28 Mayıs 2023 seçimleri ile birlikte Türkiye’de siyaset, rejim tartışmaları ve demokrasi umudu yeni bir döneme girdi.
Mevcut parti yapıları ve siyaset-toplum ilişkisiyle sadece otoriter iktidarı değiştirmenin değil, 21. yüzyılın fırtınalı sularında ülkeyi güvenli yönetecek alternatif hükümetler ve yönetim biçimleri çıkarmanın da mümkün olmayacağı anlaşıldı.
Son on, on beş yıldır Türkiye’de toplumun aşağı yukarı yarısı, büyük ölçüde “negatif oy davranışı” sergiledi. Yani oy verdiği partiyi ve adaylarını beğenmekten çok, beğenmediği iktidarı değiştirmek için oy kullandı. İktidara duyduğu tepkiler, onun politikalarından ve vizyonundan duyduğu rahatsızlıklar, demokrasi, hukuk, laiklik ve kimlik kaygıları belirleyici oldu. Mevcut muhalefet partilerinden pek de memnun olmasa da iktidarın değişmesi adına onlara asgari ölçüde güvendi, yüksek oranlarda sandığa gitti. Vaktiyle, fikriyle, dualarıyla, umuduyla ve oyuyla seçimlerde ve referandumlarda muhalefet partilerine ve gösterdiği adaylara destek verdi. Her mağlubiyette de maddi ve manevi bedel ödedi.
Bu durum 28 Mayıs sonrası değişti.
29 Mayıs sabahı, muhalefet partileri kendilerine destek veren tabanı tüm uyarılara rağmen (yine) yalnız bıraktı, ona lider ve rehber olamadı.
Seçimlerin üzerinden dört ay geçmesine rağmen, henüz, kısmi istisnalar dışında, mağlubiyetin nedenlerine dair özeleştiri içeren saygın bir muhasebe yapıp gerekli değişim ve dönüşüm sürecini başlatmadı.
Sorumlular sorumluluklarını almadı ve bedel ödemedi.
Seçim döneminde birçok konuda yapmaları gerekenleri yapmadıkları, almaları gereken ve aldık dedikleri önlemleri al(a)madıkları, gereken hazırlıkları yapmadıkları, kazanmak için şeffaf, akil ve etik olmayan anlaşmalara girdikleri, kendi aralarında gereken güveni inşa edemedikleri, egolarından sıyrılarak seçmenleri ve ülke çıkarlarını kişi ve parti çıkarlarından öne yeterince koyamadıkları ortaya çıktı.
Bu siyasetin fildişi kulelerinden olmasa da vatandaşın zaviyesinden çok net görülüyor.
Her ilişki, belli bir güveni ve tarafların üstlerine düşenleri asgari ölçüde yerine getirmelerini içerir. Parti-seçmen ilişkisinde muhalif seçmenin üstüne düşeni defalarca yapmadığını iddia etmek büyük haksızlık olur.
Dolayısıyla 28 Mayıs sonrası muhalefet partileri-taban ilişkisi büyük yarar aldı. Muhalif tepkiler iktidardan da çok muhalefetin parçası olduğu siyaset kurumuna yöneldi. Bunun emarelerini zaten seçim öncesi de Zafer ve Memleket partisi gibi partilere verilen destekle göstermişti. Bu destek, tekil parti aidiyetinden çok siyaset karşı “tepkisel” bir destek.
Dolayısıyla önümüzdeki dönemde demokrasi ve cumhuriyet için en büyük tehlike iktidarın devamı değil. Muhalif seçmenin havlu atması ve depolitizasyonu.
Çünkü Türkiye’yi otoriter rejimlerin konsolide olduğu ve tümden alternatifsiz kaldığı başka ülkelerden ayıran, tam da bunun son seçimlere dek gerçekleşmemesiydi. Otoriterlik depolitize toplumlar yaratarak kalıcılaşır ama Türkiye’de toplum havlu atmamıştı.
Peki, Sayın Kılıçdaroğlu ve çevresinin bekliyorsa benzediği gibi, önümüzdeki yerel seçimlerde muhalif seçmen yine de tıpış tıpış gidip oyunu verir mi? Siyaset kapsamlı bir sorumluluk alma ve değişim sürecine girmese de verir mi?
Hiç zannetmiyorum, vermeyebilir.
Daha da önemlisi vermemeli diye düşünüyorum.
Vermesini beklemek haksızlık. Adil değil.
Ama en önemlisi ülke yararına değil.
