22 Kasım 2023
Kimileri vardır. Zorluklar karşısında dağ gibi dururlar… Bireysel acılarından bahsetmezler, kendilerininkini çok dillendirmezler. Başkalarınınkileri söylerler. Ağızlarından "ben" kelimesi hemen hiç çıkmaz. Gazetecilik yaparken tanıdığım böyle isimler var. Rakel Dink, Başak Demirtaş, Türkan Elçi, Gültan Kışanak ilk aklıma gelenler. Mücella Yapıcı da onlardan biri. Diğer Gezi tutuklukları tutulup kendisi tahliye edilirken "Çıkmayacağım" diye direnen, "Benim 18 ay yatmam, 18 yıl yatma ihtimalim Gezi'de öldürülen sekiz çocuğun acısıyla ölçülmez" diye isyan eden bir isim… Saygın hukukçu Fikret İlkiz'in ofisinde buluşup konuştuğumuzda bir yandan haksız yere hapiste tutulduğunu söylediği Gezi tutukluları için, diğer yandan hapisteki tüm yaşlı, hasta, engellilerin durumu için mücadele edeceğini söyledi. "Hapiste yaşlı olduğumu hissettim" derken sağlık sorunları nedeniyle tuvalete serdiği çöp torbasından kapıya sürünerek gidip ayağa kalkabildiğine dair cümleleri, üzerinde düşünülmesi gereken bir durumu anlatıyordu. Anayasa Mahkemesi kararına rağmen içeride tutulan Can Atalay, Tayfun Kahraman, Çiğdem Mater, Mine Özerden ve Osman Kavala hep aklında, yüreğinde ve sözlerinde…
- 78 sayfalık bir Yargıtay kararı var ve kararda diyor ki, "Gezi Parkı eylemlerinin toplumun anlık hareketi değil de iki yıl öncesinden çalışmaları başlatılan planlı kalkışma hareketi olduğunu düşünüyoruz." Siz tabii Gezi'nin ilk başından itibaren içindeydiniz. Yargıtay'ın bu tespitini nasıl okuyorsunuz?
Yargıtay'ın burada söylediği o iki sene doğru fakat "kalkışma" kısmı tamamen hayal ürünü. İki sene önce 2011'de, biliyorsunuz İstanbul'da Beyoğlu'na ilişkin bir Koruma İmar Planı yapıldı. Bu Koruma İmar Planı, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en önemli meydan ve parkıyla da ilgiliydi. Bahsettiğimiz alan ekolojik olarak çok önemli; deprem olursa sığınmak için çok önemli. Şehir için şöyle bir düşünün. Aklınıza Beyoğlu'nu getirin… Harbiye'yi, yakın çevreyi bir getirin... Gezi Parkı'nın dışında o bölgede, depremde toplanılacak kamusal alan, bir sahra hastanesi kurabileceğiniz ya da hatta helikopter indirebileceğiniz tek bir yer yoktur. Bakın Beyoğlu Koruma İmar Planları'na, helikopterler bazı çatılara inecekler. Deprem sonrasında o bölgeyi gerçekten düşünmek dahi istemiyorum. Tek alan… Ekolojik olarak da toprakla suyun buluştuğu tek alan. Bakın yağmur yağıyor, çok sinirleniyoruz seller oluyor diye. Niye? Çünkü toprak burada geçirimsiz. Bütün bunların yanında, burası tarih ve kültür varlığı. Türkiye'deki emek hareketinin meydan sembolü. Onun için iktidarlar tâ 1980'lerden bu yana -bu AKP iktidarının da projesi değil aslında- hep Taksim'e bir cami dikmek, AKM'yi yıkmak, hatta o camiyi Gezi Parkı'na yapmak ya da AKM'nin yerine yapmak gibi projelerle uğraştı. Vakıflar kuruldu. Ama hiçbirinin aklına, açıkçası Gezi Parkı'nın ortasına Topçu Kışlası'nın replikasını dikmek gelmemişti. Şimdi AVM deniyor ya, AVM de olacaktı. Bu AVM fonksiyonundan bağımsız olarak, orası tarihte üç kere- dört kere yıkılmış, hiçbir doğru dürüst izi kalmamış ve rekonstrüksiyona; Türkçesini diyelim "ihya"ya uygun olmayan bir kışlayı yeniden dirilterek yapılacaktı. Bunu yapmaya kalkışmak, sadece Recep Tayyip Erdoğan hükümetinin aklına düştü. Niye derseniz; siyasal İslam'ın mekânsal işaretlerini dikmek böyledir, bilirsiniz. Özellikle otoriter iktidarlar bayılırlar simgelerini dikmeye. Küresel sermaye gelir ikiz kuleleri diker, gökdelenleri diker. Kent böyle bir yer. Kim iktidara gelirse kenti bu biçimde kullanır. Buradan baktığınızda, Tayyip Erdoğan ya da AKP iktidarı, -ki ben tek kişiye bağlamayı hiç doğru bulmuyorum- karşı karşıya olduğunuzda Tayyip Erdoğan'da cisim bulan bir toplu anlayış. Hatta bu anlayış, ne yazık ki bazı muhalefet partilerine de sirayet etmiş durumda. Yani her gelen yeni muhalefet partisi, kente bir işaret bırakmaya uğraşıyor. Bazıları iyi işaretler, bazıları kötü işaretler.
- Tekrar Gezi'den iki yıl önceye dönecek olursak, projenin adı "Taksim Meydanı'nı Yayalaştırma" projesiydi. Sizin bölgede yapılmak istenenle ilgili farkındalığınız ve çalışmalarınız nasıl başladı?
1999 depremi olmadan önce Dünya Bankası'yla bir anlaşma yapıldı ve İstanbul'un küresel bir şehir olmasına karar verildi. Üzerine 99 depremi geldi. 1999 depremi, ne yazık ki iktidar tarafından bir küresel iş fırsatları çalışmasına çevrildi ve ondan sonra biz üçüncü köprü projeleriyle karşılaştık, daha sonra da önümüze üçüncü havaalanı projeleri getirildi. İşte iki sene önce, yani 2011'de bu projelerden üçüncü havaalanı ve üçüncü köprü projesinin yanı sıra, karşımıza birdenbire "Taksim Meydanı Yayalaştırma Projesi" çıktı. Çok günahsız, değil mi? Öyle görünüyor. Fakat bizler ve ben de çeşitli kurullara dahilim, Anıtlar Kurulu'nun gözlemci üyesiyim, Mimarlar Odası'nın Çevre Etki Değerlendirme Danışma Kurulu üyesiyim. Biz Mimarlar Odası ve Şehir Plancıları Odası olarak bu olayları takip ediyoruz. O sırada AKM projesi gündemdeydi. Gezi Parkı içinde yapılacak ve yerinde olmayan Topçu Kışlası'nın kimse farkında değildi. AKP belediyesinin hazırladığı Koruma İmar Planı Raporu'nda da bir sürü yer ihya edilecek gösteriliyor. İhya edilecekler arasında da Topçu Kışlası yoktu. Çünkü kışla ihya edilemezdi, zira yeterli ve gerekli belge yoktu.
