25 Şubat 2011

Kürt meselesinde son fırsat: Dünü ve bugünü barış için yorumlamak

KONDA Genel Müdürü Bekir Ağırdır ve Murat Somer\'in yazı dizisi...

SUNUŞ

 

Türkiye değişiyor ve değişmek zorunda. Bu değişim her şeyden önce Türkiye’nin değişen sosyoekonomik ve demografik yapısından, bölgesindeki değişen jeopolitik dengelerden, değişen dünyadan ve değişen dünyada Türkiye’nin farklılaşan ve yükselen konumu gibi birçok dinamikten besleniyor. Dolayısıyla değişimin lehinde veya aleyhinde olmak anlamlı
seçimler değil. Önemli olan, değişimin önünden yürüyüp onu yönlendirebilmek. Yoksa değişimi gerisinden takip etmek zorunda kalmak da bir diğer seçenek.

Eğer siyasal aktörler değişimin önünde olmayı seçerlerse o zaman daha müreffeh, daha demokratik ve herkes için daha fazla özgürlüğün, güvenliğin ve hukuk devletinin olduğu bir Türkiye hedefine yönlendirebilirler. Uzlaşma yoluyla daha özgürlükçü, rejimin temel prensiplerine sadık, ama çeşitliliğe açık, değişen gerçeklere uygun ve Türkiye’nin önünü açan yeni bir anayasa yapabilirler. Toplumsal barışı ve demokrasiyi güçlendirebilirler. Eğer bu becerilemezse, sonuçları tahmin edemeyeceğimiz kadar ağır olabilir.

Bu durum belki en çok Kürt meselesi için geçerli.

Kürt meselesiyle ilgili son yirmi yılda yazılan yazılara bakıldığında belli aralıklarla “kritik dönüm noktası,” “çözüm şansı” gibi başlıkların sıkça kullanıldığı görülebilir.  Ama karar vericiler gerekli politikaları üretemedikleri ve cesur adımları atamadıkları için bu kritik dönüm noktalarını daha sonra yenileri izlemiştir. Bu arada sorun kendi dinamikleri içinde büyümeye devam etmiştir.

İçinde bulunduğumuz dönemde eğer sağduyulu ve cesur kararlar alınsa bile bu sorunun kısa vadede çözülmesini bekleyemeyiz. Ama eğer sağduyulu ve cesur kararlar alınabilirse şiddet ve güvensizlik minimize edilebilir ve uzun vadede demokratik siyaset ve uzlaşma yoluyla bir çözüm bulunabilir.

Geçmişte bu kararların alınmasının önündeki en önemli engellerden biri karar verme mekanizmalarının şeffaf, sivil siyasetin yeterince özgür olmamasıydı. Bugün askerin siyaset üzerindeki etkisi hukuki ve fiili olarak çok azalmıştır. Kürtler arasında ise sivil toplum ve BDP’nin içindeki çeşitlilik kendini daha fazla ifade etmeye başladı. Gelecekte PKK’dan bağımsız siyaset yapılabileceğine dair emareler arttı. Mücadelesine ayrı bir devlet kurmak iddiasıyla çıkan PKK’nın bugün en azından söylem düzeyinde taleplerini çok daha muğlâk ve ılımlı kabul edilebilecek olan demokratik özerklik talebine indirgemiş olduğunu gözlemleyebiliriz. Her şeyden önce siyasal alanda muhatap alınmak arzusunda olduğunu söyleyebiliriz.

 

Eğer önümüzdeki dönemde uzlaşma sağlanabilir ve değişim daha demokratik bir Türkiye yönünde olabilirse, o zaman güvenlik ve demokratik rejimin nitelikleri gibi yaşamsal konulardaki politikaları denetleyen, siyasi partilerin, halkın ve kamuoyunun üzerinde bir güç olmayacak. Türkiye Cumhuriyeti’nin en yaşamsal kanayan yarası “Kürt meselesi”nde de son sözü Türkiye kamuoyu verecek, siyaseti yönlendirecek. 

