Normal bir gün… Nedir normal olan? Sağlıkla uyanmak, sevdiklerinle vakit geçirmek, düşünmek, konuşmak belki çalışmak… Ama sanırım en çok; yürürken önünün bir duvar, demir kapı ya da parmaklıkla kesilmemesi… Alabildiğine geniş bir alanda yürümek, yürümek, yürümek… Türkiye’nin dört bir yanında hukuka ve vicdana uymayan pek çok davanın muhatabının önü uzunca bir süredir siyasetin belirlediği duvarla kesiliyor. Bu duvarı örenler kadar, korku ya da ilgisizlik duvarına takılıp kalan koca bir kamuoyu da var. Gezi; beraatten mahkumiyete, uyulmayan Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına uzun ve hukuk açısından büyük sorunlar taşıyan bir dava. Bu davada Yargıtay’ın verdiği onama kararıyla 18 yıl hapis cezası alan isimlerden biri de Çiğdem Mater Utku. Çekilmeyen filmden gidilmeyen toplantıya; onunla ve kendisinin de altını çizdiği gibi davadaki herkesle ilgili pek çok sorunlu alan var. Dosyaları şu an Anayasa Mahkemesi önünde. Anayasa’ya rağmen kararı tanınmayan Anayasa Mahkemesi’nin. Ama o "enseyi karartmıyor…" Şu aralar en çok okuyor. Cumhuriyet tarihinin en büyük hukuksuzluklarından, Jon Fosse’nin "Üçleme"sine, Leni Riefenstahl’ın otobiyografisine… Eline ne geçerse… Duvarlar onun önünü sadece fiziki olarak kesiyor… Cezaevinde siyasi gerekçelerle tutulan pek çok isim için aklı ve düşünceyi sınırlayacak bir duvar inşa edilemez çünkü…
Çiğdem Mater
"Fezlekeden iddianameye ve istinafa kadar olmayan, Yargıtay kararında var: HİÇ"
- 78 sayfalık bir Yargıtay kararı var ve kararda diyor ki, "Gezi Parkı eylemlerinin toplumun anlık hareketi değil de iki yıl öncesinden çalışmaları başlatılan planlı kalkışma hareketi olduğunu düşünüyoruz." Yargıtay’ın bu tespitini nasıl okuyorsunuz?
Yargıtay, 78 sayfalık "Türk milleti" adına aldığı kararın hemen her satırında, sayfasında olduğu gibi, bu tespitinde de yanılıyor. Bunu "düşünmek" için, ellerinde kanıtlar, bilgiler, somut dayanaklar olması gerekir, temel hukuk bunu gerektirir ama yok. Gezi davasının hiçbir aşamasında olmadığı gibi. Polis fezlekesinden iddianameye, gerekçeli karardan, istinaf kararına kadar şu kadar zamanda gördüğümüz her hukuki belgede olan, Yargıtay kararında da var: "HİÇ." Bunu bizim kadar o dosyaları hazırlayanlar, o dosyalara dayanarak bize ceza verenler ve bu cezaları onayanlar biliyor, HİÇ!
- Yargıtay kararında sizinle ilgili bölümde belgesel çekiminden bahsediliyor, "tamamlanamayan" bu belgesel neydi?