- Hiçbir belge yok mu?
Hayır, yeterli hiçbir belge yoktu. Sadece birinin babasının anlattıkları ve bazı resimler vardı. Birdenbire ilgili Koruma Kurulu yerinde olmayan bu binayı, korunması gerekli bir numaralı kültür varlığı olarak ilan etti. Çok sevgili hocalarımız vardı o kurullarda, kulakları çınlasın. Bu kararı aldılar. Ya nasıl olur? Yerinde olmayan bir bina nasıl korunacak? Yok ki koruyalım. Sonra bir Koruma İmar Planı hazırlandı. Bir "yayalaştırma projesi" çıktı ortaya, tam bir rezalet. O güzelim Cumhuriyet Caddesi, -ben Taşkışla'da okurken biz o caddeye "Şanzelize" derdik- 300-350 çınar ağacı olan dünyanın en güzel caddesiydi. Bizim gençliğimiz orada geçti. Eşimle ilk defa orada el ele tutuşmuşum. Orası yıkılıyor ve alt geçit geçiyor... Tamam, haydi o yıkıldı... O cadde geçerken birdenbire beylerin aklına geldi, insanların geçebileceği bir kaldırım bırakmadılar. "Parkın kenarına kaldırım yapalım" dediler. Alttan Dolmabahçe'ye bağlanır ama kaldırım sığmıyor ki, projeye de sığmıyor. Söyledik, söyledik, söyledik… Neyse, kurul onu da reddetti. Fakat 2011'de yapılan rezillik şu; bu plan geçti, baktı üst planda park park, meydan meydan, ancak meydana "yayalaştırılacak alan" diyor. Plan üstünde minik bir not: "Bu yayalaştırma projesi kapsamında, yapılacak kentsel tasarım çalışmalarında Topçu Kışlası değerlendirilecektir." Bunu duyduğumuz andan itibaren biz dedik, "Ne oluyor?" Sonra arkasından bu plana ilişkin projeler çıktı ortaya. Bu plan Meclis'e girdi ve oybirliğiyle geçti.
- Bunları yeniden hatırlamak önemli. Sizin itiraz ve mücadeleniz nasıl şekillendi?
Plan askıya çıktığı andan itibaren biz her türlü hukuki davayı açtık, kurula itirazlarımızı yaptık. Kurul itirazlarımızı kabul etti, Recep Tayyip Erdoğan, "Ben bu kurul kararını reddediyorum" dedi. Plan askıya çıktı. Askıda itiraz ettik, durdurma kararları istedik. Sonra bir karar daha aldık biz. Önümüzde Haydarpaşa Garı örneği vardı. Haydarpaşa Garı da kent için çok önemli bir yer, herkesin kullandığı bir alan. "Burada sadece şehir plancıları ve mimarların mücadelesi yetmez, kentlinin buna sahip çıkması gerekir" anlayışı ile -ki bu çok doğru bir anlayıştır- biz bir çağrıda bulunduk. 15 Şubat 2012'de. 2012'ye kadar kendi başımıza Mimarlar Odası, Şehir Plancıları Odası olarak nöbetler tuttuk, bildiriler dağıttık, mahkemelere gittik, kurula gittik. Uzun süre itiraz ettik. 15 Şubat'ta açık bir çağrı yaptık. Bakın, bu çağrıların hepsi Taksim Dayanışması'nın sayfasında kamuya açık olarak duruyor. Başından beri yazdığımız her metin, Taksim Dayanışması'nın her bildirisi, her biri kamuya açıktır. Hiçbirinde tek bir hukuksuzluk yoktur. "Hükümeti istifaya çağırma" gibi bir şey de yoktur, ki ben "Hükümet istifa" demenin de suç olduğuna asla inanmıyorum. Bu nasıl bir suç olabilir? İlgili tüm kurumları bu planı ve projeyi konuşmaya çağırdık. Bu çağrı o zamanki Belediye Başkanı Kadir Topbaş'a, bütün partilere, bütün sendikalara, bütün meslek odalarına, halka; kim varsa kim yoksa açık. 55 sendika, parti, kişi ve kurum geldi. Hep beraber oturduk, planı anlattık. "Adımız da Taksim Dayanışması olsun" diye kararlaştırdık. Ondan önce Taksim Platformu da bu plana karşı itirazlarını yükseltiyordu. Dayanışmanın kurulmasının ardından platform da Taksim Dayanışması'nın bir bileşeni oldu. Ve ben işim bu olduğu için; mimar, kent savunucusu olduğum için o dönem Çevre Etki Değerlendirme Kurulu'nun sekreteri olduğum için, Beyoğlu Koruma Kurulu gözlemci üyesi, İstanbul Sit Alanları Danışma Kurulu üyesi olduğum için…
- Yani bu sizin işiniz olduğu için…
İşim bu yani, bakın üç tane iş söylüyorum. Bu iş benim sadece gönüllü yaptığım da bir iş değil. Ben buradan hayatımı kazanıyorum. Profesyonel çalışıyorum ben. Tabii gönüllülük, amatörlük, inanma; bütün bunlar var ama bu bir profesyonel bir iş, benim işim bu. Plancı, yüksek mühendis mimar… Ve bunu seçtim. Bıraktım serbest mesleği, bunu yapıyorum. Ayrıca İstanbul benim memleketim. Annem mamamı bana Taksim Parkı'nda yedirmiş. İnci Pastanesi'nde anneannemle oturup supangle yemişim. İlk filmimi babamla Emek Sineması'nda seyretmişim. Bir yandan işimi yapıyorum, bir yandan kendi hatıralarımı, memleketimi koruyorum. O kadar meşru yaptığımız iş. Her neyse… Sonra Taksim Dayanışması kuruldu. Sonra biz çok temiz ilkeler koyduk. Mimarlar Odası ve Şehir Plancıları Odası temsilcileri olarak bu iki kurum sekreterliğini yürütüyordu. Ben de sözcü seçildim. İlk olarak, "Dayanışma'nın kürsüsünü asla siyasiler kullanamaz" gibi bir ilke koyduk. Bakın bu çok önemlidir. İki, "Dayanışma toplantılarının kararları oylamayla alınamaz." Neden? Çünkü Türkiye'de bir sürü parti var, bir sürü siyasi grup var, biri yükler oraya gücünü, onun istediği karar geçer. Bu toplantı tekniği de bize Hintli kadınların armağanıdır. Genelde toplantılarda kimin çenesi kuvvetliyse o daha çok konuşur. Bu da olmasın diye birinci tur konuşmalar bittikten sonra ancak siz ikinci tur konuşma yapabilirsiniz.
- İkna olmayanlar için nasıl bir yöntem bulunuyordu?
