Sizi bilemem ama ben öyle sık kâbus gören biri değilimdir. Kâbuslarım da vahşi değildir aslında; bir canavar beni kovalamaz, yüksekten düşmem, vs.. Benim nadiren gördüğüm kâbusum şudur: Biri, bazan bir insan değil de tuhaf bir yaratık da olabilir bu, bana veya daha çok bir sevdiğime bir kötülük yapmıştır ve ben de ona haddini bildirmek için peşine düşerim. Sonunda bir yerde yakalarım. Gerçek hayatta şiddetten hiç hoşlanmayan biriyimdir, ama bu rüya aleminde o kötülüğü yapan mahluku pataklamak isterim. Alt tarafı, vuracağım iki yumruk, üç tokattır. Yumruğumu kaldırırım, mahlukun suratına dünyanın en sert kroşesini hışımla indiririm, ama yumruğum adamın suratına çarpmadan bir nano-milimetre önce öylesine yumuşayıverir, yoğun bir sıvı içinde hareket ediyormuşum gibi öyle yavaşlayıverir ki, hiçbir etkisi olmaz. Bu beni daha da öfkelendirir; yumruğumda bir sertlik hissetmek isterim; bir daha, bir daha patlatırım yumruğu, ama hep aynı etkisizlik, hissizlik olur. Sonuç olarak o mahluk yaptığı kötülükle kalır, ben büyük çaresizlikle. İşte benim nadiren gördüğüm kâbusum budur.
Türkiye de benim kâbusuma benziyor. Tabii, benzemeyen önemli bir tarafı da var: rüyalarımın aksine, bu ülke çok vahşi. Hergün o vahşetin örneklerini görüyoruz, yaşıyoruz. Yani birileri birçok kötülük yapıyor. Benim kâbusum, gerçek hayatta da, tam bu noktada başlıyor: o büyük çaresizlik, etkisizlik, hissizlik.
Büyük bir deprem oluyor mesela, 30 bin, belki 100 bin insan ölüyor; bir bölge 150 kilometre boyunca yıkılıyor, binalar unufak oluyor, halk neredeyse isyan noktasına geliyor... Benim gibi birçok kişi, “Tamam artık, bu bir kırılma noktası olacak; hesap sormaya başlayacağız, bundan böyle hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” diye düşünüyor. Sonra bir bakıyorsunuz, yeni yapılacak konutları o yıkılanları yapan inşaat firmaları üstleniyor! Ağır hasarlı binalar boyanarak bir şey yokmuş gibi kiraya veriliyor...Devlet ve vatandaş elbirliğiyle yaratılan bu büyük facia hiçbir bakımdan bir uyanışa vesile olmuyor. Yumruğunuz tam o mahlukun burnunu dümdüz edecekken, dehşet verici bir ivme kaybı ve çıldırtıcı bir hissizlik. Ve şu anda o büyüklükte bir deprem olsa daha fazla insanın öleceğini biliyorsunuz.
Sert bir rüzgar çıkıyor, çatıya monte edilmiş sac uçup bir çocuğu öldürüyor. İhmaller zincirinin bu son halkasını görüp çaresizlik ve keder içinde kavruluyorsunuz, ben kavruluyorum, ne büyük talihsizlik, diye düşünüyorsunuz bir yandan da. Fakat aynı şey yine oluyor, yine bir çatı uçuyor, yine biri ölüyor. Bu artık talihsizlik olmaktan çıkıyor. Fakat yine hiçbir şeye yol açmıyor bu.
Okulun kapısı öğrencinin üstüne devriliyor. Annesi, babası dünyanın en sert yumruğunu savuruyor. Pıt diye eriyor yumruğun şiddeti. Bu düzenin kılına zarar gelmeyeceğini, her yumruğu savuşturup yoluna devam edeceğini görüyorsunuz siz de; büyük çaresizliğinizi.
Bergama’nın Ovacık köyünün ahalisi, orada altın madeni çıkarılıp siyanürle arıtılmasına karşı ayaklanıyor. Her düzeyde mücadele veriyorlar. Sokakları, gazetelerin birinci sayfalarını bile ele geçiriyorlar. Konuyu yargıya taşıyorlar, kazanıyorlar. Hükümetler – evet, birden fazla – mahkeme kararlarını uygulamıyor, şirket zehir saçan işini yapmayı sürdürüyor, yargı kararı temyize götürülüyor, Ovacıklılar yılmıyor, en yüksek mahkemelerden madenin faaliyetlerinin durdurulması yönünde kesin kararlar çıkartıyor, ama hükümet kararı uygulamıyor, maden şirketi işini görmeyi yine sürdürüyor, yapacağını yapıyor. Güzel, vahşi olmadığı için daha güçlü, etkili bir yumruk daha böylece aniden eriyiveriyor. Ülkenin başka yerlerinde de aynı siyanürlü arıtma sorunu varken veya olacakken, bu yargı zaferi büyük bir mağlubiyet olarak çöküyor herkesin üstüne. Büyük bir hissizlikle siliniyor, ölüyor o zafer. Yumruk yine havada kalıyor.
