Nevruz kutlamaları, Diyarbakır
Son yazımda, geçen sene Koç Üniversitesi Yayınevi’nden güncellenmiş 3. baskısı çıkan Milada Dönüş kitabımdaki tezler üzerinden, iktidarın son başlattığı Kürt sorunu açılımını değerlendirmeye başlamıştım. 2011 yılından beri, 1919-1926 yılları arasındaki iç ve dış koşulların[1] benzerlerinin yeniden oluştuğu bir “milada dönüş” döneminde olduğumuzu irdelemiştim. Söz konusu kuruluş dönemi, Türkiye Cumhuriyeti’nin temel kuruluş kodlarını biçimlendirmiş ve bu esnada “Kürt meselesi”ni de doğurmuştu. İçinde bulunduğumuz konjonktürde ise, Kürt sorununu çözmeye çalışmak kadar demokrasiye geri dönmenin de sadece bir fırsat değil zorunluluk olduğunu vurgulamıştım.
Tüm bunlar mevcut iktidarın süreci başlatma gerekçeleri ve bu haliyle olası sonuçları hakkında iyimser ve demokratik bir çözüm için fazla ümitli olabileceğimiz anlamına kesinlikle gelmiyor. Bunu sonra, özellikle rejim ikilemiyle ilgili yazımda tartışacağım.
Ancak bu tespit, barışı ve gerçek anlamda özgürlükçü, demokratik ve laik bir cumhuriyeti savunan insanların, sadece muhalif ve edilgen bir pozisyon alarak korumak istedikleri değerleri koruyabileceği anlamına da gelmiyor. Tam tersine her vatandaşın kendini eşit hissettiği çoğulcu demokratik bir ulus devlet konusunda en aktif ve inandırıcı pozisyonu onların alması gerektiğine inanıyorum.
Geçen yazım ulus devlet ve etnik-bölgesel çatışmalar konusunda kavramları yerli yerine oturtmak ve ülkemizde yaygın bazı yanlış kanaatleri ve maksimalist beklentileri bertaraf etmek amacını taşıyordu.
Bu yazıda ise Türkiye’de bu sorun bugün nasıl çözülür onu tartışmaya başlıyorum.
Üç temel ikilem ve ötekinin kaygısını görmeme durumu
Kürt sorunu gibi karmaşık ve zaman için daha da giriftleşmiş bir sorunu çözmek için, başta yapıcı ve güvenilebilir siyasal irade olmak üzere birçok iç ve dış, maddi ve düşünsel koşulun bir araya gelmesi gerekir. Tek değil farklı çözüm modelleri ve yolları olabilir.
Ama hangi yoldan yürünürse yürünsün, çözümün kalıcı olabilmesi için Milada Dönüş kitabımda uzun uzadıya tartıştığım üç temel ikileme hem Türklerin hem de Kürtlerin içinin rahat edeceği birer çözüm bulunması elzemdir. Bu çözümler 2013-2015 müzakere sürecinde mevcut değildi. Başarısız olmasının en önemli nedeni de kanaatimce buydu.
Bazen güvenilmez aktörler de barışa aracı olabilir ama en güvenilir aktör de olsa bu çözümler masada ve zihinlerde egemen olmadan barış gelmeyecektir.
Kürt sorununa bulunacak çözümlerin temelinde güven olmak zorundadır. Bu güven de kişilere ve şu veya bu partiye değil kalıcı koşullara ve kurumlara olan güven olmak zorundadır. Bahsettiğim üç ikileme getirilecek çözümler bu kalıcı güveni inşa edecektir. Yani olası siyasal çözümlerin maddi temelini oluşturacaktır. Temeli zayıf açılımlar sağlam ve kalıcı olmaz.
Söz konusu üç ikilem şunlardır:
- Sınır-ötesi güvenlik ikilemi
- Ortak kimlik ikilemi
- Siyasal elit iş birliği ve rejim ikilemi
Bu ikilemler birbiriyle ilişkilidir. Örneğin sınır-ötesi güvenlik çözülmeden ortak kimlik ikilemini çözmek zordur veya tam tersi. Keza rejim ikilemi çözülmeden diğerlerinin çözümü de ama bugün ama yarın sekteye uğrar.
