Öldürülen sevgilisi Valeria’nın bedenini azgın bir intikam duygusuyla yakmakta olan Conan’ı seyreden Subotai ağlamaktadır. Yanındaki Wizard sorar: “Neden ağlıyorsun?”
Subotai cevap verir: “O Conan. Bir Kimmeryalı. O ağlamaz. Ben onun yerine ağlıyorum.”
Bülent Arınç da Salı günü aynısını söyledi: “O Tayyip. Bir Kasımpaşalı. O özür dilemez. Ben onun yerine özür diliyorum.”
Bu durum, sadece samimiyetsizliği yansıtmıyor, aynı zamanda büyük bir sorunun bir ucunu da gösteriyor. Arınç, özellikle üstüne basa basa söylediği gibi, Başbakan vekili olarak konuşup özür dilediğine göre, Başbakan’ın özür dilemesini gerektiren birşeyler vardı. Fakat Başbakan sadece kendini, ağzını ve avazını kontrol etmekten değil, özür dilemekten de aciz bir yaradılan. Başbakanı gönderip hemen ertesi gün onun adına özür dilemek ve “onun” yarattığı tahribatı ve isyanı hafifletmeye çalışmak, normal olmayan başka bir durumun da göstergesi. Daha önce de Başbakan ağzına mukayyet olamayıp iri iri çamlar devirdiğinde muhtelif adamları, “Onu değil, bunu demek istedi” teranesiyle durumu idare etmeye çalışmıştı, fakat bu sefer, yüzbinlerce kişinin “Başlarım ulan senin iktidarına, tahtına!” diyen kalkışmasına yol açtığı ve bunda da ısrar ettiği için, adamları Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a tam bir hasta veya şımarık çocuk muamelesi yapıp onu attaya gönderdi. Her zaman yaptıkları gibi suyuna gitme yoluyla dizginleyemeyeceklerini, kontrol edemeyeceklerini, isyanı da onun bir yandan konuşmaya devam etmesiyle dizginleyemeyeceklerini anladılar. Hükümet, bakanlar kurulu değil de bakanlar çiftliği, AKP de vekiller çiftliği yapısında olduğu için, parti örgütünün içinden liderlerini neredeyse peygamber yerine koyanlar çıktığı için, Yalçın Akdoğan gibi “fikir” makyözü danışmanlar boru öttürdüğü için şimdi işte böyle burunüstü çakıldılar. (Oya Baydar’da iyi bir anlatım var: Karizma çizildi, büyü bozuldu)
Bu burunüstü çakılmada başka yardımcıları da vardı tabii: genel olarak medya; veee köşe yazarlarımız. Şu birkaç gün içinde aniden eleştirel kesilen ve asıl olarak Erdoğan’a yüklenen ne kadar fazla yazarımız oldu, hayret etmemek elde değil; evet bu ülkede bile. Sayıları çok ve “dün ne demiştin, bugün buraya bir çırpıda nasıl geldin” araştırması yapıp kanıtlardan bir tokat yapmak uğraştırıcı; galiba buna güveniyorlar. Fakat bir hafızası varmış toplumun ve orada birike birike nefrete dönüşmüş bazılarında. Şu bir hafta boyunca Erdoğan’dan ve polisten sonra en çok küfrü medya ve gazeteciler yedi, araçları yakıldı... “Ben demiştim, hem de çook eskiden beri” demek istemiyorum, “Siz neden dememiştiniz” demek istiyorum.
Tabii, hepimiz biliyoruz, bize zaten çok iyi anlattınız: Hükümet, Avrupa Birliği’ne katılım ve reformlar yolunda önemli adımlar atıyordu 2005’e kadar; ekonomiyi iyi yönetiyordu; askeri vesayeti bitirmeye sıvanmıştı, büyük ölçüde de başarılı oldu; Kürt meselesinde barışçı çözüm için bir adım attı... Eyvallah. Peki, hiç mi olumsuz bir şey yapmadı? Yıllar yılı bazı kalemlerden eleştirel bir tek şey duymadık neredeyse, onun için soruyorum. Halbuki, mesela gazeteci fırçalamaları daha 2003’te başlamıştı. Başbakanın haddini bildiren pek yazı hatırlamıyorum.