Kürt meselesinde de aynı şey... Silahla çözeceğini düşünüyor devlet; her tür zulmü uyguluyor. Birileri, bu yolla sorun çözülemeyeceğini söylüyor, binlerce insan ölüyor. Abdullah Öcalan yakalanıyor, “yılanın başı” içeri atılıyor, vurdu kırdı azalır gibi oluyor, artık başka hamleler yapılır diye bekliyorsunuz, ama ne gezer, aynı vahşeti sürdürüyorlar. Askeri siyasetten kovan ekip askerin acımasızlığıyla davranıyor, silahtan başka bir şey tanımıyor.Üstelik bunu dünya bu kadar değişmişken, Türkiye bu kadar değişmişken, PKK militanlarıyla milletvekillerinin sarmaş dolaş olduğu, bakanların bölgeye koruma ordusu olmaksızın giremediği, asker cenazelerinde bakanların şişe yağmuruna tutulduğu ve korku içinde sıvıştığı, bölge halkının PKK militanlarını bağırlarına bastığı bir ortamda yapıyor; 20 yıl önceki politikayı sürdürüyor.
Sonuç olarak, gencecik insanların cenazeleri, size çaresizliğinizi, azcinizi, anlatıyor. Yumruğunuz eriyor, sesiniz kayboluyor.
Bu toplumun ve bu devletin yarattığı PKK da minicik yavruları, masum insanları da körlemesine hedef alarak vahşiyane öldürüyor ve devletin şiddet uygulamasına da “meşruiyet” zemini yaratıyor bir bakıma. Silahla barış, vahşetle özgürlük, şiddetle demokrasi ve insanca yaşama düzeni geleceğini sanıyor.
Daha etkili barışçı yolları ve tabii daha geniş halk kesimlerinin katılımını engellemiş, toplumun yumruğunu eritmiş, öldürmüş, etkisizleştirmiş oluyor.
Hayatımızın her anına ve alanına yayılan sayısız örnek var böyle. Bize veya sevdiklerimize ya da tanımadıklarımıza kötülük yapan, bizi isyana sevkeden, bir yumruk savurmamıza icbar eden...
Yazı da bir yumruktur bir bakıma, ille de vurması, eleştirmesi gerekmez, anlamaya çalışan, açıklayan bir yazı da yumruktur yani. Fakat orada da aynı şey oluyor. Ne güzel, ne etkili yazılar yazıldı bu memlekette de, şimdi bakıyorum da hepsi benim kâbusumdaki yumrukların akıbetinden kurtulmuş görünmüyor. Hiçbir etkisi olmayacak, yazanı daha büyük bir acz içinde bırakacak çabalar bunlar.
Psikiyatrlar kâbusumdan nasıl bir analiz çıkarır bilemiyorum, ama benim çıkardığım sonuçlardan biri şu: Yumruğun erimesi, aniden etkisizleşmesi, çaresizlikten, galiba, daha vahim bir şeyi işaret ediyor: kendini değersiz, etkisiz hissetme, yok hissetme. Öyle ya, ne yapsanız dikkate alınmıyorsunuz, hiçbir etkiniz olmuyor. Devlet bildiğini okumaya devam ediyor. Belki benim de böyle bir sorunum vardır, fakat yukarıda çok azını saydığım örnekler ışığında bu topluma baktığımda bunu görüyorum. Devletin yüzyıllara dayanan bu tavrı ve tebaanın buna uyumlu hali, topluma sürekli “sen değersizsin, hiçbir etkin yok ve olamaz” telkini yapıyor.
Bu yüzden, kendimizi bulmamız, bir varlık olarak kendimizi göstermemiz, ortaya koymamız, talep etmemiz ve istediğimizi koparmamız en önemli şey. Fakat toplum da sorunlu: töre cinayetleri, ırkçılık, yabancı düşmanlığı, şiddet düşkünlüğü, pısırıklık, cehalet, hoşgörüsüzlük... Ve çook gerilere giden sebepleri, kökleri var bunların. Dolayısıyla önce ya da bir yandan da bireyin hem devlete, hem topluma karşı çıkıp hakkını, istediğini koparması gerekiyor. Yüzde birin veya yüzde 60’ın veya yüzde 99’un içinde eriyen birey değil de, yeldeğirmenleri dahil ne varsa karşı çıkan bireyin zaferi.
Onun için, daha önce de yazmıştım, bu ülkede yapılabilecek en büyük devrim, büyük bir devrim değil; onun asıl değişmesi gerekeni,dolayısıyla hiçbir şeyi, değiştirmeyeceğinden korkuyorum ben. O değişmesi gerekeni 1908 Devrimi de değiştiremedi, Cumhuriyet Devrimi de çünkü. En büyük devrim, bu toplumun, öyle ulu önderlerle falan değil, kendi çabasıyla, bir itirazından sonuç alması.
Bergama-Ovacık köylülerinin mücadelesi bu bakımdan çok önemliydi işte. Şimdi bir sürü yerde HES itirazları var. Böyle bir itirazımızı yükseltip sonuç olmak bence, başlıbaşına bir devrim. Hükümetler, devlet tam da bundan korkuyor zaten. Bu toplum, bir şeye itiraz eder ve üstelik verdiği mücadeleyle onun sonucunu da alırsa, bunun emsal olacağını biliyor. Bu ülkede iktidarın kâbusu, bizim bu kâbustan uyanmamız. Bize bir şangırtı lazım, kendimizin yaratacağı bir şangırtı.