Yeni Şafak gazetesi, birinci sayfasına boyluboyunca koyduğu Taksim protestocuları fotoğrafının üstüne bastığı başlıkta, büyük bir çokbilmişlik edasıyla soruyor: “Bu öfkeyi kim yönetiyor?” Soğukkanlı bir şekilde bir anlama ve sorgulama çabasını yansıtıyormuş gibi görünse de, bu soru/başlık, Türkiye medyasında alışkın olduğumuz sığlığın, gerçeği gizleme ve çarpıtma çabasının, samimiyetsizliğin, dolayısıyla zekanın firar edişinin billurlaşmış bir örneği. Çünkü, ille de bu soruyu soracaksa bile ondan önce sorulması gerekeni sormuyor, saklıyor: “Bu öfke niye oluştu, kim oluşturdu?” (Yeni Şafak’ın sorusu, İslami medyanın öbür organlarında da bu kadar parlatılmış halde olmadan, yer alıyor.)
Hükümette ve onun borazanı medyada en revaçta “gerçek”lerden biri de şu: “Meğer sorun, birkaç ağaç değilmiş...” Bu ifadede de çeşitli sorunlar var.
Birincisi, futbol nasıl sadece futbol değilse, bir ağaç da sadece bir ağaç değildir. Birkaç ağacı koruma eylemi, bırakın o ağaçların yokedilmesi düşünülen bir parkta olmasını, mahallenizdeki kaldırımda olsa bile, ağaçları korumanın ötesinde bir eylemdir. Kendi yaşam alanını, bir yaşama üslubunu koruma, ona sahip çıkma eylemidir ve pek tabii siyasidir. Siyaset, sadece parlamentoda yapılan bir şey değildir ve sadece parlamenterlerin, parti üyelerinin yaptığı bir şey değildir; olmamalıdır.
Dolayısıyla, Gezi Parkı eylemi de sadece birkaç ağacı koruma eylemi hiçbir zaman olmadı. İnsanlar yaşadıkları yere, kente sahip çıkıyordu. Bu insanların, herhalde, çok büyük bir kısmı AKP seçmeni de değildi. Fakat yine de işin başında, şu anda ortalığa serilen gibi bir AKP ve Tayyip Erdoğan nefreti yoktu; en azından dile gelen şey bu değildi. Taksim’i ve Gezi’yi korumak istiyorlardı. AKP’nin alanı ve parkı mahvedeceğini düşündükleri projelerine karşı çıktılar. Yazı yazanlar oldu. Başbakan Tayyip Erdoğan, Taksim’i bu yöntemle (Ben karar verdim, tamamdır) ve bu şekilde (alana tüneller açmak, parka kışla yapmak) dönüştürmenin demokratik ve güzel olmadığını söyleyen bu yazıları nasıl nobranlıkla aşağıladığını da biliyoruz. Kim yarattı bu öfkeyi, bir düşünün bakalım.
İnsanlar Başbakan’ın kabalıklarına takılmamayı belki becerebilirdi, fakat bütün feryatlara rağmen Taksim’de nasıl dediğim dediklik yaptılarsa Gezi Parkı’na da Topçu Kışlası’nı o şekilde yerleştireceklerini gördü ve harekete geçti. Niye oluştu bu öfke, bir düşünün bakalım.
Ve 10 yıldır iktidarda olan bir partinin ve başbakanının hiç tepki toplamayacağını mı düşünüyordunuz? Kürtaj yasası yüzünden, sokak hayvanlarıyla ilgili düzenlemeler yüzünden, içki yasası yüzünden, nükleer santral kurma inadı yüzünden, HES’ler yüzünden sürekli ayakta ve sokakta, vadide irili ufaklı protesto gösterileri yapan toplum kesimleri olduğunu hiç mi duymadınız? Bu uygulamaların tepki yaratabileceğini, üstüste binerek tepkiyi büyütebileceğini hiç mi aklınıza getirmediniz? Büyük parlamento çoğunluğuyla istediğiniz kararları aldırarak ve bu şekilde herkes ve herşey üzerinde baskı kurarak, medyayı satın alarak ve baskılayarak susturduğunuzu ve kendi borunuzu öttürdüğünüzü, itiraz sahiplerini bir hiç derekesine düşürdüğünüzü, çaresiz bıraktığınızı, o büyüttüğünüz öfkenin patlamasından başka bir ifade alanı bırakmadığınızı hiç mi düşünmediniz?