Çünkü son seçimler gösterdi ki sorun, tek tek siyasetçiler veya ittifak stratejileri de değil. Bir bütün olarak muhalefet partilerinin yönetim, teşkilat, üyelik ve finansman yapılarının, ekonomiden dış politikaya program, söylem ve vizyonlarının ve her şeyden önce de siyaset tarzı ve toplumla kurdukları ilişki biçimlerinin değişmesi şart.
Siyaset-toplum ilişkisi sorunlu ve çağdışı.
Toplum bunu görüyor veya hissediyor ama elinde oy gücü olmasına rağmen siyasal partileri değiştiremiyor. Oysa değiştirebilmeli, bunun mekanizmaları olmalı.
Belki ideali, başta CHP olmak üzere siyasal parti yönetimlerinin bu durumu değiştirmek için gerekli reformları kendiliklerinden ve tepeden başlatacak irade ve özveriyi gösterebilmeleri olurdu. Örneğin, Sayın Kılıçdaroğlu, 29 Mayıs’ta böyle bir süreci destekçilerine teşekkür ederek kendiliğinden tasarlayıp başlatsaydı, sonunda da bayrağı demokratik şekilde belirlenen yeni bir genel başkana devretseydi, demokrasi tarihimize yaldızlı harflerle olarak geçebilirdi. Ama böyle bir irade henüz gözükmüyor.
Sorun da bu zaten; mevcut yapılarıyla siyasal partiler böyle bir siyaset üretemiyor. Kendini yenileyemiyor, toplumdan beslenemiyor, toplumu temsil edemiyor ve hareketlendiremiyor. İktidar karşıtlığından besleniyor ama yeni seçmenleri, “iktidardan daha iyi olduklarına” inandırıp saflarına katamıyor. Bunu nasıl yapabileceklerini anlamak için toplumla hemhâl olamıyor, yeterince onun içinde yaşamıyor. Mevcut örgütlerinden de yeterince motive edip yararlanamıyor.
Olayları toplumun olduğu yerden görmelerini mümkün kılacak bir organizasyona, üyelik ve finansman yapısına ve anlayışa sahip değiller.
Vatandaş siyasetçilerin tavrını değiştirebilmek için ne yapabilir? Yine tıpış tıpış oy vermek mevcut durumun devamına yol vermek anlamına gelmez mi?
Ama bir yandan da önümüzdeki mart ayında yerel seçimler var.
Muhalefet o seçimlerde de hezimete uğrarsa ülke, demokrasi ve cumhuriyet iyice alternatifsiz ve muhalefetsiz kalmaz mı?
Başta İstanbul büyükşehir yönetimleri de iktidara geçerse eğer, mevcut iktidarın hayat görüşüne katılanlar dışında herkesin yaşam alanı daha da daralmaz mı?
Demokrasi, cumhuriyet ve muhalefete sahip çıkma sorunluluğunu duyan vatandaş ne yapmalı?
Eğer partilere oy verirse mevcut siyaseti ve parti yapılarını onaylamış olacak. Gerekli değişim daha da ertelenecek. Sandığa gitmezse ülke daha da alternatifsizleşecek. Mevcut otoriter yönetim daha da onaylanmış ve konsolide olacak.
31 Mart 2024’te üç oy atma hakkına sahibiz.
Ben kendi adıma önümüzdeki seçimde -eğer o zamana CHP anlamlı ve kapsamlı bir değişim ve reform yoluna girmemişse- belediye başkanı (ve muhtar) seçiminde oyumu partiye değil, kişiye vereceğim.
Yani partilerin kimi desteklediğine ve aday gösterdiğine bakmayacağım. Adayın partisine de. Oyumu hizmet, fikir, siyaset ve gelecek tasavvurunu beğendiğim adaya vereceğim.
Belediye meclisi seçimlerinde ise -yine eğer o zamana kadar CHP anlamlı bir değişim ve reform sürecine girmemişse- boş oy vermeyi veya (anlamlı adayların çıkması halinde) bağımsız adaylara oy vermeyi düşünüyorum.
Bunu bir parti aidiyetim olmadığı için yapmayacağım. Aidiyet duyduğum partinin doğru yönde gelişmesi ve başarılı olması için yapacağım.
Sandığa gitmemek depolitizasyondur. Ama boş oy vermek veya bağımsız adaylara oy vermek: “siyasetle ve ülkemin geleceğiyle ilgiliyim ama mevcut partilerin değişmesini istiyorum” demektir.
Zaten önümüzdeki seçimlerde belediye başkanlıkları için parti adaylarına oy vermek muhalefeti bölmek ve Cumhur İttifakı’na kazandırmak anlamına da gelebilir; çünkü ayrı adaylar çıkaracağız diyorlar.