Her bir ikilemde de biri daha çok Türklerin diğeriyse daha çok Kürtlerin (ötekinin emellerine dair) meşru birer endişesi söz konusudur. Türklerin de Kürtlerin de endişelerinin ve rahatsızlıklarının meşru ve anlaşılabilir gerekçeleri, maddi ve manevi temelleri vardır. Kalıcı çözümlerin bu kaygı ve rahatsızlıklara kalıcı çözümler getirmesi gerekmektedir
Bu çözümler mevcuttur. Asıl sorun ve çözümsüzlük, çoğumuzun bir tarafın endişesini meşru sayıp diğerini gayrı meşru görmemizden kaynaklanmaktadır. [2]
Karşı tarafın meşru kaygısını “tanımama,” “meşru saymama” ve “bilmek istememe” durumu, aslında çözümü mümkün bir meseleyi kanlı ve çözümsüz bir sorun haline getirmektedir. Gerçekte ortaklıkları farklılıklarından çok daha fazla olan vatandaşlar arasında bir çatışma yaratmaktadır. Devlet ile toplumu da karşı karşıya getirmektedir.
Daha çok Türkler için geçerli olmakla beraber bu (karşı tarafın meşru kaygısını tanımama durumu) hem Türkler hem Kürtler için geçerlidir. Zamanla kemikleşmiş ve tüm Türkiye’yi aşağı çeken, kendini nasıl tanımlarsa tanımlasın bu ülkeyi seven herkesin refahını ve özgürlüğünü aynı anda engelleyen bir çukur haline getirmiştir.[3]
Bu yazıda bahsettiğim üç ikilemin birincisiyle başlayalım.
Sınır-ötesi güvenlik ikilemi
Kürt meselesi sadece Türkiye değil başta Türkiye, Suriye, Irak ve İran olmak üzere birkaç ulus ve devletin sınırlarına yayılmış bir meseledir. Bu sınırlar-ötesi özelliğiyle örneğin İngiltere’de (Birleşik Krallık) İrlanda meselesine, Kuzey Afrika’da Berberiler meselesine, Afrika’da Hutu meselesine benzer, ama örneğin İspanya’da Katalan ve Britanya’da İskoç ve Galler meselelerinden ayrışır. Tek bir paydaş ülkenin sadece kendi iç dinamikleriyle, sınır-ötesi Kürtlerle siyasal düzenlemeler yoluyla bir güven ilişkisi kurmaksızın çözmesi mümkün olmayan bir meseledir.
Bu durum cumhuriyetin kuruluş döneminde Musul’un Türkiye dışında kalmasıyla ortaya çıkmıştır. “Osmanlı Kürtleri” üç ülke (Türkiye, Suriye ve Irak) arasında bölünmüştür. Bunun nasıl ve neden gerçekleştiği, siyasal reel politik gerekçelerle mi yoksa (Türk) etnik milliyetçi motivasyonlarla mı yapıldığı, Türk ve Kürt yazında halen tartışma ve ayrışma konusudur. Bilimsel olmayan yakıştırmalarla spekülasyona ve güven kırıcı yorumlara yol açmıştır ve açmaktadır. Bu konuları Milada Dönüş’te tartıştım.
Hiçbir ulus devlet, sınır-ötesinde toprak bütünlüğünü, siyasal birliğini ve askeri güvenliğini tehdit eden veya edebilecek, kendi topraklarında (siyasal) ayrılıkçılığı besleyebilecek veya (nesnel gerekçelerle) bunu yapması mümkün olan güçlere güven duyamaz, müsamaha gösteremez. Dolayısıyla Türkiye, Suriye ve Irak sınırlarının öte tarafında yaşayan Kürtlerle askeri tehdit ve etnik-bölgesel ayrılıkçılık (irredantizm) seçeneğini olasılık dışı bırakan bir kalıcı güven ilişkisi kurmak zorundadır. Gerçek güvenliğin ve sosyoekonomik kalkınmanın yolunu bu açar.
Bunlar arasında belki en önemlisi de Suriye’deki Kürtlerdir. Hem Osmanlı’ya uzanan tarihimiz hem sınırımızın uzunluğu ve coğrafi açıdan geçirgen niteliği hem de modern Kürt kimliğinin ve hareketlerinin uzamsal gelişim süreçleri açısından.
Ama konuya sadece bir taraftan ve devlet-merkezli bakamayız, bakmamalıyız. Sınır-ötesi güvenlik ikilemi bir değil iki kaygıyı barındırmaktadır. Çözüm için bu iki kaygıyı da anlamak ve çözmek gerekmektedir.
Türkler[4] ve devlet elitlerinin büyük kısmı, Kürtlerin yakın veya uzak gelecekte Türkiye’den ayrılmak istemesinden kaygı duymaktadır. Sınırın Suriye tarafında, Türkiye’de ayrılıkçılığı destekleyecek ve askeri tehdit oluşturacak oluşumlardan endişe etmektedir. Bu kaygı meşrudur çünkü tarihsel, ideolojik ve dünyadaki örnekler ışığında gerçekçi senaryolara dayanmaktadır.