Diyelim ki iki, üç kişi ya da üç kurum ikna olmadı. İkna olmadın mı yol verilir. Eskiden gençlerin neydi sözü; "Eylemde birlik, ajitasyonda serbestlik" gibi. Ve inanır mısınız, çok uzun toplantılar oldu. Hatta o kadar açık ki toplantılar, bence toplantının üçte biri de sivil polisti. Yani devlet hiç demesin ki, "Kapalıydı, kalkışmaydı." Hayır efendim. Öyle kalkışma mı olur Allah aşkına? Kozmik odası yok, üstte bir lideri yok. Bu kadar eşit koşullarda karar alınıyor. Asla şiddet yok. Oylama şiddeti bile yok. Onun için Dayanışma toplantıları gerçek bir demokrasi deneyimiydi. Ben Dayanışma yüzünden yargılandım. 2013'te gözaltına alındım, çıplak arama yapıldı. Benim arkadaşlarım sadece 2911'den yargılanırken, biz 5 kişi ayrıldık. Yine avukatım sevgili Fikret İlkiz idi. "Suç örgütü kurmak ve yönetmek"ten biz beş kişi yargılandık. Bu suç örgütü hangisiydi? Taksim Dayanışma… Deliller neydi? Bildiriler, tweet'ler, polisin dosyaya koyduğu fotoğraflar… Sonra biz beraat ettik, öyle bir kararla beraat ettik ki temyiz dahi edilmedi. Sonra hiçbirimizin tekrar yargılanmaması gereken; hele aynı suçlamadan beraat ettiğim için hiç yargılanmamam gereken ikinci mahkemede aynı delillerle bir daha yargılandım. 2016 mahkemesinde hiç savunma vermedik. İlk mahkemedeki savunmamızı tekrarladık, aynı savunmayı tekrarlamış olduk.
- İki yıllık süreçte açık, demokratik ve şeffaf davrandınız.
İki yıl, evet iki yıl boyunca ve her zaman. Biz ne kalkışması yapmışız? Aksine, iki yıl boyunca biz bu iktidara, "Bu kötülüğü bu şehre yapmaya kalkışmayın, bu cinayeti işlemeye kalkışmayın" diye hem hukuki yollarla hem de her alanda itirazımızı dile getirdik. Biz şehre karşı yapılan bu kötü kalkışmayı durdurmaya çalıştık. Hocalarımızla, bu konudaki uzmanlarla birlikte buna kalkışmasınlar, bu yere kıymasınlar diye uğraştık. Gezi'yi, o güzelim Gezi'yi, hâlâ barışçı davranmayı başaran insanlarla korumaya çalıştık. Halkın o güzelim duygularını ortaya çıkaran bir dayanışmayı ortaya koyduk. Kalkışma var ise o hükümetin kendi kalkışmasıdır. Ve o kalkışma öyle iki senelik de değil; 80'lere dayanan bir kalkışmadır o.
- Taksim Dayanışması'nın sürecini anlattınız, kuruluşunu anlattınız, barışçıl yönünü anlattınız… Yargıtay diyor ki kararda, "Gezi Parkı eylemleri sürecinde yaptıkları provokatif paylaşımlar ve eylem çağrıları ile eylemcileri tahrik ederek şiddet olaylarının tırmanmasına neden olan Taksim Dayanışması…" Kamuoyu daha iyi anlasın diye tekrar sormak istiyorum.
Neymiş o? Allah aşkına hangisiymiş? Peki, varmış da niye ben bundan daha önce beraat ettim? Varmış da niye bu süreçte iki kere beraat ettik? Niye benim beraatim kesinleşti o zaman? Niye devlet temyiz etmedi, ilk beraatim kesinleştiğinde? Bakın, bugün beni delil yoksunluğundan bırakıyorlar, değil mi? Ben itiraf ediyorum kardeşim. Evet, Taksim Dayanışması sekreteriyim, sözcüsüyüm. Her lafının arkasındayım. Hangisinde kalkışma çağrısı var? Bana bir tane gösterilsin! İnsanları dayanışmaya çağırmak, insanları bir ağacı korumaya çağırmak, insanları haklarını korumaya çağırmak kalkışma mıdır Allah aşkına? Neresindeymiş? Yargıtay'ın hakimlerine soruyorum: Eğer bu kişiler hukukçuysa, gerçekten evrensel hukuk etiğine uyan, onu da bıraktım vicdanlarına uyan, akıl süzgecinden geçen bir şey varsa bana göstersin lütfen. Yargıtay, benim için gösteremiyor da Çiğdem için göstersin, Mine için göstersin, Osman Kavala için göstersin, Tayfun Kahraman için göstersin, Can Atalay için göstersin! Allah rızası için bir tane göstersin... Yok!
- Kararda "Arap Baharı" benzetmesi var bu süreçle ilgili olarak. Yargıtay kararında, barışçıl dayanışmadan değil de daha çok şiddeti öne çıkartan bir yapıdan bahsediliyor.
Ben size şiddeti anlatayım mı? Şimdi size bir şeyden bahsettim. Dedim ki, "Hukuksuz yaptıkları altgeçidi Divan Oteli'nin o tarafa doğru döndürdüler." Bu, projede bile yoktu ve dedik ki, "Sığmaz." Bunlar ölçmeden biçmeden o yolu yaptılar. Aa! Bir de ne görüyorlar; kaldırım yok! Oradaki otel bir kent suçudur, ilk kent suçudur. Intercontinental, ilk parkı yiyendir.
- Demirel dönemi turizm bölgesi.
Evet, ilk parkı yiyen odur. Onun günahı affedilmedi de sorulmadı da! Şimdi onlar geçemiyor karşıya. Yaya yolu yok. Bunlar ne yapsınlar, diyorlar ki "Biz bunlar uyanmadan Gezi Parkı'ndan o altı metre alırız, orada da ağaçlar var." Ve almaya çalıştıkları; o altı metre yol açmaya çalıştıkları bölgede aslında Ermeni mezarlığı varmış. Affetsin Ermeniler bizi, Taksim Parkı da Ermeni mezarlığı üzerinde yapılmıştır. Ermeni arkadaşlarımızın da bir standı vardı orada, canlarım benim… Onlar da parkı korudu… "Biz bir gece burayı alırız" diyorlar. Fakat parkta halk var. Dozerler geliyor, gecenin bir yarısı başlıyorlar indirmeye. Ruhsatınız var mı, yok. Plan da yok, reddedilmiş. Hiçbir şey yok. Ne yapıyorsunuz siz? Bunlar dinlemiyorlar. Biz saat 23.00'ü çeyrek geçe Mimarlar Odası'nda Yönetim Kurulu toplantısındayız, Karaköy'de. "Parkı yıkmaya başladılar" dediler. Fırladım, gittim. İşim bu ya. Biz gidene kadar dozeri durdurmuş oradaki halk. Halk arıyor, "Gelin bir şey oluyor burada" diye. Çünkü o yol yıkılmış, tarihi eserler var, bir metre kaldırım bırakmadılar ki, geçemiyorsunuz. Gençler birkaç kişi, topu topu 25-30 kişi savunmaya çalışıyor. Biz de ayrıca gittik. Şantiyeleri var, şantiyeye gittim ben. Sorumlu arıyorum. Kurula gittik önce. Çünkü öyle bir ülkede yaşıyoruz ki biz farkında olmadan belki de kurul öyle bir yol açtı, onayladı. Kurul Başkanı'nı bulduk, aldık parka getirdik. Dehşete kapıldı, "Hayır" dedi, "Yok böyle bir şey." Bunlar kendi kafalarına göre çalışıyorlar. Şimdi öyle bir şey ki şantiyeye gidiyorum, karşıma yetkili çıkmıyor. Bunlar siyah takım elbiseler giymiş şantiyede, Atatürk rozetleri takmışlar numaradan. Pırıl pırıllar, belli ki yeni. "Yok mu kardeşim şantiyenizde sorumlu birileri?" diyorum, karşıma dozerci çıkıyor.