Oysa merkezi yönetimin bir erken seçim olmazsa tamamen Cumhur İttifakı’nın elinde olacağı önümüzdeki beş sene, yerel yönetimlerdeki çoğulculuk ülkede çok partili demokrasinin son kalan teminatı.
31 Mart 2024’de bu kaybedilmemeli.
Peki meclis seçimlerinde boş oy vermek veya bağımsız adayları desteklemek eli kolu bağlı “topal ördek” belediye başkanları yaratmaz mı? 2019’dan beri tüm sorunlara rağmen yaratmadı veya 2019’dan beri ne kadar sorun yaratmışsa o kadar yaratacaktır. Üstelik böyle bir senaryoda Cumhur İttifakı oyunu artırmış olmayacak, çoğunluğu düşük oyla alacak. Dolayısıyla boş oylardan gelen mesajı ve halkın iradesini reddedemeyecektir. Üstelik uygun bağımsız adaylar çıkması halinde muhalefet çoğunluğu bağımsız adaylarla da kazanabilir.
Bu, mutlaka iktidara da önemli bir mesaj verir.
Tabii bu tercih, partiler anlamlı bir değişim ve reform sürecine girerse değişebilir. İdeal olan bu. Bu durumda meclis seçimlerinde partilere verilen oy, o partilerin kimliklerinin güçlenmesine de hizmet edebilir ve demokrasi umudunu güçlendirir.
Düşüncem bu. Tartışılabilir.
Cumhuriyet’in ikinci yüzyılına girerken siyaset dönüşmek, bunun için de partiler kapsamlı ve özeleştirel bir yeniden yapılanmaya girmek zorunda. Bu lider kadrolarının değişmesine indirgenemez ama o olmadan da olmaz. Bir yandan da ikinci yüzyıla iyice muhalefetsiz girmemeliyiz. Belki de demokrasiye ve 21. yüzyıl ile barışmış cumhuriyet değerlerine dönüşümüz yerel yönetimlerden ve partilere paralel hareketlerden yeşerecek.
Dünyada ve bölgemizde belirsizlikler derinleşirken, Türkiye böyle bir döneme mevcut tıkanmış siyasal organizasyonlar ve alternatiflerle girmemeli. Çoğulcu demokrasi, alternatifli cumhuriyet ve bölünmemiş bir toplum en büyük güvenlik kaynağı olmalı.
31 Mart 2024’te ve ona giden süreçte önceliğin bu mesajı vermek olması gerektiğini düşünüyorum.
Murat Somer kimdir?
Prof. Dr. Murat Somer, Özyeğin Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümünde öğretim üyesi.
Karşılaştırmalı siyaset ve demokratikleşme, kutuplaşma ve kutuplaşmayla mücadele, demokratik erozyon, seküler ve dini siyasetler, etnik çatışmalar, ve Türk ve Kürt Meselesi konularında önde gelen bir bilim insanı olan Murat Somer’in çalışmaları ellinin üzerinde uluslararası kitap, kitap bölümü ve makalede yayımlandı.
Yardımcı Doçent, Doçent ve Profesör olarak Koç Üniversitesi’nde görev yaptı.
Çeşitli geçici görevleri arasında, Demokrasi ve Kalkınma bursiyeri olarak Princeton, Modern Dünyada Etnik Çatışmalar konusunda Mellon bursiyeri olarak Washington, Türkiye Çalışmaları alanında kıdemli araştırmacı olarak Stockholm, ziyaretçi akademisyen olarak Harvard, ve ziyaretçi akademisyen ve okutman olarak Stanford üniversitelerinde araştırmalar yaptı ve dersler verdi.
Central European Üniversitesi’ndeki Demokrasi Enstitüsü ve Brown Üniversitesi merkezli uluslararası Demokratik Erozyon konsorsiyumu üyesi.
Milada Dönüş: Ulus-Devletten Devlet-Ulusa Türk ve Kürt Meselesinin Üç İkilemi kitabı sosyal bilimlerde Sedat Simavi Ödülüne layık bulundu.
“Dindar ve laik elit değerleri” ve çoğulculuk üzerine Sakıp Sabancı Uluslararası Araştırma ödülü kazandı. İstanbul Erkek Lisesi ve Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi mezunu olan Somer, Güney Kaliforniya Üniversitesi Los Angeles’dan Ekonomi alanında master ve Politik Ekonomi ve Kamu Politikaları alanında doktora dereceleri sahibi.
Demokrasi, kutuplaşma, kalkınma, hak ve özgürlükler gibi konularda sivil topluma ve siyasal partilere gönüllü katılım ve katkı sağladı ve danısmanlık yaptı. Ulusal ve uluslararası yazılı ve görsel medyaya fikir yazarı, yorumcu ve uzman olarak aktif katkı yaptı.
|