08 Şubat 2015

Muhalefet alternatif başkanlık modelini önermeli

Halkoyuyla seçilen bir cumhurbaşkanının hükümetin de başı olması mantıklı olabilir.

Cumhurbaşkanı Erdoğan kendi vizyonuna uygun bir başkanlık sistemi istiyor. Dün Bursa’da bir toplu açılış töreninde konuştu ve başkanlık sistemini de içeren yeni bir anayasa ve yeni bir Türkiye istediğini söyledi. Bunun için de 400 milletvekili gerektiğini vurguladı.

Buna karşılık olarak muhalefet eğer başarılı olmak ve otoriterleşmeyi frenlemek istiyorsa mutlaka en kısa zamanda kendi iyi düşünülmüş başkanlık sistemi önerisini getirmeli ve savunmalı. Bu, gerçek anlamda kuvvetler dengesine ve hukuk devletine dayanan bir yarı-başkanlık sistemi olmalı. Böyle bir duruş, muhalefetin seçimlerde başarı şansını artırır. Ama her şeyden önce de hak ve özgürlükleri  güvence altına almak ve otoriter bir başkanlık sistemini engellemek adına en etkili strateji olacaktır. Türk, Kürt, laik veya dindar, özgürlükçü demokratik aktörlerin özlenen ortak bir asgari uzlaşma zemininde beraber çalışmasına da yardımcı olabilir.

 

Başkanlık Sistemleri Neden Otoriterleşmeye Açık?

 

Aslında teorik olarak başkanlık sistemi de demokratik ve özgürlükçü olabilir. Çünkü kâğıt üstünde başkanlık modeli, yasama (meclis) ve yürütme (başkan) arasında parlamenter sistemden daha derin bir kuvvetler ayrılığına dayanıyor. Hükümeti mecliste çoğunluğu kazanan parti veya partilerin kurduğu parlamenter sistemden farklı olarak, başkanlık sisteminde meclis ve başkan ayrı ayrı seçimlerle iş başına gelirler. Dolayısıya bambaşka partilerden ve ideolojilerden gelebilirler ve birbirlerini denetleyebilirler. Aynı zamanda da birbirlerine muhtaçtırlar. Mecliste çoğunluğa sahip partiler, seçmenlere iyi bir şeyler yaptıklarını gösterebilmek için başkanla diyalog kurmak ve politikalarını etkileyebilmek zorundadır; başkan da yönetebilmek için meclisin çıkaracağı yasalara ve vereceği bütçeye ihtiyaç duyar. İstedikleri olmayınca birbirlerini düşürmeleri de çok zordur. Bu yüzden de, sistemin ideal işleyişinde anlaşmazlıklarını müzakere ve uzlaşmayla çözmeye mecbur olurlar. Güçlü, bağımsız ve tarafsız bir yargı sistemi ise olmazsa olmaz bir koşuldur.

Ancak bu olumlu potansiyeline rağmen başkanlık sistemleri iki senaryo nedeniyle otoriterleşebiliyor ve çoğu kez tam tersine gücün başkanda toplandığı baskıcı rejimlere dönüşebiliyor. Araştırmalar, özellikle Türkiye gibi demokratik uzlaşma kültürünün ve hukuk devletinin yeterince gelişmediği ülkelerde bu durumun olası olduğunu gösteriyor.

Birinci senaryo çok basit: hem başkan hem de meclisin çoğunluğu aynı partiden ve/veya ideolojiden geldiğinde. Yani seçmen hem başkanlık hem de meclis seçimlerinde aynı partiyi ve ideolojiyi tercih ederse. Bu durum sürdükçe, ve eğer başkana kendi partisi içinden muhalefet edilebilen çok sesli bir siyasal parti sistemi mevcut değilse, başkanın meclisle uzlaşma ihtiyacı ortadan kalkıyor. Başkanı ve partisini denetleyecek sağlam, bağımsız ve tarafsız bir yargı da yoksa, o zaman rejim hızla güçlü bir başkanla partisinin kontrol edilemediği ve denetlenemediği otoriter bir sisteme dönüşüyor. Kontrol ve denge mekanizmaları devreden çıkıyor. Çünkü başkanlık sisteminde erken seçimler yoluyla hükümeti değiştirmek de hemen hemen mümkün değil.