Gezi Parkı’nı korumak isteyenler, yine de, sakin kalmayı seçti. Salı (28 Mayıs) akşamı Gezi Parkı’nda 500 – 600 kadar insan vardı mesela ve bugünkü öfkenin milyonda biri yoktu ortada. Fakat ertesi gün, kendini, ağzından çıkanı ve öfkesini kontrol etmekten aciz başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan, “Ne yaparsanız yapın, Toplu Kışlası’nı yapacağız” dedi. İşte bu tutum, bütün önceki tepki birikimlerini bir öfke yumağına dönüştürdü. Perşembe akşamı Gezi Parkı’nda 5.000 kişi toplanmıştı. Sabaha karşı eylemcilerin çadırları yakılmasına, polislerin, kepçelerin saldırısına rağmen akşamki toplantı tam bir şenlik havasındaydı. Çoluğu çocuğuyla gelenler de vardı. Müzikler çalınıyor, şarkılar söyleniyor, kitaplar okunuyordu... Evet, Tayyip Erdoğan’a tepki yok değildi. Oarada hazırlanan bir afiş iki ağacın arasına gerilmişti mesela: “Bu halk sana boyun eğmeyecek!” (Erdoğan’ın bir karikatürü vardı afişte.) Evet, “Tayyip istifa” diye bağıranlar da oldu. Ama hakim olan, şenlik havasıydı. Cuma günü, artık, daha büyük bir kalabalık bekliyordu herkes. Ve Cuma sabahı polisler büyük bir saldırı başlattı... Hükümet, polisleri vasıtasıyla öfkeyi giderek büyüttü; gazlaya gazlaya... Nasıl oluştu o öfke, kim yarattı o öfkeyi, bir düşünün bakalım.
İşte böyle... Başbakan, kendisi gibi düşünmeyenleri yoksayarak sindirebileceğini düşünerek ve böyle davranarak meseleyi sadece Gezi Parkı olmanın ötesine fiilen taşımış oldu. Polisleri de bu taşıma işinde ona yardım etti. (Ah tabii, gaz kullanmanın yanlış bir şey olduğunu 40 saat sonra, onbinlerce insan defalarca o gazı yedikten, polislerin neredeyse hedef gözeterek baş hizasından attığı kapsüllerle onlarca insan yaralandıktan sonra, söyleme lütfunda bulundu. Fakat bunu söyledikten sonra bile polisler Beşiktaş’ta Pazar sabahına kadar sadece eylemcileri değil, bütün Beşiktaş ahalisini gazlayıp durdu. Polisleri Başbakan’ı iplemedi yani!)
Şunu da söylemeden geçmemek gerek: Bu boyutta iki gün süren vahşete rağmen bu amorf kitle gayet olgun bir eylem sürdürdü. Eylem yapan büyük kalabalığın onaylamadığı şeyler oldu; taş atmak, etrafı tahrip etmek gibi. Fakat karşı karşıya kalınan gaddarlık karşısında bunlar küçük kalır. (Provokatörlerin işbaşında olduğunu söyleyen, “gösteren” birçok mesaj var facebook’ta.)
Gelelim kimi hükümet adamlarının ve hükümet gazeteleri/gazetecilerinin bel bağladıkları meseleye: Cumhuriyet mitinglerinin yapamadığını yapma provası, Ergenekon bağlantıları, vs..