Kürtler de Türkiye’nin, etnik ve kültürel, çoğu zaman da fiili akrabaları olan Suriyeli Kürtleri tehdit görüp ezmesinden endişe etmektedir. Türkiye karşıtı emelleri ve ideolojisi olsa da olmasa da, PKK ile bağlantılı olsa da olmasa da, Suriye’deki Kürtlerin özyönetim gibi hak mücadelelerini potansiyel tehlike sayıp bastırmasından endişe etmektedir. Bu kaygıyla ilişkili olarak, Türklerin -daha doğrusu devletin- tüm bir bölgeyi siyasal ve sosyoekonomik olarak zayıf ve geri bırakma niyetinden duyulan kuşku vardır.
Kürtlerin bu kaygısı da meşrudur çünkü Türkiye, Suriyeli Kürtlere örneğin Azerilerden çok farklı bakmaktadır.[5] Oysa her ikisiyle de milyonlarca vatandaşımızın dil, kültür, tarih ve bilfiil akrabalık ilişkileri üzerinden yakınlığı ve gönül ilişkisi vardır. Bu farklılık PKK-PYD’den mi yoksa Suriyeli Kürtlerin etnik-kültürel kimliğinden mi kaynaklanmaktadır? Devlet bu ayrımı bir türlü net ve inandırıcı şekilde ortaya koyamamıştır. Böyle bir söylemi ve uzun vadeli politikayı oluşturamamıştır.
Aslında gerçekten de Türkiye’nin imparatorluk geçmişi, tarihsel göçler ve etnik zenginliğinden kaynaklanan, değişik ülkelerle farklı gruplar üzerinden kültürel bağları müthiş bir “yumuşak güç” ve etki potansiyeli oluşturmaktadır. Ama bu güç ve zenginlik bir türlü realize edilememektedir. Çünkü “hepsi kültürel zenginliğimiz” söylemleri bir türlü güvenilir maddi temellere oturtulamamaktadır.
Devletin de Kürtlerin de kaygıları “hayır böyle bir amacımız, niyetimiz yok, kardeşiz” diyerek çözülebilecek kaygılar değildir. Yarın her iki tarafta da muktedir güçler ve konjonktür değişir ve her şey değişebilir. Dolayısıyla güvenin maddi temelleri olmalıdır.
Nobel ödüllü matematikçi John Forbes Nash’in meşhur formülasyonuyla: Her iki tarafın da karşı tarafın bu güven ilişkisini bozmayacağını, bozarsa bundan kazançlı çıkmayacağını, çünkü maddi (ekonomik, askeri, kurumsal ve sosyal-kültürel) çıkarlarının bunu gerektirdiğini bildiği bir denge oluşmalıdır.
Peki böyle bir barış ve güven dengesini hangi politika kurabilir?
Türkiye ve Kürtler bu dengeyi mantık ve karşılaştırmalı örnekler ışığında üç politikayla kurabilir ve sınır-ötesi güvenlik ikilemini çözebilir.
Gelecek yazımızda bunlarla devam edeceğiz.
[1] O zaman da Ortadoğu yeniden şekilleniyordu ve ciddi iç ve dış göçler yaşanıyordu, rejim değişikliği tartışılıyordu ve siyasal elitler başta laiklik olmak üzere rejimin temel unsurları konusunda bölünmüştü.
[2] Bu bağlamda mevcut sürece geçmişte Kürtlerin kaygılarına en kapalı gözüken MHP’nin de dahil olması kağıt üzerinde olumludur. Ama bunun ne kadar fikirsel temeli sağlam ne kadar konjonktürel ve geçici olabileceğini ileride tartışacağız.
[3] Aslında benzer bir durum Türkiye’yi kutuplaştıran sağ-sol, dindar-laik, kentli-kırsal, Sünni-Alevi, Müslüman-Gayrımüslim vb. Gibi ayrımlar için de farklı ölçülerde geçerlidir. Türklerin kaygısı derken bunu “devletin” kaygısından ayırmak da aslında çok zordur, bu konuyu ortak kimlik ikileminde ayrıca tartışacağım.
[4] Burada sade dil kullanmak için bir genelleme yapıyorum, aslında Türkler de Kürtler de yekpare birer grup elbette değildir. Kürt meselesi be başka konularda birçok ayrı tercih, görüş, koşul ve eğilimi barındırmaktadır.
[5] Benzer bir karşılaştırma Suriye ve Irak’taki Türkmenlerle de yapılabilir. Ama gerçek şu ki Türkiye onları da hiçbir zaman dış politikasının temeline koymamıştır; kardeşlik daha çok söylemde kalmıştır. Bu da Türkiye’nin politikalarında etnik (Türk) milliyetçiliği etkili olmakla beraber asıl belirleyici olanın reel politik ve toprak temelli milliyetçilik olduğunun en önemli göstergesidir. Aslında uzun vadeli bakılırsa Azerbaycan’a yönelik (söylemi bir kenara bırakalım) reel politikalarda da en belirleyici etken bu olmuştur. Bunun yanında Suriye ve Irak’taki gayrımüslim toplulukların da ülkemizdeki yüzbinlerce gayrımüslim vatandaşımızla kültürel gönül bağı olduğunu unutmamak gerekir.