İkinci senaryo ise “sinsi otoriterleşme” denilen durum. Bu senaryoda başkan ve meclisin çoğunluğu aynı partiden  gelmek durumunda değil. O zaman da başkan işini yapabilmek için gerçekten de kâğıt üstünde meclisle uzlaşmak zorundadır. Örneğin başka bir ülkeye silahlı güç göndermek için meclisin onayına, orduyu büyütmek istiyorsa bütçeye ihtiyacı vardır; meclisten bunları almak için de pazarlık etmesi ve (diyelim ki Merkez Bankası başkanının ve Anayasa mahkemesi üyelerinin seçiminde) meclisteki çoğunluğa taviz vermesi, uzlaşması gerekir. Vergileri artırmak istiyorsa da gene meclisten yasa çıkarmak zorundadır. Normalde bu güç paylaşımı ve pazarlık sürekli tekrarlanacaktır. Ama yargının ve uzlaşma kültürünün zayıf olduğu ülkelerde, meclisler uzlaşmaya açık olmayabilirken, başkanlar da güçlerini bu şekilde paylaşmak istemiyorlar. Bu da, resmi ve gayrıresmi yolları kullanarak sistemi baypas etme eğilimini doğuruyor.

Böylece otoriter başkanlar uzlaşmak yerine, kanun gücünde kararnamelerle, “olağanüstü tedbirlerle,” torba yasalarda gizlenen yeni yetkilerle, meclis üzerinde baskı kurmak ve bürokrasiyi kendi elemanlarıyla doldurmak yoluyla meclisin ve muhalefetin gücünü kısıtlamaya başlıyorlar. Sistemi dönüştürüyorlar. Sivil toplum ve medya da hükümeti denetleyemiyor çünkü güçlü devlet tarafından kontrol altına alınabiliyorlar. Sinsi otoriterleşme buna deniyor. Tabii meclisler de kendi yetki alanlarını savunmaya çalışıyorlar ama başarılı olmaları zor. Çünkü sonuçta meclislerin ordusu yok. Bürokrasi ve zor kullanma gücü yani güvenlik ve istihbarat örgütleri yürütmeye, yani başkana bağlı. Bu nedenlerle başkanlık sistemi demokratik olgunluktan yoksun ülkelerde oldukça riskli bir model.

 

Nasıl Bir Başkanlık?

 

Önümüzdeki seçimlerin sonucu ne olursa olsun, Türkiye’de bu senaryoları engellemenin ve demokratik rejimi korumanın  en gerçekçi yöntemi, gerçek anlamda kuvvetler ayrılığını tesis eden, denge ve kontrol mekanizmalarını güçlendiren ve başkanın yetki ve sorumluluklarını berraklaştıran alternatif ve demokratik bir başkanlık sistemi olur. Meclisi, bağımsız ve tarafsız yargıyı ve demokratik hak ve özgürlükleri güçlendiren böyle bir başkanlık sistemine AKP içinden de destek verenler çıkacaktır.

Halkoyuyla seçilen bir cumhurbaşkanının hükümetin de başı olması mantıklı olabilir. Ama buna karşılık seçim barajı düşürülmeli ve seçim sistemi daha adil ve demokratik hâle getirilmeli. Meclis TİB, RTÜK, ve MİT gibi kilit kurumlara yapılan atamalarda (nitelikli çoğunlukla) onaylama yetkisine sahip kılınmalı. Meclisin AYM ve diğer yargı organlarına üye seçme yetkisi (gene nitelikli çoğunlukla) artırılmalı. Yargının bağımsızlığını ve tarafsızlığını, hak ve özgürlükleri güvence altına alan kapsamlı düzenlemeler yapılmalı. Yerel yönetimlerin yetkileri ve katılımcı özellikleri artırılmalı. Barış sürecinden de yararlanarak etnik, dini, ve mezhepsel azınlık hakları güçlendirilmeli. Diyanet daha çoğulcu, şeffaf ve demokratik bir şekilde yeniden yapılanmalı. Mümkün olduğunca siyasal partiler yasası değiştirilerek siyasal partilerdeki lider sultası azaltılmalı. Böyle bir sistem demokratik ve özgürlükçü olabilir ve işleyebilir.

Muhalefetin önereceği alternatif başkanlık sisteminin yarı başkanlık olması gerektiğini düşünüyorum. Bunun çeşitli nedenleri var. Mevcut yarı-parlamenter sistemden yarı-başkanlığa geçmek daha kolay ve sancısız olur: var olan teamüller üzerine inşa olacağından daha yumuşak ve sağlam bir geçiş de olacaktır. Cumhurbaşkanının mevcut anayasal yetkilerine bazı yenileri eklenerek ve sorumlulukları belirlenerek (yani sorumsuz olmaktan çıkarılarak) gerçekleştirilebilir. Ayrıca, yarı-başkanlık sistemi daha esnek bir sistem. Meclisle başkan arasında uzlaşmazlık olduğunda—ki Türkiye siyasal kültüründe bu son derece muhtemel—başkanlık sisteminde bunu çözmenin bir yolu yok; bu da sinsi otoriterleşmeye yol açıyor.

