Descartes felsefesinin “yöntemli şüphe” denilen bir temel ilkesi vardır. Descartes, hiçbir söze, onu elekten geçirmeden inanmamak gerektiğini söylüyordu. “Her şeyden şüphelen” anlamında kabul edebiliriz bunu.
Tayyip Erdoğan’da “Kartezyen” bir damar var. O da, her şeyden şüphelenmek gerektiğine inanıyor. Belki “her şey”den önce “herkes”ten şüphelenmeye önem veriyor. Ama bu “Kartezyen” ilkelerle uyuşmayan bir özelliği de var. “Her şeyden şüphelen, ama bir tek kendinden şüphe etme” diyor.
Son durumda, Dündar-Gül duruşmasını izlemeye giden diplomatlara bağırıyor:
“Siz kimsiniz ya! Ne işiniz var orada?”
Sonra başka ayrıntılara giriyor, “konsolos” dediğin, “konsolosluk” denen yerde otururmuş, bazen, bahçe varsa bahçeye de çıkarmış, başka yerde dolaşmazmış. Dolaşmak için izin alması gerekirmiş. “Burası Türkiye!” diye de noktalıyor. Bunda isabet var: Diplomatların gezdikleri yere kısıtlama getirme anlayışı yalnız Türkiye’nin Cumhurbaşkanı olan zatın ağzından dile getirildi.
Erdoğan “Her şeyden şüphelen, ama bir tek kendinden şüphe etme” diyor
Dünya diplomasi tarihi diye bir şey var, Viyana filan. Bir hukuku oluşmuş. Öyle iki günde oluşacak bir şey değil. Bayağı yüzyıllar içinde oluşmuş. Ama sonunda oluşmuş. Bu “hukuk”un içinde, elçiler, konsoloslar mahkemelerde duruşma izleyemez, diye bir kural yok. “Ne işiniz var orada?” diye bağırmak da anlamlı değil, çünkü elçiler, konsoloslar, yani diplomatlar, görev yaptıkları ülkede önemli işleri izler, bunun için birçok yere gider, birçok insanla görüşürler. Sonra da yorum ve değerlendirmelerini ülkelerine, örgütlerine sunarlar.
Tayyip Erdoğan, anlaşılan, bunun böyle olduğunu bilmiyor -daha bir yığın şeyi bilmediği gibi. Ama zaten, biliyor olsa ne yapacaktı? Söz konusu diplomatların yaptığı işi beğenmemişti. Onlar da zaten o beğenmesin diye yapmışlardı bu işi. Bu da diplomasi mesleğinde olan bir şeydir ama sık olan bir şey değildir. Bir ülkede olmaması gereken işler oluyorsa diplomatlar böyle bir jest yaparak olan o işe “taaccüb” ettiklerini gösterirler.
Ve tabii böyle işler kendi ülkelerinde sorumlu oldukları makamın onayı olmadan yapılmaz. Öylesi pek âdetten değildir.
Bu demektir ki bugün Amerika Birleşik Devletleri, Britanya, Almanya, Fransa, Hollanda, Belçika, Polonya, İsveç, İtalya, İsviçre, Avusturya, Kanada, Çek Cumhuriyeti ve Rusya böyle bir jest yapmayı uygun bulmuşlar.
Diplomatların gezdikleri yere kısıtlama getirme anlayışı yalnız Türkiye’nin Cumhurbaşkanı olan zatın ağzından dile getirildi
Bu demek değildir ki, konsolosları Dündar-Gül duruşmasına gitmeyen ülkeler bu acayip davanın açılmasını ve her duruşmada yeni bir acayiplik yüklenerek sürmesini onaylıyorlar.
Gene bununla ilgili olarak “Anayasa Mahkemesi kararına saygı duymuyorum” çıkışıyla birlikte, olayların hoşgörülemez bir kanala sürüklendiğini, bizzat Cumhurbaşkanı tarafından götürüldüğünü gözlemliyorlar.
Suudi Arabistan ile Katar, bir de Kuzey Kore, onaylıyor da olabilir.
Konsolosların duruşmaya gelmesi, söz konusu ülkelerin özel olarak Dündar-Gül davası gibi dava olmasından, ama aynı zamanda Türkiye’de genel olarak basına böyle bir siyaset uygulanmasından rahatsız oldukları anlamına geliyor. Bu uygulama, Türkiye’de bir rejim değişikliğine gidildiğinin habercisi olarak alınabilir mi?
Bence bu konuda hâlâ “acaba?” diyecek hal kalmadı. Evet, hızlı ve kararlı adımlarla adı henüz konmamış, türü tam olarak tespit edilmemiş (çünkü benzeri yok, bilinmiyor) bir diktatörlüğe doğru giden bir önder, ona ayak uydurmak için çabalayan bir hükümet ve bir parti var. Yapılan son seçim kasımdaydı; yani çok yeni. Ve bu tehlikeli gidişin sorumlusu siyasi parti o seçimi bayağı yüksek bir oy oranıyla kazandı.
Bu adı konmamış ve cinsi tam belirlenmemiş diktatörlük biçiminin diktatörü olmak konusunda derin bir kararlılık gösteren kişi, kendisini oraya oturtacak yasal değişiklikleri yapmayı da başarırsa, nasıl bir yönetim modeli çizeceğini ilân ediyor. Bunu her gün yapıyor. Diplomatlara herhangi bir hukuka dayanmadan hakaretamiz tavırlarla bağırması da istediği rejimin nasıl bir şey olduğunu ortaya koyuyor.
Hızlı ve kararlı adımlarla bir diktatörlüğe doğru giden bir önder, ona ayak uydurmak için çabalayan bir hükümet ve bir parti var
Yandaşları bu son olayı da alkışlayacak ve Türkiye’nin nihayet -Tayyip Erdoğan sayesinde - “büyük devlet” falan demeden dünyaya böyle meydan okumasının ne kadar kıvanç verici olduğunu yazacaklardır-yazıyorlardır.
Oysa diplomatların öyle bir jest yapması Türkiye’nin dostu olmalarının ve Türkiye’nin demokrasi içinde kalmasını istemelerinin bir sonucu, göstergesi. Koskoca Türkiye’nin şu aşamada, George Bush’un deyimiyle bir “haydut devlet” (rogue-state) haline gelmesini kimse istemez elbette.
Ama yandaşlar, “Türkiye’nin ne olacağını düşünmek onlara mı kalmış?” diyordur. Bu yandaşların da işi zor. Şimdiye kadar her Allah’ın günü akıllarından geçirmedikleri yeni bir söylemin ya da davranışın savunmasını ve daha ötesi, övgüsünü yapmak zorunda kaldılar.
Dayanıklı oldukları anlaşılıyor. “Amerika’nın Fethullahçı savcısı, casuslara sahip çıkan Avrupa” gibi iddialarıyla bu garip arazide hiç yadırgamadan yola devam ediyorlar.