Peki siyaset ve kamuoyu bu rolü oynamak konusunda ne kadar hazırlıklı? 

Uzun zamandır araştırmalar Türkiye siyasetinde iki paradoksa işaret ediyordu. Partilerin tabanlarının eğilimleriyle parti politikaları arasında bir çelişki vardı. CHP’yi destekleyen seçmenler AKP’yi destekleyenlere göre, etnik farklılıklara ve farklı kültürlere açık olmak konusunda nispeten daha liberal ve hoşgörülü inanç ve tercihlere sahiptiler. TESEV,  KONDA gibi kuruluşların kamuoyu yoklamalarında çıkan sonuçlar CHP’ye oy veren kesimin ortalama olarak örneğin Kürt komşu, iş ortağı veya eş sahibi olmaya, kendileri dışındaki insanların değişik nedenlerle kimliklerini yaşamakta zorluk çektiğini düşünmeye daha açık olduklarını gösteriyordu (farklı dinden veya yaşam tarzından insanlara dair bulgularda da genel eğilim aynı olmakla birlikte başörtülü, muhafazakâr kesimle ortak yaşam konusunda sonuçlar farklıdır ve ayrıca değerlendirmek gerekmektedir).

 

CHP'nin seçmeni, AKP'nin yönetimi çözüm çabasına yakın

Belki en çarpıcı olanı, CHP seçmeninin, “Kürt meselesi”nin devletin politikaları sonucu ortaya çıkan bir “Kürtler’in kimlik sorunu” olduğunu düşünmeğe daha eğilimli olmasıydı. Bu bulgularla uyumlu sonuçları ben de yazılı basının kapsamlı içerik analizinde bulmuştum. Beklediğimin aksine, laiklik hassasiyeti gösteren gazeteler muhafazakâr kesimin okuduğu gazetelerle karşılaştırıldığında, Kürt meselesinin kimlik ve demokratikleşmeyle ilgili boyutları üzerine, anadilde eğitim ve TV gibi  konularda, göreceli daha çok tartışma ve pozitif yargı vardı.

Oysa partilerin politikaları tam tersi bir görünüm çiziyordu. Son yıllarda Kürt açılımı gibi konularda -eksikliklerini bir yana bırakırsak- cesur adımlar atan ve liberal bir söylem kullanan AK Parti oldu. Değişimi engellemeye çalışıyor görünümü veren ise CHP oldu. Bir anlamda bu konularda AKP yönetiminin toplumun ve tabanının önünden gitmeye çabaladığını, CHP’ninse geriden gittiğini söylemek yanlış olmaz. Ancak son dönemde CHP liderliğinin de değişimin önünde olmak arzusunu gösteren bir söylem kullanmaya başlaması bu konuda olumlu bir gelişmedir.

Bulgular, CHP seçmeninin (ve CHP’nin entelektüel tabanını oluşturması beklenen yazar çizer kesimin) başkalarının etnik-kültürel kimliklerine ve problemlerine karşı AKP seçmeniyle karşılaştırınca göreceli olarak daha duyarlı olduğunu ve bu problemleri ortadan kaldırmaya yönelik çabalara -siyasal ayrılıkçılıkla ilgili kaygılarını giderecek bir söylem ve programla ifade edilebilirse- destek vereceğini düşündürmektedir.