Sonra birdenbire 30 tane adam çıktı karşımıza. Bizim de pankartlarımız var, bir gazeteci arkadaşımla oturduk pankarta bakıyoruz. Dizildiler karşımıza ama üzerlerinde herhangi bir belediye üniforması falan yok. Sonra belediye gömlekleri giydiler, onların önüne gaz ekibi geldi, oradaki çocuklar onları itiyor, onlar gaz sıkıyor. O arada dozer hareket etmeye başladı. Bir ara gazeteci arkadaşım benim çantamı aldı öbür tarafa gitti, ben oturuyorum pankartların üzerinde. Aldılar beni böyle salladılar, salladılar, salladılar, küt 1,5 metre öteye attılar. Neyse ki kiloluyum, Allah'a şükür bir yerime bir şey olmadı. Şimdi atsalar tek kemiğim kalmaz. Ben kalktım. O arada gaz atıyorlar fişeklerle. O arada bir ağaca sarılmak için fırladım. "Niye?" diyeceksin. Çünkü dozer oraya kadar gelmiş, elini böyle uzatmış. Orada parka verilen suyla, parka verilen elektrik aynı yerden geçiyor. Dozerci oraya elini attığı anda önce dozerci ölecek ve çarpılacak, alttan da dozere yapışan bizim çocuklar gidecek. Ben nasıl sarıldıysam ağaca, o sırada üç tüp gazı benim 20 santimden ağzıma burnuma sıktı polisler. Ondan sonra ben iflah olmadım; KOAH ve mide kanaması, ki hâlâ uğraşıyorum. Bu bütün buralar uçuk gibi; yemek borusu yırtılmış, ambulansla hastanelere götürdüler. Böyle bir durum… Şimdi biz mi şiddet uygulamışız, öyle mi?
- Esas şiddete uğrayanlar, savunmaya çalışanlar aslında…
Çocuklar sonra baktılar olmayacak, ne yapsınlar ağaca çıkıyorlar falan… Ne yapacak? "Ağaçlara çıkarız" diyorum, "Abla dalga geçiyorsun" diyorlar. "Beni çıkarın ağaca, ben dururum, sigaramı verin bana" diyordum. Dalga geçiyorlardı benle. Çıktılar sonunda… Sonra işte o gece, o çadırları gelip yaktılar. Bak, o çocukların uğradığı şiddette Volkan Kesanbilici gözünü kaybetti. Sade gözü mü gitti; gözüyle birlikte çocuğun hayatı gitti! Bak, 45'i aşkın kişi gözünü kaybetti. Bu kişiler sadece bizim bulabildiklerimiz… Bir sürü insanın vücut bütünlüğü bozuldu. Ben hâlâ o gün başıma getirilen sağlık sorunlarıyla yaşıyorum. Ölebilirdim, ölmedim. Belki de inadına ölmedim, bilmiyorum. Bütün bunlar oldu. Sekiz tane çocuğumuzu kaybettik biz.
- Ali İsmail Korkmaz'dan Berkin Elvan'a, Ethem Sarısülük'ten Abdullah Cömert'e canlar…
Evet, büyük acılar... Canımız yanıyor bizim, kaybettiğimiz gencecik çocuklarımızın ismini duyduğumuzda. Çocuklarımızın acısını ömür boyu yaşayacağız aileleriyle birlikte. Bu büyük acılar bizi büyük bir aile yaptı. Daha nicelerini unutuyoruz bazen. Örneğin Metin İstif'i; adını bile öğrenemediğimiz, gazdan sonra kalp krizi geçiren insanları… Bütün bunları da bırakın, hâlâ o ailelerdeki travmaları düşünün. "Şiddet" öyle mi! Bir de utanmadan, uyguladığı şiddet nedeniyle Ali İsmail Korkmaz'ın ölümüne neden olan polis, mağdur olduğu için şikâyetçi oluyor. Öbür taraftan iktidar hukuku, çekmediği bir film nedeniyle Çiğdem'i şiddetle suçluyor. Çıldırmak işten değil…
- Çiğdem Mater'in çekmediği filmden bahsediyorsunuz…
Çocuk Hamburg'da. Hamburg'dayken çalışma izni ve her şeyi var. Mahkemeye gelmiş, "kaçma şüphesi" var diye tutuklanıyor. Ya Mine ne yapmış? Osman Kavala'yla beş defa telefonda konuşmuş. Eee? Can ve Tayfun ne yapmış? Herkesin katıldığı, son derece legal, açık bir toplantıya katılmışlar. Ne olmuş yani? Bana "Gezi'nin sponsoru" diyor ya, ben nasıl sponsor olacağım? 2001'de batmışım, üzerimde bir metrekare mülkiyet yok. Ben 72 yaşında kadınım, hâlâ çalışmak zorundayım. Nasıl Gezi'ye sponsorluk edeceğim? "Gezi'nin sponsoru" ne demekse! Osman Kavala ne yapmış Allah aşkına? teyzeler evde yaptıkları zeytinyağlı dolmaları, pastaları, börekleri parka getiriyordu. Osman Kavala ne yapmış? Üç poğaça, iki sandalye vermiş. Bu ne yahu? Adam yedi senedir yatıyor. Şöyle açık açık hepimize söyle, "Yahu benim Osman Kavala'yla şöyle bir derdim var" de. Niye bahane ediyorsun? Kavala'ya hiçbir şey bulamadın, "Gezi" dedin, "ajan" dedin, "finansör" dedin. Beni nasıl çıplak ararsın 62 yaşında ya! "İşkence" diye benim davam sürüyor be, ne şiddeti! Hangi şiddetten bahsediyorlar? Ben uğradığım şiddetleri anlatayım mı onlara? O çıplak aramayı itiraf ettim diye psikolojik şiddete uğradım, evimi değiştirdim, peşime düştüler. "Bu kadın bu yaşta iç çamaşırından bahsediyor, bilmem kaç yıldır bunun kimsesi yok, bir köşede kıstıralım" diye. Hangi şiddetten bahsediyorlar?
- Sizin için zor ama okura hatırlatmak için çıplak arama nasıl olmuştu?