2013 Haziran’ında İstanbul’da ve sonrasında tüm Türkiye’de olanlar, bir sinemacı olarak, haliyle içimde "bunun filmi yapılmalı" hissi doğurdu. Sinemayla ilgilenen herkesin de aynı şeyi düşündüğüne eminim. Görüntünün "demokratikleşmesi", cep telefonlarıyla gayet iyi çekim yapılabilmesi gibi bir sürü olumlu ilerlemeden ötürü, o zamana kadar hiç karşılaşmadığımız ölçüde görüntü elde edildi. Bunların doğru dürüst bir araya getirilip bir film yapmanın mümkün olup olmadığına kadar kafa yordum, insanlarla konuştum, 2013 Temmuz ve Ağustos’unda bununla ilgili görüşmeler yaptım ve sonra, hayal ettiğimiz pek çok filmde başımıza geldiği gibi, finansal nedenlerle yapamadık. Ancak, üç telefon konuşması ve iki film festivalinden ibaret bu "girişim", önce iddianamede karşıma "Film çekti" diye çıktı, ilk yargılamada aylarca "çekilmemiş bir filmin yokluğunu" kanıtlamaya çalıştık, bir şeyin olmadığını kanıtlamaya çalışmak pek zor malum, bir de bildiğim kadarıyla hukukta temel ilke benim çekmediğimi değil de iddia makamının filmi çektiğimi ispatlamasıydı. Sonra sanırım ikinci yargılamanın bir aşamasında "Filmi çekecekti, çekemedi, çünkü Gezi kalkışması başarısız oldu" cümlesi çıktı karşıma. Anlayacağınız, çekilmemiş bir filmle, Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkmaya teşebbüs etmişim.
"Ben yapımcıyım, işimin, gündelik hayatımın normali festivallere gitmek"
- Yargıtay; 7- 14 Temmuz 2013 tarihleri arasında Erivan’da düzenlenen festivali de gerekçe sayıyor. Osman Kavala ile birlikte gidişiniz ve "15 dakikalık amatör görüntü götürüşünüzden" bahsediyor. Burada anlatılmak istenen ne?
Erivan Altın Kayısı Film Festivali, direktörü olduğum Ermenistan- Türkiye Sinema Platformu nedeniyle, 2009’dan bu yana, 2019’a kadar aralıksız gittiğim bir festival. 2019’da yurt dışı çıkış yasağım nedeniyle gidememişimdir. Yani 2013’te gittiğim gibi, 2012’de de 2014’te de gittim. 7- 14 Temmuz 2013’te de bu kez festivalin uluslararası belgesel jürisinde, jüri üyesi olan Osman Kavala ile birlikte gittik ve bir hafta kaldık. Yani en alt kademeden en üst mahkemeye kadar, bana 18 yıl, Osman Kavala’ya ağırlaştırılmış müebbet cezası veren yargı sistemi, bizim tam da "hükümeti devirmeye" çalıştığımız sırada, bir haftalığına bir film festivaline gidip, günlerce film izlememizi, sinema konuşmamızı, hayatın olağan akışına uygun, makul ve mantıklı buldu. "Yanımızda götürdüğümüz amatör görüntü"den kasıt da benim o aralar "Acaba bir film yapabilir miyiz?" fikriyle, belgesel dünyasından insanlarla konuşmak için yanıma aldığım internete girseniz bulabileceğiniz türden ham görüntüler, film falan değil yani.
- 16- 24 Ağustos 2013 tarihleri arasında düzenlenen Saraybosna Film Festivali'ne gidişiniz de Yargıtay kararında. Festivale gidiş bir suç unsuru olarak görülüyor sanırım.
Saraybosna Film Festivali de tıpkı Erivan Altın Kayısı gibi, kriminalize edildi dava boyunca, Yargıtay da geleneği bozmadı. Ben yapımcıyım, işimin, gündelik hayatımın normali festivallere gitmek. Keşke Yargıtay 3. Ceza Dairesi üyeleri de bunları yazmadan önce, Google’a Saraybosna Film Festivali yazsalar da festivalin onca yıldır nasıl TRT ve Türkiye Cumhuriyeti tarafından desteklendiğini görselerdi, Türkiye’den kimlerin, kimlerin festivale katıldığını bilselerdi! Bu arada Saraybosna da Altın Kayısı da şahane bölgesel festivallerdir!
"Korkunç olan sadece saçma değil, komik de"
- Daha önce bu davadaki herkes gibi beraat etmiş, hakkında AİHM kararı olmasına rağmen serbest bırakılmamış, ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkûm edilmiş bir isim Osman Kavala. Kararda sizin tanışıklığınız da konu edilmiş. Ne zaman tanışmıştınız Kavala ile?
