
"Muhafazakâr olmayan" gazeteler gibi "muhafazakâr" gazetelerin Suriye konusundaki haberciliği, gazeteciliği hiç de öyle böbürlenilecek bir manzara arz etmedi. Hem tek taraflıydı, hem de yeterli bilgiyi vermekten uzaktı. Hâlâ uzak. Bir örnek olsun diye birkaç gün önce New York Times'tan aktarılan habere işaret edeyim:
“CIA, Suriyeli muhaliflere Türkiye’den silah sevk ediyor ve muhalif grupları buradan organize etmeye çalışıyor. Silahların paraları Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan’dan geliyor.”
İlk akla gelen şey şu: NYT muhabirinin yaptığı işi Türkiye'deki gazeteciler neden yapmadı? Bütün bu işlerin yapıldığı yer burasıysa o haberi veya benzerlerini buranın gazetecileri de pekâlâ çıkarabilirdi. İkincisi, bir saatlik bir internet araştırması bile benzer örtük girişimlerin epey bir zamandır sürdüğünü, Suriye'deki alevlere benzin taşıyanların arasında Türkiye'nin de bulunduğunu ortaya çıkarabilirdi. Fakat Türkiye medyası, birkaç cılız hamle dışında, böyle bir işe tevessül etmedi. O cılız örneklerde de gazetecilik o kadar kötüydü ki...
Bunları yapmayınca, yani gazetecilik yapmayınca, gazeteler ve televizyon kanalları kışkırtıcı bir tavır takınmış, zımnî olarak savaşı desteklemiş olur ve oldular. Türkiye’nin ve öbür ülkelerin de yürüttüğü ölümcül gizli faaliyetleri gizlediler, açığa çıkarmaya çalışmadılar.
Bu durum, Fehmi Koru’nun bir önceki gün yazdığı (Korkulan değil, beğenilen ülke olmalıyız), bence gayet yerinde, uyarılara da uymuyor. Fehmi Koru, o yazısında, Türkiye’nin “örnek”, “model” ülke olmaktan uzaklaşıp “Giderek sevildiği ve beğenildiği için değil, korkulduğu için ilişki kurulan bir ülke haline dönüşebiliriz” diyordu. Fehmi Koru, kendi yazdığı gazete de dahil olmak üzere, Türk medyasının hangi haberleri ve nasıl verdiğine bakarsa, bu gazetecilikle ancak kabadayılığın teşvik edilebileceğini görür. Sadece (bu yazıyı yazdığım) 26.06.2012 tarihli gazetelerin birinci sayfalarındaki başlıklar bile manzarayı yansıtıyor:
“Beşşar Esed’i korku sardı”, “Misilleme hakkımız”, “Kaşınma Suriye”, “Tayyip’te ses var ama görüntü yok...”
Ve evet, birinci sayfalarda gördüğüm kimi yazarlar itidal telkin ediyordu, kışkırtıcılığın önüne geçmeye çalışıyorlardı. Ama bu yazarların gazeteleri bile bu telkine kulaklarını tıkamış görünüyor.
Ben de Fehmi Koru gibi Suriye’deki Baas ve Esad rejimini bela olarak görüyorum. Fakat bu, her yol mübah kapısına çıkmaz. “Ama’lı bir cümle kurdun, demek ki gizli gizli Baascısın” diyeceklere, ben de daha işin başında peşinen silaha sarılmaya teşne oldukları için “savaş makinesinin dişlileri” olduklarını hatırlatayım. George W. Bush ve onun propaganda makinesi de, 11 Eylül saldırılarından sonra, “Saldırıları kınıyorum ama...” diyenleri benzer şekilde itibarsızlaştırmaya çalışmıştı. Sonra yine bu devasa propaganda makinesinin de yardımıyla Afganistan’a, Irak’a girdiğini, yüzbinlerce insanın canına kıydığını, böylelikle Büyük Ortadoğu’da eli kulağındaki değişimi kendi denetimi altında tutmayı amaçladığını biliyoruz. Ha tabii, şimdi “Ama = Baascılık” diyenlerin, vurdu kırdıyı bir demokratik dönüşümün anahtarı sayanların o zaman da Bush’un ilkel, gaddar, hegemonik politikalarını desteklediğini de biliyoruz.
Köşe yazarlarımız, gördüğüm ve bildiğim kadarıyla, yazdıkları gazetelerin editoryal işlerine hiç karışmıyor. Peki, nasıl olacak bu iş? Hükümete, karar vericilere itidal telkin ediyoruz ve bizi dinleyeceklerini, sözlerimizi, uyarılarımızı dikkate alacaklarını ümit ediyoruz, fakat hükümete söylediklerimizi kendi gazetemizin editörlerine söyleyemiyoruz, söylemiyoruz.
Önce -- veya bir yandan da -- kendi yaptığımız işi düzeltmeye çalışsak nasıl olur? Önce kendi “dergâh”ımıza doğru dürüst odun taşıyacağız ki, “nerem doğru” çokluğundaki eğrileri düzeltmenin ilk adımlarını atabilelim. “Dergâhlar doğru odun istemiyor” diyorsanız, haklısınız. Ama zaten zorluk da burada değil mi?