Bizi aldılar, aradılar, içeri girdik. Acayip bir haldeyim. Mide çok kötü durumda, ilaçlarım verilmiyor. Bir gün sonra bizi çağırdılar. Neden, neyi çıplak arıyor, ben koğuşta ne yapmışım? Sen beni o koğuşa sokmuşsun, nezarethaneye yani. Bir gece kalmışım. Neyin çıplak aramasıydı bu? Zaten beni aradın x-ray'lerle, bilmem nelerle. Bu işkence değil mi Allah aşkına? Ve ben neyi öğrendim Murat kardeşim, o kadar üzüldüm ki... 68 neslinin kuyruğuyum ben. Bir kere nezarete alınmadım, gözaltına da alınmadım, içeri de girmedim. İlk gözaltını ben 62 yaşında öğrendim. Allah'a şükür, hapishaneyi de öğrendim giderayak. Yok, tecrübe yok, ben ne bileyim bu çıplak aramaları...Bütün genç kızları arıyorlarmış! Kızımla ikimiz anlattık gözaltında yaşadığımız çıplak aramayı ve bu konuda dava açtık. İlk kez işkence olarak ele alınıyor davamızda. Hatırlıyorsun, mahkemede çıktım en ince detayına kadar da anlattım.
- Biraz önce siz de söylediniz. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına rağmen Osman Kavala serbest kalmadı. Yargıtay'ın onadığı son kararla ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verildi. Sizin Osman Kavala ile tanışıklığınız ne zamandan?
Osman Kavala'yla Gezi sürecinde gayet de karşılaşabilirdim, karşılaşmış olsaydım da tabii ki konuşabilirdim. Biz Osman Kavala ile deprem zamanı, 1999'da bayağı da çok düzgün işler yaptık beraber. Ben Osman Kavala'yı çok uzun yıllar, hatta depremden beri diyebilirim, 99'dan beri görmüyordum. Alanlarımız farklı çünkü. Karşılaşma imkânımız ya da şansımız olmadı; mahkeme salonlarında birbirimizi görene kadar.
- Gelelim 25 Nisan 2022'ye; yani tutuklandığınız güne. Bir kısmı kamuoyuna yansıyan, başta sağlık sorunları yaşadığınıza... 18 aylık bir süreç. O süreçte eko çekilirken de diş tedavisinde de göz muayenesinde de kelepçelisiniz. Bunları siz sadece kişisel bir mutsuzluk-mağduriyet değil, toplumun bilmesi ve hâlâ içeride olanlar yaşamasın diye de anlatıyorsunuz. Biraz Bakırköy Cezaevi'ni anlatır mısınız?
Biz Bakırköy'e girdiğimizde, Çiğdem, Mine ve ben, biz hücreye konduk. Çiğdem'le ben bir hücredeydik, Mine ayrı bir hücredeydi. Bunu anlayamadık biz. Önce bize iki gün Covid 19 nedeniyle bu şekilde dediler. İki ayı aşkın sürdü. Hücre çok zordu. Hele bir kere bizim için. Çiğdem ve ben hücrede iki kişiydik, inanılmaz sıkışık. Bir tane masada dönemiyorsunuz, aynı masayı kullanıyoruz. Çiğdem çok yazan bir arkadaşımız. Mükemmel çalışıyor, hiç kesmedi yazmayı. Ben de boncuk öğrenip icat yapmalara daldım. Bir kitap okuyorum ama olmuyor yani oradan oraya. Niye biz hücredeyiz? Ses yok. Önce günde bir saat havalandırmamız vardı hücredeyken. Biz bir öğrendik ki Bakırköy'deki arkadaşların bütün gün havalandırmaları var ama bizim öyle değil! Bayağı bir uğraştıktan sonra günde iki saat havalandırmaya çıktık. Ama biz hâlâ hücredeyiz! Cezaevini tanımıyoruz, bilmiyoruz yani. Ziyaretçisi belki en çok olan üç kişiydik Bakırköy'de. Milletvekilleri özellikle sağ olsunlar, bütün partilerin milletvekilleri geliyorlardı. HDP'liler de biraz zor izin alıyorlardı ama yine de geliyorlardı. Ama öyle olunca geliyorlar bana, "Mücella Hanım, hastaneye gideceksin" diyorlar. Benim böyle talebim yok. Gidiyorum, kelepçeler takılıyor. Sonra bir bakıyorum, yaşlı birtakım kadınlar toplanmışlar. Yaş da içeride öyle izafi ki bana "genç" diyorlar mesela. "Kaç yaşındasın sen?" diyorum, "Ben 62" diyor. Çökmüş ama bu kadın, 80 gösteriyor. Zor işler... Sonra cezaevi nakil aracına bindiriyorlar sizi, inanılmaz iptidai bir şey. Üç kişi oturuyorsunuz, biz bir de yaşlı kadınız, basamak en az 50 santim yükseklikte! Yani bacağınızı açıp bir yere tutunmadan kendinizi tutup çekmeniz imkânsız! Tutup çektiğinizde kelepçeler kesiyor, mosmordu benim ellerim… Çocuklar görmesin diye yazın bile uzun kolluyla çıkıyordum görüşe... Sonra yaşlı kadınları sıraya sokuyorlar. Güler misin ağlar mısın? Hepsinin başında iki tane jandarma! Aslında biz de daha önce tam anlamıyla ilgilenmiyorduk hapishane hayatı ya da cezaevi ihlalleriyle, oraya girince öğrendik. Asansöre bindirilmiyorsun. Meğer 65 yaş üstü için bu normalmiş. Her ay sizi böyle götürüyorlar. Bakmıyor ha kimse, yani bir usul için maymun gibi o kelepçelerle dolaştırılıyorsun! Kalbe götürdüler, yine kelepçeyle. Bir şey çektiler, ne o çekilen?
- EKG?
Evet, EKG. Ondan çektiler, döndük. Bir hafta sonra yine geldiler. "Mücella Hanım, kalbe gideceksin." Niye? "Anjiyo" dediler. Ben burada anjiyo mu olurum, anjiyo dedikleri meğerse, ekokardiyografiymiş! E, gireriz. Kelepçeleri taktık. Bazıları da öyle fena ki, -jandarma komutanları değil- erler, komutana iyi görünmek için hababam o kelepçeyi sıktıkça sıkıyor. Biraz sıkıyor, komutana bakıyor. Biraz niye takıyorsunuz diye diklendiğinde daha çok sıkılıyorlar. Diklenmeyeceksin. Neyse, yine öyle bir çıkma rezaleti ile gittik. EKG'ye girdik. Doktor karşımda oturuyor, iki de jandarma. Komutan bu sefer gelmemişti, yoksa komutan da giriyor. Bir tane infaz görevlisi oturuyor, bakmıyor bana. Ben böyle oturuyorum. "Neyiniz var?" diyorlar, "Siz çağırdınız, ben istemedim" diyorum. Bir şey var ki çağırdın. "Tamam, geç soyun" dedi. "Geç, soyun." Üstümü çıkaracağım, eko yapılacak. "Yaptırdın mı hiç eko? Çıplak yapılır eko. Geç, soyun" dedi. Ben gittim arkaya, ne zaman bakacak diye tarttım. Sonra dedim ki, "Nasıl çıkaracağım peki üstümü bunlarla?" Jandarma bir kızdı bana. Bu doktor uyandı. "Kelepçe mi var sizde?" dedi. "Evet" dedim. "Ha, görmedim" dedi. "Bakmadınız ki Doktor Bey" dedim, "Çıkarın" dedi. Çıkardılar kelepçeleri. Girdim, perdeyi kapattı. Üstümü soyundum. Jandarma dipçik ucuyla perdeyi açıp bakıyor bana. "Ne var oğlum?" dedim. Kelepçesizim ya, yaranacak ya…
- Doktorun tavrı ne oldu, ne çıktı muayenede?