Bu olasılık sadece muhalefetin mecliste çoğunluğu kazandığı durum için geçerli değil. AKP’nin seçimlerden birinci parti çıkması hâlinde de düşünülmesi gereken bir mesele. Erdoğan ve AKP içindeki farklı gruplar arasında da ayrılıklar çıkacaktır. Yarı-başkanlık sisteminde bu sürtüşmeler başbakanı ve hükümeti değiştirerek çözülebilir. Muhalefet de bu süreçlere katılabilir, çıkmaza düşüldüğünde meclis erken seçime gidebilir. Başkanlık  sistemindeyse bu anlaşmazlıklar ancak başkanın dediğim dedik müdahaleleriyle “çözülebilir.” Yani sinsi otoriterleşme olasılığı yüksek olur.

 

Alternatif Başkanlık Modeli ve Etkin Muhalefet

 

Eğer CHP, MHP, HDP ve diğer muhalefet partileri seçimlerde başbakan Erdoğan’ın karşısına kendi başkanlık önerileriyle çıkmazlarsa, hem seçimlerde başarısız olmaları hem de bahsettiğim iki otoriterleşme senaryosunun gerçekleşme ihtimali çok yüksek. Her şeyden önce seçimlerde Erdoğan ve AKP yeniyi ve değişimi temsil ederken, muhalefetse mevcut sistemi yani statükoyu savunmak durumuna düşecek. Son oniki yılda seçmenler yeniliği ve değişimi savunan  AKP’yi hemen bütün seçim ve referandumlarda ödüllendirdi.

Ayrıca seçmen istikrar istiyor ve bazıları şöyle düşünebilir: “eğer muhalefet güçlü çıkarsa cumhurbaşkanı Erdoğan gene de başkanlık sistemi için mücadeleye devam edecek ve onu engellemeye çalışan muhalefetle kavga edecekler, dolayısıyla istikrar için Erdoğan’a istediği yetkiyi vermek daha iyi.”

Buna karşılık, alternatif bir başkanlık sistemi önerisiyle muhalefet, sadece eleştiren ve engellemeye çalışan muhalefet konumundan, hem eleştiren hem de alternatif öneren muhalefet konumuna gelebilir. Farklı bir vizyonu olan ve daha iyisini vaat eden bir muhalefet imajını oluşturmaya başlayabilir. Eğer savunacağı modelleri dikkatle ve katılımcı süreçlerle hazırlayabilir, örgütleriyle birlikte samimiyetle savunabilirse.

Demokrasinin, hak ve özgürlüklerin güçlendirildiği bir yarı başkanlık modelini getirecek reformlar demokratik muhalefeti birleştirme potansiyelini taşıyor. Muhalefetin ve hükümetin içindeki özgürlükçü sesleri ortak bir zeminde buluşturarak ihtiyaç duyulduğu gibi uzlaşmalarına ve  beraber çalışmalarına yardımcı olabilir. Hatta barış sürecini çok partili ve geniş tabanlı bir süreç haline getirmenin yolunu açabilir.

Başka konulardaki anlaşmazlıkları ne olursa olsun farklı muhalefet partileri şeffaf ve demokratik bir yarı-başkanlık sistemi için beraber çalışabilirler. HDP, Barış Süreci’nin yürüyebilmesi için otoriter bir başkanlık sistemine destek vermek baskısından kurtulabilir. Bahsettiğim türden bir yarı-başkanlık sistemi  kuvvetler ayrılığını güçlendireceği için, MHP tabanında ve CHP seçmeninin önemli bir kesiminde mevcut olan, seçim sonrasında parçalanma endişesini de azaltabilir.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Halkın egemenliğini hatırlayıp hatırlattığı gün 31 Mart

Acaba Pazar günkü sonuçlar genel seçimde gerçekleşseydi Cumhurbaşkanı balkon konuşmasında bu kadar kolay sonucu kabul eder ve mazbatayı teslim eder miydi?

Pazar günü neyi seçeceğiz?

Pazar günü 2030’ların Türkiye’sinin siyasal aktörleri de şekillenecek

31 Mart: 2017’nin rövanşı ve 2030’ların kuluçkası

2017’de tüm anti demokratik dezenformasyon koşullarına rağmen halkımızın yüzde 49’a yakını ‘Hayır’ diyebilmişti. İstanbulluların ise yüzde 51.35’i ‘Hayır’ demişti. 31 Mart’ta bu oranın azalmak şöyle dursun, artması gerekir