 

Değişimi Lozan'la savunmak

CHP değişimi sosyal demokrasi ve adalet, AB standartlarında demokrasi, çağdaş uygarlık gibi kendi hedefleri çerçevesinde savunabilir. Hatta değişimi, kuruluş döneminin olağanüstü koşullarında tam olarak uygulanamayan (ve CHP’nin tarihsel misyonunun parçası) Lozan Antlaşması’nı uygulamak olarak savunabilir. Çünkü Lozan Antlaşması,  resmi dil mevcut olmakla birlikte, “Türkçeden gayrı lisan ile mütekellim bulunan” (Türkçe dışında bir dili konuşan) “herhangi Türkiye tebaasının” (yani Müslümanların da) özel ve kamusal hayattaki dil özgürlüğünü garanti altına alıyordu. Tabii belirleyici olan söylemden çok uzun vadeli pratikler ve parti örgütünün çalışması olacaktır. Son olarak etnik farklılıklar konusunda söylem ve politikaları tabanının tercihleriyle en uyumlu olan partinin MHP olduğu söylenebilir.

Peki, kamuoyu ne kadar hazırlıklı? Eğitimli kesimler, sivil toplum ve medya kanaat önderleri dâhil olmak üzere kamuoyunun “Kürt Meselesi”nin tarihsel arkaplanı hakkında yeterli bilgiye sahip olduğunu söylemek mümkün değil. Olağanüstü dönemlerde belirlenmiş olan ama üzerinden çok uzun yıllar geçtikten sonra da düzeltilmemiş sansür politikaları sonucunda toplum Kürt Meselesi’nin tarihi konusunda maalesef çok kısıtlı bilgiye sahiptir. Bu konuda belli bir akademik yeterliliğe sahip olan ve konuyu güvenilir bir metotla inceleyen bilimsel çalışmalar da göreceli olarak yeni ve henüz yetersizdir.

Son yıllarda kamuoyunun bu hazırlıksızlığını giderebilecek birçok popüler kitap ve inceleme yayınlandı ve yazılı ve sözlü basında tarihin farklı anlatıları dillendirildi. Bu hiç kuşkusuz olumludur. Ancak bu çalışma ve yorumlar çoğu kez, tarihsel olayları kendi koşulları içinde anlamak yerine, güncel siyasetin karşıtlıkları penceresinden yorumlama hatasına düşebilmektedir. Dolayısıyla “Kürt Meselesi”nin müsebbibi olarak Türk ve Kürt milliyetçileri birbirlerini, ulusalcılar “dış güçleri,” laikler “gericileri,” muhafazakârlar “dini geri plana atan laikleri” suçlamaktadırlar.

Oysa Kürt meselesi karmaşık bir siyasal sorundur. Kapsamlı ve uzmanlık gerektiren karmaşık siyasal, hukuki ve kurumsal çözümler gerektirmektedir. Ne dini bağlar, ne de milli duygular ve ekonomik kalkınma tek başına bu soruna reçete olabilir. Tarihsel olguları ve dünyadaki karşılaştırılabilir örnekleri gerçekçi bir şekilde anlamadan geliştirilecek çözüm önerileri başarılı olmayacaktır.

Maalesef Kürt meselesi, tam da çözüm üretmek konusunda kamuoyunun hakemliğine ve sağduyusuna her zamandan fazla ihtiyaç duyulan bir dönemde bir toplumsal kutuplaşma sürecinden geçmektedir.

 

Geçmişte Türkler ve Kürtler birbirini tanımıyor, husumet de beslemiyordu

Geçmişte ortalama Türkler ve Kürtler birbirini çok da tanımıyor, ama buna karşılık husumet de beslemiyordu. Zihinlerindeki ortak vatanı ve yaşamı sorgulamıyordu. Birbirini yeterince tanımama konusunda bir dengesizliği de saptamakta fayda var. Özellikle toplumun Türk çoğunluğu -Kürtler’in sayıca az olmasının da etkisiyle- Kürtler’i pek de yakından tanımıyordu. Son on yıllara dek ülkenin batısında yaşayan Kürtler’in sayısının oldukça az olduğu gerçeğini hatırlamak gerekiyor. Dolayısıyla Türkler’in büyük çoğunluğunun Kürtler hakkında birinci elden, yani akrabalık, komşuluk veya iş ortaklığı gibi yollarla bilgisinin olmadığı sonucuna varabiliriz. Tabii eğitim sistemi de Kürtler hakkında bilgi vermiyordu.