Geldi, muayene ediyor beni. Söylediği laf şu: "Sizin aort kapakçığınızın ne kadar kötü olduğunu şimdiye kadar söyleyen oldu mu?" Hoppala! Kalp hastasıyım yıllardır. Üç damar tıkalı zaten. Böyle bir laf ediyor. İçimden, "Doktorum Taner Hoca böyle bir şeyi atlamaz" demek geçti. Hocama güvenirim. Dedim ki kendi kendime, "Böyle bir şey olsa ben hissederdim." Neyse, çıktım. Bereket, pimpirikli bir tip değilim. Tabii hemen kelepçem takıldı. "Takmayın" demiyor da… Çıkınca, "Tam olarak neyim var?" dedim, "Burada yazıyor" dedi. Ben nasıl göreyim ne yazıyor… Çıktık.
- Göz ve diş muayeneleri de zorlu geçmişti doğru hatırlıyorsam…
Bende glokom var. Bir de esas kötüsü sarı leke var. Sarı leke sınırda. İçeride bir de çıkacağımı hiç tahmin etmediğim için, sarı lekemi takıyorum ben. Her neyse, göze öyle gittim. Ben talep ettim gözü. Sarı lekenin tek bir vitamini var. Vermiyorlar bana vitamini, yazmıyor.
- Neden yazmıyor?
Yazmıyor. Doktor yazmazsa paranı ödeyip dışarıdan da alamıyorsun. Devletin vermediği bazı ilaçlar var, doktor reçete ederse parayla alıyorsun. Dedi ki, "Bunun için göze gitmeniz lazım." Mecburen bu sefer gittim. Kelepçeli gittim tabii ki ve Yedikule'ye gittim. O kelepçeli göz muayenesi zor oluyor. Onu da geçtik, bu sefer bu diş işi çıktı. Bu dişi ben çektirecektim, ihmal ettim. Hiçbir şey yok, ağrıyor, şişiyor, ağrıyor. Gittik diş hekimine. Bir rezillikti. Oradaki doktor hanıma dedim ki, "Böyle çekmeyin dişimi, kelepçeyi çıkarsınlar, her mesleğin etiği var." "Yok bizde etik" diyor. Jandarma komutanı dayanamadı, dedi ki, "Doktor Hanım, bizde bile var." "Bizde etik yok" diyor. "Bak" diyorum, "Doktor Hanım, genç kardeşim, ben mesleğimin etiğine uyduğum için böyle kelepçeyle senin karşında diş çektiriyorum. Bak, bedel ödüyorum. Bir tek suçum, kendi mesleğimin etiğine uymaktır. Aklımın, vicdanımın, aydın olmamın gereğini yerine getirdim. Bir toplumda yer alarak yaşamanın sorumluluğu neyse, onu yaptım. Ben burada duruyorum senin karşında. Sen de hekimsin."
- Bu arada koğuşta değil, hücredesiniz değil mi?
Evet, kaldığım yer hücre ama olmayacak bu hücre, dayanamıyoruz. Müdür bana, "Mücella Hanım, burada iki çeşit terörist var. Siyasi mahkûm diye bir şey yok artık. Adliler ve siyasiler yok. Adliler ve teröristler var burada" dedi. Çiğdem'le dinliyoruz, "Sağ teröristler, sol teröristler var. Sol teröristler üçe ayrılıyor. PKK, DHPK-C ve diğerleri, bir de tarafsız sol teröristler var" dedi. Sağ teröristler ise FETÖ'cüler, IŞİD'miş ve diğerleri. Ondan sonra da "tarafsız sağ teröristler." "Bizi tarafsız sol teröristlerin koğuşuna verin işte" dedim, "Olmaz" dedi. "Niye olmaz?" Dedi ki, "Önce bir örgütünüz olacak, o örgütten ayrılacaksınız, o örgütü anlatacaksınız." Dedim ki, "Müdür Hanım siz bize diyorsunuz ki, 'Teröristsiniz ama örgütünüz yok diye ağırlaştırılmış müebbet koşullarında hücrede kalacaksınız', öyle mi? "Ben size örgüt kurayım. Siz benim iddianamemi okumadınız mı, ben iki telefonla bütün Türkiye'yi örgütlemiş kadınım" dedim. Sonra yazılar da çıktı da bizi koğuşa verdiler. 14 kişilik koğuşta 3 kişiydik ama sonra da üç kişilik sessiz tecrit… Sevgili Çiğdem, Kutsal Motor için yaptığı videoda yaşam koşullarımızı çok güzel anlatmış.
- Bakırköy Kadın Cezaevi ve tabii yüksek güvenlikliler aslında başta engelliler, hastalar ve yaşlıların kalabilmesi için çok zor...
İşin ilginç tarafı bu hapishane açılırken Türkiye'nin ilk kadın cezaevi olarak projelendirildi ve açıldı. O dönemde modernizasyon projesinde Bakırköy Cezaevi daha açılmadan mimari değerlendirme raporunu hazırlamıştım.
- Gidip görmüş müydünüz?
Evet, raporlardan birini ben hazırladım.
- Kötü bir his…
Ve o dönem söylediğim bütün hataları girdim ve deneyimledim. Bir kere 3 bini aşkın kapı var. 3 bini aşkın kapının her birinin üzerinde iki tane sürgü var ve zor açılıyor. Yangın ya da deprem anında mümkün değil çıkabilmen. Yazdım bunların hepsini. Bir standart vardır değil mi? Elektronik bir sistem kurarsın, deprem bekleyen bir yerdeyiz değil mi? Bir kere kim o kapıyı sana açacak? O kapıyı açacak olan nereye saklanacak. Yeşil alan yok ve ölçülerin hepsi erkek ölçüsü.