Gezi Parkı protestosunun böyle kitlesel bir hal alması tamamen kendiliğinden gelişti. Yukarıda sıralamaya çalıştığım öfke kaynakları çeşitli pınarlardan akmaya başladı. Facebook’ta, Twitter’da yayıldıkça yayıldı ve insanlar Gezi’ye koştu. Tabii, bazı örgütler elemanlarını örgütlemiştir, fakat beş gündür eylemi sırtlayan ve yürütenler örgütlü insanlar değildi. Evet, ben de Cuma akşamı Elmadağ’da ilk kez (o zamana kadar bu eylemlerde duymamıştım) “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganı atıldığını duyunca “Hassittir!” dedim gayrıihtiyari. Birileri de komünizmi kurmaya ramak kaldığını düşündüren şeyler bağırıyordu. Ya da başka sloganlar... Ne olmuş? Her tür görüş sahibi vardı işte. Ve bu kötü değil, iyi. Hatta, “Güçlü ordu, güçlü Türkiye” yazan ve soluk birkaç fotoğraf bulunan bir pankart taşıyan yaşlıca bir adama bir genç çıkıştı: Ordunun ne işi var burada, sivil bir eylem bu” diye. Etraftakiler yatıştırdı.
Herkesin başka bir emeli vardı belki, olabilir. Fakat buralarda bit arayıp Cumhuriyet tarihinin belki de en büyük sivil eylemine bok atmak da ne oluyor! “Taksim’den Tahrir çıkmaz” övüntüleri ve avuntularıyla da geçiştirilebilecek bir eylem değil bu.
Hükümet ve medyası, bir yandan da eylemin kutuplaşma yarattığından bahsediyor. Kutuplaşmayı yaratan, yukarıda saydığım hamleleri yapmakla yetinmeyip şu lafları edendir, yani Başbakan Erdoğan: “Eğer olay miting yapmaksa, toplumsal hareketse, ben kalkarım, onun 20 topladığı yerde 200 bin toplarım. Onun 100 bin topladığı yerde, ben partim olarak 1 milyon insan toplarım. İşi buraya getirmesin.”
Erdoğan, allah şişkinliğindeki egosuyla, “üç-beş marjinali” yoksayabileceğini, sindirebileceğini sandı, ama toplum bu sefer buna pabuç bırakmayıp direnç gösterdi. Direnç, bu mutlak hakimin asla kabul edemeyeceği bir şeydi ve ezilmeliydi. Böylece, gemi azıya almış hırsı ve egosuyla halkına karşı iki günlük meydan muharebesi verdi Başbakan Erdoğan. Ve yenemeyeceğini anladı. Fakat hala anlamadığı çok önemli bir şey var ki, göstericilerin dürüst davranmadığını söylüyor ve “Soruyorum, muhatabım kim?” diyor. Muhatabın halk ve halk, sadece sana oy veren yüzde 50’den ibaret değil. Erdoğan’ın öbür lafları ve tutumu da meseleyi anlamadığını gösteriyor.
Suriye-Türkiye benzeşmesi üzerinden bir şey söylemek istemiyorum, çok farklı rejimlerden, toplumlardan bahsediyoruz, ama meseleyi anlamamak bakımından, şu anda nefret ettiği Beşşar Esad’a benziyor Erdoğan. Bunun da rejimle ilgisi yok, iktidarla ilgisi var. Erdoğan parlamenter sistem içinde mutlak iktidarla flört eden bir yapıda/yapıyla (Türkiye’nin özgünlüklerinden biri; şimdilik) varoluyor. Dolayısıyla, “iktidar yozlaştırır” özdeyişinden muaf değil; Esad’ın da muaf olmadığı gibi. Esad da kendine karşı ayaklananları tanımak, anlamak istememişti, Erdoğan da muhatabının kim olduğunu soruyor hala. CHP olsa rahatlayacak, Ergenekoncular olsa rahatlayacak... Fakat değil. Hak talep eden, yaşadıkları ülkede, şehirde söz sahibi olmak isteyen insanlar. Siyasi parti yapılarının dışında bir şey talep ediyorlar. O yapılara sıkışmak, o tornanın mamulü olmak istemiyorlar.
Fakat Başbakan da gazetecileri ve kalemşorları gibi olan biteni anlamak istemiyor görünüyor. O zaman, daha iyi anlamalarını sağlamak, Gezi protestosunu sahiplenen ve yürüten insanların boynunun borcu.