AB ile işlerin iyi gittiği zamanlardı; NTV’de dış haber editörüydüm. Brüksel muhabirimiz Güldener Sonumut’la hergün konuşurduk. Güldener, AB siyasi çevrelerini ve bürokrasisini fevkalade iyi tanıyan biridir. Şunu sorardım Güldener’e: “AKP’nin attığı kimi olumlu adımları ve AB ile ilişkileri geliştirme azmini takdir etmelerini gayet iyi anlıyorum, fakat bu adamın (Başbakan Erdoğan) demokratlıkla hiçbir ilgisini olmadığını, hadi buradakiler anlamıyor, Avrupalılar nasıl anlayamaz!?”
Bizim kadar yakından görmüyor ve duymuyorlardı. Daha iktidara gelişinin ilk yıllarında, “Milli iradenin önünde kimse duramaz. Seçimleri biz kazandığımıza göre milli irade biziz ve ben de başbakan olarak milli iradenin kendisiyim” despotluğunu ifade edecek şeyler söylediğini bilmiyorlardı. AKP il veya ilçe kongrelerinde Erdoğan’a rağmen adaylığını koyanlara neler yapıldığını, icabında kongrelerin iptal edildiğini görmüyorlardı. Hala yaptığı gibi bakanlardan “Kültür Bakanım, İçişleri Bakanım” diye, çiftliğindeki yaradılanlardan bahseder gibi bahseden biri olduğunu gözden kaçırıyorlardı. Peki, biz bunları gördüysek neden ciddi bir uyarıcı işlevi görmediler? Burada, kişisel özellikleri aşan çürümeler oluştuğunu veya mevcutların tehlikeli boyutlarda yaşadığını gösteremediler ve gözükapalı bir AKP ve Erdoğan destekçiliğini önleyemediler?
AKP hükümeti 2004’te bir zina yasası hazırlayınca Avrupalılar büyük bir “çüş!” sesi çıkardı ve galiba ilk kez o zaman bir ünlem koydular. Zaman içinde bu örnekler arttı ve ahlak düşkünü bu adamın ve AKP’nin ahlaktan anladığı nededeyse tek şeyin bacakarası, geri kalanın da içki olduğu kabak gibi ortaya çıktı. Başka bir ahlaki haslet görmedik; para pul işlerine düşkünlük, balon-ego, hırs erdem sayılamayacaklarına göre... Fatih Altaylı adındaki mikrofon tutma aletine, polisleri gençleri gaza boğarken, söylediği şu laflar ise patolojik bir durumu yansıtmıyorsa, ancak koyu yobazlıkla açıklanabilir. “Ben şimdi soruyorum: bu toplumda yaşayan bir anne kızının, birinin kucağında oturmasını ister mi?” Ankara metrosunda, öpüşen veya kucakkucağa oturan gençlerin anonsla uyarılmasını doğru bulan bir başbakan nüfusunun yüzde 70’i genç olan bir ülkeyi yönetiyor. “Buna rağmen bir şey söyleme hakkım yok” dese de kızla erkeğin aynı bankta yanyana oturmasını, sohbet etmesini saygıyla karşılamayan bir başbakan ve dindar nesiller yetiştirmek istediklerini ilan eden bir başbakan, yani kendi seçmeni de olan başörtülü kızların İstanbul sokak, cadde ve parklarında sevgilileriyle nasıl varolduklarından bihaber bir başbakan...
Bunların bir kısmı Erdoğan’ın kişilik özellikleri, bir kısmı da kişilik özellikleriymiş gibi görünüyor, ama değil. Şu son bir haftadır çıkan yorumlar arasında yapısal sorunlara işaret eden birkaç kişi oldu, fakat genel eğilim, Başbakan’ın yönetim tarzına ve kişisel özelliklerine odaklanmak. Yazı başlıkları ipucu veriyor: “Erdoğan’daki güç kirlenmesi”, “Ataerkil siyasetin sonu”, “Erdoğan’ı seviyorsanız ona gerçekleri söyleyin”, “Tek hedef Erdoğan”, “Dedim, bırakın yürüsünler”, “Başbakan’a mektup”, “Erdoğan ne mesaj çıkartmalı?”...
Erdoğan başlı başına bir sorun, fakat bu noktaya kitlenmek asıl sorunu gizliyor. Asıl sorun şu: Başbakan kim olursa olsun benzer bir durumla karşılaşabilirdik ve daha önce karşılaştık. Önceki dönem, askeri vesayet dönemi diyelim, başka dengeler üzerine kuruluydu, ama orada da güç kirlenmesi örneklerini gördük ziyadesiyle. Keyfi uygulamalar, hukuk tanımazlık, hukuku yamultmalar, vs.. Yani, Şahin Alpay’ın işaret ettiği “güç kirlenmesi”, sadece Erdoğan’a has bir şey değil.