- O zaman da her an bir zorlukla karşılaşılıyor tabii…
Örnek vereyim. Alaturka tuvalet mesela. Yaşım ve hastalıklarım sebebiyle oturup kalkamıyorum. Tuvalete girdiğimde bir çöp torbasını seriyordum yere, emekleye emekleye kapıya kadar gidip kapının koluna tutunup kalkabiliyordum. Böyle bir eziyet. Yazdım, çizdim, çözüm olarak plastik bir sandalyenin ortasını deldiler, onu verdiler. Kuburu ayarlayıp otur oradan yap. Bu olacak iş mi? Ben bunu nasıl kullanayım? Birisi denesin. Ha bu şu işime yaradı, önüme koydum, ona tutunup kalkıyordum. Ama bununla uğraşılır mı Allah aşkına? Ben yaşlandığımı ve yaşlı bir kadın olduğumu hapishanede anladım. Daha birçok problem var cezaevlerinde. Örneğin, çocuklar beşikten çıktıktan sonra 6 yaşına kadar annelerinin koynunda yatıyorlar tek kişilik yatakta. İnfaz memurlarının çalışma koşulları da ayrı bir felaket. Zaten hapishanenin mimari veya ergonomik koşullarında F tiplerinde falan uğraşmış bir mimarım ama bundan sonra hapishanede yaşlı kadın olmak ne demek, onunla uğraşacağım. Önceliğim bu. Çünkü asansöre binemiyorsunuz, asansörler sürekli arızalı. Gençler iniyor, çıkıyor ama orada o kadar çok sadece yaşlı da değil hasta kadın var ki… Hamile kadın var, engelli kadın var. Ama hiçbir tedbir yok.
- Yargıtay kararından sonra serbest kalırken şunları söylediniz: "Hiçbirimizin suçu yoktu. Bu nasıl adalet hala anlamış değilim. Ben burada canlarımı bırakıp çıkıyorum. İçeride olan canlarımızı bir an önce çıkarmamız lazım. Hiçbirimizin suçu yoktu. Bu adaletsizliği hak etmiyor bu ülke." Çıktığınızdan beri ne hissediyorsunuz?
Çıktığımı anlamadım. Bir kere ben bu şekilde çıkmaktan çok sinirliydim. Hiç böyle istemezdim. Hakarete uğramış hissediyorum kendimi. Bunu kim, nereden nasıl alırsa alsın. Anlamadık biz! Yargıtay'ın ilk tebliğnamesinde "delil bulunamadı" dendiği anda benim bazı avukatlarım ve çocuklarım "Bir tahliye dilekçesi vermemiz gerekir" dediler çıkmam için. Reddettim. Sonra yaşlılık ve hastalık üzerinden gelindi bana. Ben zaten hastaneye gitmeyi reddediyordum. Birkaç kere bu müdüriyet hastaneye götürüyor ya, en son yaşlıları çıkarıyorlar falan… Çarşamba günü infaz savcılığının talebiyle hastaneye götürmek istediler. Yine reddettim. Ancak perşembe akşamı gelip, "15 dakika içinde hazırlan, çıkıyorsun" dediler. Benim ilk tepkim çocuklarıma karşı oldu. Beni dinlemediler zannettim, çünkü bilmiyoruz hüküm verildiğini. Zannettim ki, gittiler tahliye dilekçesi verdiler ve bu nedenle çıkacağım. "Ben çıkmıyorum" dedim. Zira, bizim, hepimizin orada kaldığımız her gün hukuk devleti adına işlenmiş çok ciddi bir suç. Bunun karşılığı da öyle tahliye falan değil, hepimiz için kesin ve derhal beraat olmalıdır. Ne hissettiğimi size şöyle anlatayım: 2013'te ben çocuğumla birlikte gözaltına alındım. Gözaltı süremiz 4 gün uzatıldı. Bir gece önce sağlığım nedeniyle beni bıraktılar ve benim çocuğum, öz evladım içeride kaldı. Ben kıyameti koparttım, "Çocuğumu burada bırakıp çıkmıyorum" dedim. O gün ne hissettiysem, aynısını hapishanede Mine ile Çiğdem'i bıraktığımda hissettim. Bu kadar basit söyleyeyim size. "Bu politik" deyin, "Apolitik" deyin, ne derseniz deyin. Hissettiğim bu. Çok büyük bir haksızlığa uğradı herkes. Zaten bir haksızlık süreciydi. Tabii ki çocuklarıma kavuştum, bu bambaşka bir şey fakat kendimi özgür hissedemiyorum. Hep dışarıdakiler diyordunuz ya siz, burada dışarıda da bir hapishane var diyordunuz. İçerideyken biz azıcık kızıyorduk ama yok, çok haklıymışsınız. Çünkü içeride yapabileceklerimizin sınırı vardı ama şimdi sanki çok şey yapmam gerekiyor, çok vebal var ve ben hiçbir şeye yetemiyorum, çok fazla engelim var gibi geliyor. Biliyorsunuz sağlık engellerim var. Bunlar beni çok yordu. Ben zaten beraat filan ettirilmedim bu arada. Çok komik bir şekilde 2911'den, yani izinsiz gösteri yürüyüşünden yargılanacağım. Ama der mi mahkeme, "Kardeş kusura bakma, ben direniyorum, bu arkadaşı tekrar alalım?" Der mi, der. Başım gözüm üstüne, buyursunlar. Onlar utanmıyorsa bu hukuksuzluktan, ben gider yatarım. Çünkü benim 18 ay yatmam, 18 yıl yatmam, o sekiz çocuğun acısıyla ölçülmez. Kaybolan göz nurlarıyla ölçülmez. Onun için çok da dert değil bana.
- Anayasa Mahkemesi kararına rağmen tahliye edilmeyen Can Atalay'ın durumu var. Diğer isimler için de Anayasa Mahkemesi'nin vereceği karar var. Osman Kavala için verilen AİHM kararına uyulmaması var. Ne düşünüyorsunuz?
AİHM, Avrupa Birliği filan onların samimiyetine de hiç inanmıyorum başından beri. Çünkü Avrupa Birliği'ne de söyledik biz. Siz bizimkilere gaz fişeğini 45 derece kullanmıyor diye laf söylüyorsunuz ama bu gazı siz üretiyorsunuz. Madem bu kadar demokratsınız bu gaz, biz kimyasal silah, yasaklayın. Yani böyle şey olur mu? Siz bir kimyasal silah üretip satıyorsunuz sonradan kullanma şartlarına laf ediyorsunuz. Bir de parayla eğitim veriyorsunuz bu bir sahtekârlık. Aynı şey hukukta da oluyor bakmayın. Çok işlerine gelen bir iktidarımız var bizim. Ara sıra insan hakları diyorlar ama sonra işlerine geldiği gibi devam ediyorlar. Sonuçta burada mesele bence toplumun adalet talebinin yoğunluğu. "O'cu bu'cu şu'cu" demeden, gerçekten evrensel hukuk, adalet ve iyi insanlık seviyesinde bir birlik gerekli. Ben ölçümü artık iyi insanlığa kadar indirmiş bulunuyorum. İyi insanlar var, kötü insanlar var. Anlatabiliyor muyum? Buraya kitlendiğimiz zaman hep beraber ve inanın "dayanışma" denilen şeyi fark edersek -öyle göstermelik dayanışma değil ama- sahiden aklımızla, fikrimizle, gönlümüzle, kendi dükkanımızın derdine düşmeden… Bu neoliberal ideolojik kirlenme epimizin beynini kitlemiş. O kilitleri çözmeden Mine'yle Çiğdem çıkar, Tayfun çıkar, sen girersin, Fikret girer, Ahmet girer; bu böyle gider…
- bianet'te Çiğdem Mater bir yazı yazdı. Yazının sonunda, "Keşke bizi hukukçular yargılamasaydı, hoş hukukçular yargılamamıştır kim bilir" diye bir cümleyle bitirdi. Bu yazıyı okuduğunuzda hem süreçle ilgili hem bu cümleyle ilgili ne hissettiniz ne düşündünüz?