Yargıtay Kararı’na bakılırsa Osman Kavala ile 2012’de tanıştığımız sanılabilir, bu sanırım "kalkışma hazırlığı" algısını pekiştirmek için bulunmuş bir yöntem. Osman Bey ile ne zaman tanıştığımı anımsamıyorum ama Yönetim Kurulu Başkanı olduğu Anadolu Kültür’de çalışmaya 2004 sonunda başladım, öncesinde de tanışıklığımız vardı. Yani, 2012 nere? 2004 nere? 2004- 2009 arası Anadolu Kültür’de program koordinatörü olarak çalıştım, 2009’dan tutuklanana kadar da danışman olarak devam ettim. Dolayısıyla, tanışıklığımız hiç de öyle ima edildiği gibi 2012’de falan değil.
Çiğdem Mater, açık görüşteyken ailesi ve dostlarıyla
- "27 Haziran 2013’te yapılan Garaj İstanbul toplantısına katıldığı ve bu hususun fiziki takip tutanaklarıyla doğrulandığı…" diye bir bölüm var kararda. Ama siz o tarihte İzmir’desiniz değil mi?
Yargıtay kararının en sevdiğim kısmı bu. Çok küçük gibi görülebilir ama hiç değil. İlk mahkemeden itibaren, 27 Haziran 2013’te, Garaj İstanbul’da yapılan bir toplantıya katıldığım iddia edildi. Bu toplantıya katılmak tabii ki suç değil de; diyelim, toplantıya katılma suç. Maddi gerçek ne? Ben o gün, İzmir’de, Fransız Kültür Merkezi’nde kamusal bir toplantıda, sahnede konuşmacıyım. Yani teknik olarak, o gün ve saatte İstanbul’da olmam imkânsız. Bunu, ilk yargılamadan itibaren kanıtlarıyla dosyaya koydu avukatım elbette, ama anlaşılan Yargıtay 3. Ceza Dairesi bu kanıtlara bakmadığı gibi, "Teknik takiple kanıtlandı" dediğine göre, teknik takip fotoğraflarına da bakamamış, zira benim orada fotoğrafım olması tabii ki imkânsız. Yani, aynı anda İzmir’de ve İstanbul’da olabilen biri olsaydım, herhalde dünyaya ve insanlığa dair bambaşka şeyler konuşurduk! Nurdan Gürbilek, son kitabı Örme Biçimleri’nde Arendt’ten aktarıyor: "Korkunç olanın sadece saçma değil, komik de olabileceğini anlayacak kadar aklı başında olmak gerekir." Aklımı başımda tutmaya gayret ediyorum :)
- Yapılmayan film, gidilmeyen şehir ve sizin "Bizi hukukçular mı yargıladı"? sorgulamanız. Bunu biraz açar mısınız?
Çekilmeyen film, gidilmeyen toplantı, Gezi davası baştan ayağa yargılanan herkes için benzer suçlamalarla dolu. Pek nahif değilimdir ama bu tuhaf ve saçma sürecin her aşamasında, "Bir noktada durum anlaşılacak" diye düşündüm hep, büyük yanıldım. Memleketin yargı tarihi, 100 yıldır hep çok kötü sınav verdi. İlk değiliz, umarım son oluruz diyeceğim ama o da nahif olacak, farkındayım. İnsan, hapse girince, mecburen hukuk üzerine daha çok okuyor, birbirine yakın zamanlarda İstiklal Mahkemeleri’ni ve cumhuriyetin ilk kadın avukatı Süreyya Ağaoğlu’nun anılarını okudum. İstiklal Mahkemeleri’nde malûm, mahkeme heyetleri hukukçu değil, mebus. Süreyya Ağaoğlu kardeşi Samet Ağaoğlu’nun da sanıklar arasında olduğu Yassıada yargılamalarını anlatırken, İstiklal Mahkemeleri’ne atıfla, "Keşke hukukçular yargılamasaydı" diyor, haklı. Bende de aynı his oluyor Gezi davasını düşündükçe. Tabii şöyle bir fark var, hem İstiklal Mahkemeleri hem de Yassıada yargılamaları "olağanüstü" dönemlerdi, oysa şimdi?