Çok ünlü İngiliz tarihçi Lord Acton’ın (1834-1902) kendisinden daha da ünlü sözü bunu ifade ediyor: “İktidar yozlaşır, mutlak iktidar mutlak olarak yozlaşır.” Fakat bu meseleyle enine boyuna ilgilenmişlerden biri, 20. yüzyılın ilginç düşünürlerinden Leopold Kohr (1909-1994). (Başka bir yazıda Kohr’dan ve bence tekrar kıymetlenecek, hatta kıymetlenen fikirlerinden biraz daha ayrıntılı bahsetmek istiyorum.) Kohr, iktidarın bozucu etkisini şöyle açıklıyor: Su 100 santigrad derecede kaynar, zeytinyağı 298 derecede, civa da 356,7 derecede kaynar; velhasıl herşeyin bir kaynama noktası vardır ve mutlaka kaynar. Atomu zenginleştirirsiniz, kritik eşiğe (critical mass) gelene kadar bir şey yoktur, ama o eşiği aşınca kimyasal tepkimeye girer ve nükleer patlamaya yol açar... İktidar da böyledir işte; güçlenir güçlenir, hacmi artar ve kritik eşiği aşınca, kaynama noktasına gelince toplumsal sorunlar çıkarmaya, bela olmaya başlar. Ve iktidarın bu çürütücü etkisinden muaf hiçkimse yoktur. Kaynama noktaları, kritik eşikleri, yani yozlaşma eşikleri değişebilir ama herkes bir noktada çürür, yozlaşır. Tayyip Erdoğan, diyelim, 1 birim iktidarla yozlaşır, Abdullah Gül 10 birimle, Gandi Kemal 100 birimle, Fetullah Gülen gibi yufka yürekli biri de mesela 1000 birim iktidarla yozlaşır, zıvanadan çıkar. Ve sadece bir tek kişi olarak da düşünmeyin, iktidar yapısı, ekibi için de aynı şey geçerli ve o gücü halka halka kullanırlar.
Üstelik, bunun kültürel veya ekonomik gelişmişlikle de ilgisi olmadığını söylüyor Kohr ve kültürel düzey, entelektüel zenginlik, ekonomik refah bakımından zamanının en önde ülkelerinde iktidarların yaptığı vahşetlerden çıldırtıcı örneklerle bu tezini kanıtlıyor.
Peki, nedir bu yozlaşma, bela olma birimi? Böyle bir birim, bir eşik var mı? Var. Misilleme yapılamayacak nokta. Yani iktidar o kadar güçlenecek ki, karşısında misillemede bulunabilecek bir güç kalmayacak.
Bu, AKP’nin durumuna uymuyor değil. Ülkede kamuyla bağlı, bağlantılı bütün kurumları partizanca ele geçirmiş durumdalar ve devletin ve hükümetin elindeki iktisadi manivelaları da kullanarak medyadan iş dünyasına kadar her alanda baskı kurdular... Ve misillemede bulunacak bir güç de yok(tu). (Şimdi halk çıktı karşılarına.) Düşünün ki, AKP’yi dengeleyici güç olarak Cemaat’i görülüyor(du). İkisi arasındaki gerilimin dozunu gözetliyor herkes.
Dolayısıyla, çözüm, ilkel bir yöntemle ve zehri hiç akıtmadan vekaletle özür dilemekte veya Erdoğan’ın ders çıkarmasında olamaz. İktidarın temerküz etmesini önleyecek yollar, tedbirler bulmamız gerekir. Onun için Kürt sorununun nasıl çözüleceği çok önemli ve onun için başkanlık sistemi ölümcül bir hata olur. Yani, mesela ataerkil olmasa da bela üreten yapılar kurulabilir. Amerika Birleşik Devletleri büyük bir beladır mesela... Son birkaç yıldır gördüğümüz kalkışmalara, isyanlara (Occupy Wall Street’ten Tunus ve Mısır’a) en azından belli bir eksende bağlanan Gezi Direnişi de bu yönde bir şey diyor. Düşünelim biraz, ne diyor?