Bizi hukukçular yargıladı ama hukukçulara baktığınızda düşünüyorsunuz tabii. Bazı meslekler iktidarın sesi olmayı tercih ederler. Ne bileyim ben, belki de iş bulabilmek için, belki de sürülmemek için, bilemiyorum. Belki ekmek parasıdır ama bizimkiler biraz fazla ekmek yiyorlar herhalde. Fakat bu meslek değil, Çiğdem'e orada hak veriyorum. Çünkü bir işin, bir meşgalenin meslek olabilmesi için onun birtakım evrensel etik kodları olması gerekir. Bu doktorlukta da böyledir, mühendislikte de böyledir, gazetecilikte de böyledir. En çok hukukta böyle olması lazım. Çünkü diğer meslekler bizim hayatımızla ya da mekânla ilgili ama hukuk dediğiniz adalet dağıtıyor. Hukukçulardan öğrendiğiniz ya da bizim iliklerimizde hissettiğimiz şey, bu duyguyu kaybettiğiniz zaman, ne olursanız olun -ister inançlı, ister inançsız, ister ateist olun- vicdan hissi sizde yok ise korkunç bir facia olur. Şu anda Çiğdem'in de söylediği şey, bizi belki adı hâkim adı, adı yargı, adı savcı olan, hukuk alanında eğitim almış olanlar yargıladılar. Fakat bunlar hukukçu muydu? Bana sorarsanız hayır. Onun için ben Çiğdem'i çok haklı buluyorum bu noktada.
- Bir cümleniz bir var onu not etmiştim not defterime. "Yaşlansak da gönül aynı gönül" diyorsunuz ve mücadeleye devam… O gönüldekilerden biraz bahseder misiniz?
İnanılmaz bir sevgi çemberi var etrafımda. Bu beni utandırıyor. Utanıyorum. Çünkü ben işimi yaptım, ben hiç özel bir şey yapmadım. Yapmam gereken herkesin yapması gereken. Fikret'in yaptığı, herkesin yaptığı, sizin yaptığınız… Siz bedel ödemediniz mi? İşini iyi yapan herkesin ödediği bedeli ödüyorum. Bu kadar… Böyle iltifata mazhar olmak, bu kadar sevgiye mazhar olmak doğrusu beni utandırıyor. Ha, bu yaşımda mutlu etmiyor mu, ediyor. Şımarmamaya çalışıyorum.
- İçeridekilerle haberleşiyorsunuzdur değil mi?
Tabii. Ailelerimiz bizim onlar, şimdi hepimizi sülale olduk. Çok büyük bir ailem oldu. Çok fazla çocuğum oldu. Çok üzülüyordum damadım yok diye, bir sürü damadım oldu. Murat var mesela artık. Yabancı damadım da var, sevgili Tray.
- Murat, Çiğdem Mater'in eşi...
Tabii. Su var Mine'nin kızı. Hepsiyle o kadar büyük bir aile olduk ki biz. Tabii ki Meriç, tabii ki Şükran, tabii ki Mustafa, tabii ki Hande ve bir de canımız avukatlarımız var. Biz kocaman bir aile olduk, bunu çok büyütebiliriz. Birbirimizi görmemiz, tanımamız da gerekmiyor. Biz çok fazla kişiyiz. İnanın, düşündüğümüzden çok kalabalığız. Bugün iktidar hukukunun mahkûmu olan ve cezaevlerinde hukuksuz bir şekilde tutuklu ya da hükümlü olarak rehin tutulmakta olan arkadaşlarımız da yanımıza gelince çok daha güçlü ve kalabalık olacağız. Ama önce toplum olarak bunu can-ı yürekten ve korkusuzca talep etmeliyiz.
Murat Sabuncu kimdir?Murat Sabuncu İstanbul'da doğdu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Protohistorya ve Ön Asya Arkeolojisi bölümünü bitirdi. Boğaziçi Üniversitesi'nde İşletmecilik Sertifikası programını tamamladı. İstanbul Ticaret Üniversitesi'nde Medya ve İletişim Sistemleri konusunda yüksek lisans yaptı. Dergi, gazete, radyo, televizyon, internet haber sitelerinde muhabirlik, editörlük, yayın koordinatörlüğü, genel yayın yönetmenliği, köşe yazarlığı yaptı. En uzun süre Milliyet gazetesinde çalıştı. Tempo dergisinde genel yayın yönetmenliği, Fortune dergisinde kurucu yönetmenlik yaptı. Skytürk 360'da ekonomiden politikaya değişik programlar hazırladı, sundu. Cumhuriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni oldu, ikinci ayında tutuklanıp Silivri Kapalı Cezaevi'ne gönderildi. Hapsedildiği cezaevinde 1,5 yıl tutuklu kaldı. T24'te köşe yazarlığı, yapıyor. 2016 yılından beri pasaportu ve sürekli basın kartı verilmiyor. Yargıtay'ın iki kere verdiği beraat kararına rağmen 7,5 yıl hapis cezası talebi içeren dosyası, Yargıtay Ceza Genel Kurulu'nda bekliyor. Bölgeden tanıklıklarını ve izlenimlerini "Gazze: Mahsuscuktan Bir Aşk Hikâyesi" adıyla yayımlanan kitabında paylaştı. Sedat Simavi Gazetecilik Ödülü sahibi. Sorbonne'da hukuk doktorası yapan bir oğlu, Nuri isimli bir kedisi var. |
İktidar partisi seçmenleri de ‘sistemi değiştirecek bir lider arıyor.’ Yani ‘sistemin iflas ettiği’nin herkes farkında. ‘Yeni’ bekleniyor. Burada kritik nokta, kendini solda tarif edenler de dahil ‘sonuç’ güçlü liderden bekleniyor
Ekonomiden hukuka yaptığı yanlışlarla memleketi birbirinden farklı krizlere sokmuş olsa da her hâl ve karda özellikle kendi seçmeni ‘bir bildiği vardır’dan ‘din-güvenlik-ortak bizlik’ söylemini ‘satın almasına’, hemen her koşulda Erdoğan’ı destekledi. Uzun süre ‘Çözerse Erdoğan çözer’ tezi adeta Erdoğan için adı konulmamış bir ‘güven-destek’ sloganı oldU
Erdoğan ve Bahçeli, başta kayyım atamaları olmak üzere, bazı konularda ayrışıyor mu?
© Tüm hakları saklıdır.