"Can Atalay’a hashtag işaretinin nasıl yapılacağını öğreterek hükümeti devirmeye kalkışmışız"
- Yargıtay kararında sizinle ilgili iki telefon kaydını soracağım. Birincisi siz Can Atalay ile "Hashtag nasıl yapılır?" üzerine konuşuyorsunuz. Ki Ceylanpınar konuşuluyor. Diğeri Gezi’de yaralananlara yardım etmeniz... Bunları okuyunca ne hissettiniz?
Evet, Yargıtay kararında, Can Atalay’a hashtag işaretini telefon klavyesinden nasıl yapılacağını anlatmam bir suç unsuru olarak yer almış. Yani hashtag öğreterek, hükümeti devirmeye kalkışmışız. 2013 Eylül’ünde Tünel’de yapılan bir eylemde, ofisimin apartman sahanlığına gazdan etkilenerek sığınanlara Gaviscon vermişim. Dosyadaki tek fotoğrafım o. Fotoğrafı çeken polise de vermişimdir Gaviscon, herkes perişandı çünkü. Bugün olsun, yine yaparım tabii ki, herkes yapar, hepimiz yaparız. Bu arada 2007’den beri parçası olduğum Hrant’ın Arkadaşları grubuyla Dink cinayetine dair yaptığım konuşmaların da Yargıtay tarafından "suç" kabul edildiğini ekleyeyim.
"Mesai saatleriyle kısıtlı yeni düzene alışmak vakit aldı"
- Bir yazınızda, "Okuma listemin tepesinde, Dante’nin İlahi Komedya’sı var. Malûm, ilk cilt cehennem. Düşündüm de şimdi yazarken, hiçbir şey tesadüf değil aslında. Enseyi karartmayın, araftan sonra cennet var" diyorsunuz. Cennetin ya da özgürlüğün ne zaman geleceğini düşünüyorsunuz?
O yazıyı yazdıktan sonra okudum İlahi Komedya’yı. Dante de takıntılı, her şey matematik, hepsine eş yer ayırmış! Dante hesabıyla gidersek, yol uzun :) Daha Araf’a varamadık :) Dedim ya, nahif bilinmem, hatta kötümserimdir, AYM diyeceğim ama AİHM’den sonra AYM kararları da uygulanmadığı için, AYM "ihlal" dese ne olacak diyorum bir yandan da. Manzara aydınlık değil, sadece Gezi davasındaki beş kişi için değil, Türkiye’nin dört bir yanında, adını bildiğimiz, bilmediğimiz binlerce insan çok benzer yargı kararlarıyla, haksız, hukuksuz hapiste. Bazen yok ya, bu böyle gitmez diyorum, bazen de aynen de böyle gider, hiç de bir şey değişmez diyorum. Sanırım, hukuksal okumaları, siyasi analizleri falan çoktan geçtik… Yaşayarak göreceğiz :)
Çiğdem Mater'in en son okuduğu kitaplar
- Hapiste neler okuyorsunuz?
Her şey! Gerçekten her şeyi okuyorum. Birbiriyle çoğunlukla alakasız listelerim oluyor. Şu anda önümde Jon Fosse’nin "Üçleme"si, Leni Riefenstahl’ın otobiyogrası, "Madem filmi izleyemiyorum, o zaman kitabı okurum" diye filme de kaynaklık eden Oppenheimer biyografisi Amerikalı Prometheus, Mehmet Akif Ersoy’un "Tünel: Gazze’de Yaşamak"ı ve sayısız polisiye var. Bu aralar çok fazla cumhuriyetin kuruluşu okuyorum bir yandan da. Okumaktan ve yazmaktan başka pek yapacak şey yok malûm, durmadan kitaplardan söz ederek insanları bayıltmam mümkün. :)
- Bakırköy Kadın Cezaevi’nde günlük yaşam nasıl gidiyor. Yargıtay’ın onama kararı sonrası şartlar daha da ağırlaştı mı?