Yakın tarihteyse özellikle genç kuşaklar, yıllar süren şiddetin, çözümsüzlüğün ve zorunlu göçün sonucu olarak, olumsuz koşullar altında aynı yaşam alanlarını paylaşmak, karışmak durumunda kaldılar. Son yıllarda birçok insan Kürt Sorunu’nun suçlusu olarak artık sadece devleti, PKK’yı veya dış güçleri değil, birbirlerinin de iyi niyetini, ortak yaşamın kendisini sorgular hale geldi. Kısacası “gitmesek de, görmesek de bizim olan köy”, kente kanlı bir isyanın gölgesinde gelince gönül birlikteliği de sorgulanmaya başlamıştır. Dünyadaki örnekler ve Türkiye’nin demografik özellikleri (Kürtler’in üçte biri azınlıklar halinde ülkenin batısında yaşamaktadır) göz önüne alındığında, temelde siyasal bir sorun olan Kürt Sorunu’nun etnikleşmesi ve toplumsallaşması çok ciddi ve sonuçları azımsanamayacak bir tehlikedir.

Bu yüzden Kürt Meselesi’nde herkesin birbirini her zamankinden de fazla anlamaya çalışması, bilgiyle desteklenmiş bir empati kurması gereken bir dönemdeyiz. Çünkü yolun sonuna yaklaşılmıştır ve eğer sorumlu davranılmazsa bugüne kadar yaşanan acıları aratacak, kazananı olmayan gelişmeler yaşanabilir.

İşte tam da bu nedenlerle Kürt Meselesi’nin arkasındaki tarihsel gerçekleri anlamaya çalışmak, popüler tabiriyle ezberleri bozmak zorundayız. Ancak bozulan ezberlerin yerine yeni ezberlerin gelmesi bir yarar sağlamayacaktır. Hatta çözüme katkı sağlamak yerine yeni bölünmeler, yeni çatışma noktaları yaratabilir.

Tarihi yorumlarken kendimize sormamız gereken temel soru, “eğer bir diğerimizin kimliğiyle, anadiliyle ve toplumsal çevresiyle aynı tarihsel koşulların içine doğsaydık o zaman biz ne yapardık?” olmalıdır.  Bunu yaptığımızda zaman zaman kendimizi hiç ummadığımız konumlarda bulmamız işten bile değildir. Unutmamalıyız ki, etnik köken kimsenin kendi seçimi değil doğuştan gelen bir özelliğidir. Oysa siyasal bilincimizde ve vicdanımızda etnik kökenimizin esiri olmayı veya olmamayı seçme şansımız vardır. Aynı şekilde bugün için tarihten dersler çıkarmak yönünde çaba göstermek elimizdedir.

Kürt Meselesi’yle ilgili tartışmaların birçoğu sorunun adıyla ve tanımıyla ilgili anlaşmazlıklar yüzünden tıkanır. Bu bir tesadüf değildir. Çünkü sorunun adı bir anlamda sorunun kimliğidir. Kürt meselesi tarihsel bazı koşullar ve hatalar nedeniyle bir kimlik sorunu haline gelmiş ve şiddet potansiyeli artmıştır. Bazılarımızın Kürt meselesi olarak adlandırdığı sorunun terörle, ayrılıkçı şiddetle, derin devlet ve devlet terörüyle, demokrasiyle, hukuk ve insan haklarıyla, ekonomik geri kalmışlıkla, jeopolitika ve dış güçlerle ilgili çok boyutlu bir sorun olduğu yadsınamaz. Böyle çok boyutlu bir sorunla ilgili farklı algılamaların olması doğaldır.