Murat Somer kimdir?
Prof. Dr. Murat Somer Özyeğin Üniversitesi’nde Siyaset Bilimleri ve Uluslararası İlişkiler öğretim üyesi ve Central European University Budapeşte’de Demokrasi ve Kalkınma alanında kıdemli akademisyendir. Uzmanlık ve araştırma alanları karşılaştırmalı siyaset, kutuplaşma ve kutuplaşmayla mücadele, demokratik erozyon, demokratikleşme ve muhalefet stratejileri, dindar ve laik siyaset ve etnik çatışmalardır.
Yakın dönem yayınları arasında, dünyada kutuplaşma ve demokrasi ilişkisi üzerine eş-editörlüğünü yaptığı iki özel dergi sayısı (American Behavioral Scientist, 2018, ve the ANNALS of the AAPSS, 2019), ve Return to Point Zero: The Turkish-Kurdish Question and How Politics and Ideas (Re-) Make Empires, Nations and States (Milada Dönüş: Türk-Kürt Sorunu ve Siyaset ve Fikirler İmparatorlukları, Ulusları ve Devletleri Nasıl Yeniden İnşa Eder) adlı kitabı (State University of New York Press, 2022) vardır.
Somer’in verdiği lisans ve lisansüstü dersler, karşılaştırmalı siyaset, uluslararası politik ekonomi, 21. yüzyılda otoriterlik ve demokrasi, dünyada din ve laiklik, ve modern Türkiye’nin tarihi ve siyaseti gibi konularda yoğunlaşıyor.
Milada Dönüş: Ulus-Devletten Devlet-Ulusa Türk ve Kürt Meselesinin Üç İkilemi adlı kitabı, sosyal bilimlerde 2015 Sedat Simavi Ödülüne layık bulundu. Türkiye basınının kapsamlı içerik analizi temelinde “dindar ve laik elit değerleri” üzerine araştırmasıyla 2009’da bir Sakıp Sabancı Uluslararası Araştırma ödülü kazandı.
Özyeğin Üniversitesi’ne katılmadan önce yardımcı docent, doçent ve professor olarak Koç Üniversitesi’nde çalıştı. Demokrasi ve Kalkınma bursiyeri olarak Princeton Üniversitesi‘nde (2010-2011), kıdemli araştırmacı olarak Stockholm Üniversitesi‘ nde (2013), ziyaretçi akademisyen olarak Harvard Üniversitesi’ndeki Weatherhead Center for International Affairs’te (2016-2017), ve ziyaretçi öğretim üyesi olarak Stanford Üniversitesi’ndeki Abbasi İslam Çalışmaları Programı’nda (2019) geçici görevler üstlendi, araştırmalar yaptı ve dersler verdi.
Üyesi olduğu uluslararası işbirlikleri arasında, çağımızın demokrasi sorunları üzerine üniversiteler-arası araştırma ve öğretim işbirliği yapan Brown Üniversitesi’ndeki (ABD) Demokratik Erozyon konsorsiyumu, ve Central European University’deki (Budapeşte) Demokratikleşme ve Demokratikleşme Kaybı (DRD) Araştırma Grubu var.
Dünyanın birçok üniversitesinde, düşünce kuruluşlarında, siyasal partilerde ve sivil toplum örgütlerinde konuşmalar ve dersler verdi. Foreign Policy, Washington Post, New York Times, Frankfurter Allgemeine, Al Jazeera Turk, Politikyol, Radikal 2 ve T24'te fikir yazıları ve yorumları yayınlandı.
CNN Türk, Habertürk, Medyacope, Halk TV, Euronews, Deutsche Welle, BBC, ve Al Jazeera International gibi medya kuruluşlarında tartışma programlarına katıldı ve röportajlar verdi.
Istanbul Erkek Lisesi ve Boğaziçi Üniversitesi (ekonomi) mezunu olan Somer, master (ekonomi) ve doktora (politik ekonomi ve kamu politikaları) derecelerini Los Angeles’da Güney Kaliforniya Üniversitesi’nden (USC) aldı. Doktora sonrası Kaliforniya Devlet Üniversitesi’nde çalıştı, Washington Üniversitesi Seattle‘da ise “modern dünyada etnik çatışmalar” konusunda bir Mellon doktora-sonrası bursiyeri olarak ders verip doktora-sonrası araştırmalar yaptı.
|