İnsan, girdiği kabın şeklini alıyor. Okuduklarımdan ve dinlediklerimden anladığım, kanıtlayamam ama eminim, kadınların cezaevinde "idare etme" kapasiteleri erkeklerden daha yüksek, daha iyi. O yüzden, bence, gayet iyi idare ediyoruz. Benim gündelik yaşamımın belkemiği okumak ve yazmak. Rutini oturttuğunuz anda, günler geçiyor, bazen "yapılacaklar listesi"ne gün yetmiyor. Hükümle birlikte, avukat ve vekil görüşleri artık mesai saatleriyle sınırlı ve sadece vekaletli avukatlarımızı görebiliyoruz. Ayrıca "dava süreci bittiği için" haftalık bilgisayar kullanım hakkımız da artık yok, oysa süreç henüz bitmedi, daha AİHM var. Mesai saatleriyle kısıtlı yeni düzene alışmak vakit aldı ama alıştım, insan her şeye alışıyor!
"Vasatın egemenliğine kızgınım"
- En çok neyi özlediniz?
En çok neyi özledim, bilmiyorum. Sürekli değişiyor bunun yanıtı. Ama en genel cevap sanırım şu: Normalimi özledim. Sıradan, normalde bir günümü. Sevgilimin, annemin, babamın ve şahane arkadaşlarımın olduğu, sıradan, normal bir günümü özledim.
- Kırgın ya da kızgın olduğunuz kimse var mı?
Kırgın ya da kızgın olduğum kimse yok, durum var. :) Vasatın egemenliğine kızgınım. İnsanlarla ilgili duygularım minnettarlık ve mahcubiyet. O kadar çok insanın gündelik hayatını etkiledi ki bu saçmalık ve tuhaflık. Annem, babam, sevgilim, arkadaşlarım, benimle birlikte hiçbirimizin hakketmediği saçma sapan bir sarmala girdiler, hem çok mahcubum hem de minnettarım.
Murat Sabuncu kimdir?
Murat Sabuncu İstanbul'da doğdu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Protohistorya ve Ön Asya Arkeolojisi bölümünü bitirdi. Boğaziçi Üniversitesi'nde İşletmecilik Sertifikası programını tamamladı. İstanbul Ticaret Üniversitesi'nde Medya ve İletişim Sistemleri konusunda yüksek lisans yaptı.
Dergi, gazete, radyo, televizyon, internet haber sitelerinde muhabirlik, editörlük, yayın koordinatörlüğü, genel yayın yönetmenliği, köşe yazarlığı yaptı.
En uzun süre Milliyet gazetesinde çalıştı. Tempo dergisinde genel yayın yönetmenliği, Fortune dergisinde kurucu yönetmenlik yaptı. Skytürk 360'da ekonomiden politikaya değişik programlar hazırladı, sundu.
Cumhuriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni oldu, ikinci ayında tutuklanıp Silivri Kapalı Cezaevi'ne gönderildi. Hapsedildiği cezaevinde 1,5 yıl tutuklu kaldı.
T24'te köşe yazarlığı, yapıyor. 2016 yılından beri pasaportu ve sürekli basın kartı verilmiyor. Yargıtay'ın iki kere verdiği beraat kararına rağmen 7,5 yıl hapis cezası talebi içeren dosyası, Yargıtay Ceza Genel Kurulu'nda bekliyor.
Bölgeden tanıklıklarını ve izlenimlerini "Gazze: Mahsuscuktan Bir Aşk Hikâyesi" adıyla yayımlanan kitabında paylaştı. Sedat Simavi Gazetecilik Ödülü sahibi. Sorbonne'da hukuk doktorası yapan bir oğlu, Nuri isimli bir kedisi var.
|