 

 

Cumhuriyet projesine kendi kimliğiyle katılmak isteyenlere imkân sağlanmadı

Cumhuriyet her şeyden önce bir uluslaşma, modernleşme ve “eşit vatandaşlar” yaratma projesidir. Birçok Kürt için mesele cumhuriyetin veya devletin, Kürtler’e eşit davranmaması, hukukunu teslim etmemesi sorunudur. Birçok Türk için ise sorun başka etnik grupların benimsediği eşitliği ve hukuku Kürt milliyetçilerinin reddedip isyan etmesi sorunudur. Cumhuriyet projesine hiç katılmak istemeyen Kürtler de olmuştur. Ancak şu saptamayı yadsımak zordur: Cumhuriyet projesine kendi tanımladıkları kimlikleriyle ve eşitlik anlayışlarıyla katılmak isteyen Kürtler’e -veya olsaydı başka gruplara- şiddete bulaşmasalar da, bu imkân sağlanmamıştır. Bu böyle olmak zorunda mıydı ve sonuçları ne olmuştur, düşünmek gerekmektedir.

Kürt Sorunu, Osmanlı ve Türk modernleşmesinin Kürtler’e dair doğurduğu siyasi ve idari sorunların Kürtler’e ait süreçlerle, yani Kürtler’in kendi kimlikleriyle ve tercihleriyle katıldıkları siyasal ve toplumsal araçlarla yönetilememesi sonucu ortaya çıkmıştır. Bunun sonucunda Kürt meselesi veya sorunsalı, sorunsalı kimlikle ilgili ve 1990’lardan beri kitleselleşen ve şiddetin mirası nedeniyle çözümü çok zorlaşmış bir soruna dönüşmüştür. Sadece muktedirleri, seçkinleri değil, salt anadilinden dolayı sade vatandaşı da mağdur eden bir adalet problemine dönüşmüştür.

Araştırmalara göre büyük çoğunluğu kadınlar olmak üzere, Kürt kökenli vatandaşlarımızın yaklaşık dörtte biri hiç eğitim almamıştır (Türkler arasında sadece yaklaşık onbeşte bir) ve yaklaşık yedide biri Türkçe bilmiyor. Bu rakamları salt ekonomik geri kalmışlıkla açıklamak mümkün değildir. Eğitim ve kimlik politikalarıyla ve siyasal sorunlarla da mutlaka ilgisi vardır.

Bu dönüşümde başta devleti yönetenler olmak üzere seçkinlerin bazı düşünsel zaafları ve politika hataları büyük rol oynamıştır. Kürt meselesi gibi karmaşık ve hassas sorunların çözümü dünyanın her yerinde belli bir düşünsel-ideolojik esneklik ve pragmatizm gerektirmektedir. Ama söz konusu düşünsel zaaflar, cumhuriyetin ilk kuruluş yılları gibi olağanüstü dönemlerde verilmiş olağanüstü kararların, üzerlerinden çok uzun süre geçtikten sonra da düzeltilememesinde önemli rol oynamıştır.

 

YARIN: Kürt Sorunu'nun Evrimini Etkileyen Düşünsel Zaaflar

 

Yazarın Diğer Yazıları

Halkın egemenliğini hatırlayıp hatırlattığı gün 31 Mart

Acaba Pazar günkü sonuçlar genel seçimde gerçekleşseydi Cumhurbaşkanı balkon konuşmasında bu kadar kolay sonucu kabul eder ve mazbatayı teslim eder miydi?

Pazar günü neyi seçeceğiz?

Pazar günü 2030’ların Türkiye’sinin siyasal aktörleri de şekillenecek

31 Mart: 2017’nin rövanşı ve 2030’ların kuluçkası

2017’de tüm anti demokratik dezenformasyon koşullarına rağmen halkımızın yüzde 49’a yakını ‘Hayır’ diyebilmişti. İstanbulluların ise yüzde 51.35’i ‘Hayır’ demişti. 31 Mart’ta bu oranın azalmak şöyle dursun, artması gerekir