Avrupa Parlamentosu Türkiye ile müzakereleri askıya alma kararını verdi. Verince, AKP adına konuşanlara pek sevdikleri bir sözü tekrar etme fırsatı da tanımış oldu. Onlar bu fırsatı kaçırmadı ve hemen “Bu karar yok hükmündedir” dediler.
Askıya alma kararının gelmesi aslında bir “sürpriz” filan değildi. Bekleniyordu, uyarıları belirmişti. O belli olduğuna göre herhalde “yok hükmündedir” cevabı da hazırdı. Yani provalar yapılmıştı, replikler biliniyordu.
Avrupa Birliği ile ilişkilerimiz başından beri böyle. Avrupa’da Türkiye’yi istemeyen bir (kalabalık) kesim olduğu gibi Türkiye’de de Avrupa’yı istemeyen bir (kalabalıkça) kesim var. Nitekim, özel ve tekrarı gelmeyen bir konjonktürde “Buyurun, gelin” dediklerinde, o günün karar sahibi Bülent Ecevit “tehlike”yi savuşturmuştu. O gün ve izleyen günlerde bu tavrı (yani “Eurosceptic” dediğimiz tavrı) takınma görevi Atatürkçüler’in sırtındaydı.
Bu bakımdan AKP bir “sürpriz” yapmıştı. “Avrupa Birliği’ne katılmaktan yanayız ve katılacağız” diyorlardı. Bunu şimdi de söylüyorlar; ama şimdi bunu söylediklerinde, öyle anlaşılıyor ki, kendileri de inanmıyorlar. AKP’nin “Reis”i tavrını değiştirmeye karar verdiği zaman (bu, Gezi’ye tarihlenebilir, sanıyorum), demokrasiyle birlikte Avrupa Birliği ile de selamı sabahı kesmişti. O zamandan beri AB ile ilişkilerimizi belirleyen ruh hali “gerilim”.
Gerilimin nedeni konjonktüre göre değişebiliyor, ama kendisi baki. Seçim kampanyasında konuşma izni vermediler diye kızabiliyoruz, şimdi olduğu gibi müzakereleri askıya aldıkları için kızabiliyoruz, “Nazi” diyebiliyoruz v.b.
Türkiye’nin “hal ve gidiş”i bambaşka olsa ve demokrasi sorunları çözülmüş olsa Sarkozy ya da d’Estaing familyasından Avrupalılar’ın bize kucak açacaklarını düşünmüyorum. Öylelerinin asil sorununun “demokrasi” olduğu kanısında da değilim. “Kültürümüz farklı” diyorlar zaten. Ama Türkiye’nin bugün izlediği rota onların bu gibi ayrıntılara girmelerine gerek bırakmıyor. “Osman Kavala iddianamesi”nin geçerli sayılabildiği bir toplumun Avrupa Birliği’ne katılacak demokrasi düzeyinde olmadığını söylemek yetiyor.
Şimdiye kadar pek çok sefer yazdığım gibi, benim için fiilen Avrupa Birliği” üyesi olmak o kadar önemli değil. Önemli olan, bunun için gerekli olduğu söylenen demokratik kültüre sahip olmak. Bu ilkesel düzeyi tutturduktan sonra “Birlik” içinde üye olsan da olur, olmasan da.
Bu bağlamda, Avrupa’nın şart koştuğu ilkeleri kendisinin ne ölçüde yerine getirdiği de o kadar önemli değil. Avrupa, oluşmasına herkesten fazla katkıda bulunduğu “demokratik medeniyet” içinde kalmaktan vazgeçebilir. Şu dönemde bunun pekala mümkün olduğunu işaret eden birçok “alamet” de var. Ama o “demokrasi” düzeyi bu dünyada bir kere oluştu ve bir olgu olarak (şüphesiz “soyut”) var. Dolayısıyla gerçekleştirilebilir (ve gerçekleştirilmesi gerekli) bir standart. Bu standarda erişmek önemli, herhangi bir toplum için “en önemli” hedef.
Türkiye’de farklı sosyo-politik çizgilerin Avrupa’ya karşı takındıkları dışlayıcı tavrın belki “tek” değil ama “temel” nedeni de bu. Bu çizgiler birbirinin karşıtı, düşmanı v.b. olabilirler. Ama iş bu demokrasiye gelince çizgiler birleşiyor. Aranıp aranıp bulunamayan “birlik ve beraberlik” bu noktada kurulabiliyor. Biz bize benzeriz, demokrasiyi de böyle yaparız. Kimse bize karışmasın.
Nitekim Avrupa Parlamentosu müzakereleri askıya alma kararını verince—ve AKP sözcüleri “yok hükmündedir” klişesini gardroptan çıkarınca—Halk Partisi de Avrupa’yı kınamaktan geri durmadı.
Peki, ne demek bu? CHP Türkiye’de bugün varolan düzenin “demokratik” olduğunu mu düşünüyor? Ahmet Altan’ın ya da Nazlı Ilıcak’ın “sübliminal” mesajlar vererek darbe yaptığına karar veren mahkemelerle yaşarken bir yandan da Avrupa ile müzakerede bulunmamızın bir çelişki olmadığını mı düşünüyor CHP?
Herhalde düşünmüyor. Klasik tavır. “Biz kendi aramızda birbirimizi eleştiririz, ama başkası bizi eleştirirse hemen ona karşı birleşiriz.”
Bu, öteden beri, Türkiye’yi demokrasiyle bağdaşmayan bir düzen içinde yaşatmaya kararlı kesimlerin empoze ettiği yaklaşımdır. Şimdi AKP’nin (ve tabii “Cumhur Cephesi”nin) şampiyonluğunu yaptığı “ötekileştirme” taktiğinin tutması demektir.
Sonuç olarak Avrupa Parlamentosu’nun kararı ve ona gösterilen tepkiler kendi başlarına çok önemli sayılmayabilir. Avrupa ile kurmayı istediğimiz ilişkiden önce demokrasiyle kurmayı tasarladığımız ilişkiyi gösterdikleri için önemli.