Bir süredir kendi söylediklerimizi durmadan tekrar ettiğimiz duygusuna kapılıyorum. “Niçin böyle?” diye düşündüğümde, öyle derin düşünmeye de gerek yok zaten, sorunların ve koşulların değişmediği sonucuna varıyorum. Sorunlar değişmeyince, söylenecekler de değişmeden tekrarlanıyor.
Ancak, genellikle demokrasi eksikliği üstünde yoğunlaşan bu sorunlar yumağına görece yeni eklenen bir “kutuplaşma” süreci dönemin rengini belirlemeye başladı. Bu, Tayyip Erdoğan iktidarının Türkiye’ye bir armağanı. İktidarının erken yıllarında pek öyle ön planda değildi; hatta “laikçi” denilen çevrelerin saldırganlığı karşısında daha savunmaya çekilmiş gibi görünüyordu. Ama Erdoğan yerini sağlama aldıkça dili değişti, suçlamaları çoğaldı ve bu yeni aşamaya girdik. Onun suçlamaları çoğalırken eleştiriye tahammülsüzlüğü de alabildiğine arttı.
Şimdi geldiğimiz noktada Cumhurbaşkanı’nın dilinde kutuplaştırma özel bir anlam ve bir işlev kazandı diyebiliriz. Tayyip Erdoğan bir süreden beri oy tabanının daralmaya başladığını gözlemliyor ve buna karşılık olmak üzere kutuplaştırmaya abanıyor. Onu, elden bırakma düşüncesine katlanamadığı iktidarını sürdürmenin en güvenilir aracı olarak görüyor. Bu dönemde olan her olayın birbiriyle uzlaşmayan iki ayrı hikâyesi var. Biri iktidarın anlattığı hikâye; öbürü muhalif güçlerin hikâyesi. İktidarın anlattığı hikâye “gerçekliğe uygun olmak” gibi bir gereklilikle kayıtlı değil. Şu kadar rezervimiz var, diyor Cumhurbaşkanı; “İyi ama onun şu kadarı borç” diyorlar. “Hayır, borç değil” demiyor Cumhurbaşkanı, ama o verdiği rakamın geçerli olduğu varsayımı üstünden konuşuyor. Bu her konuda böyle: Amerikalı gazeteci kadın binlerce “Cumhurbaşkanı’na hakaret” davasından söz edince “Siz de buna inanıyorsunuz, değil mi?” diyor. Ama “gerçekte” kaç dava olduğunu söylemiyor; “Doğru rakam şudur” demiyor.
Ve muhalifleri hakkında onun söyledikleri bildiğimiz “hakaret”!
Birtakım konularda farklı düşünme ve değerlendirmeye dayanan bir “kutuplaşma”dan söz etmiyorum. Bu gibi karşıtlıklar sağlık işaretidir. Bu düzeyde, herkesin aynı fikirde olması bir tehlike uyarısı yapar. Diyelim ki konu “modernleşme”. A’nın modernleşmeden yana, B’nin ise buna karşı olması sorun değil, işin normali. Ama A ve B görüşlerini topluma nasıl anlatacakları, hangi hukuk kuralları çerçevesinde fikir mücadelesi yapacakları konusunda bağlayıcı bir anlaşma içinde olmaları gerekir. Modern dünyada böyle anlaşma alanlarının sayısının çoğalması, bunu başaran toplumun gücünü gösterir. Bu tür anlaşma zeminlerinden yoksun bir toplum ise olgunlaşamamış bir toplumdur. Kendi karar veren değil, güdülen bir toplum olmaya alışmıştır. Diktatörler böyle toplumları çok seviyor olabilirler ama tarih bu sevgiyi paylaşmaz.
AKP iktidarı şaşırtıcı bir kariyer izledi. Kendi kendinin kontrastı oldu. “Hangi zamanda ne oldu?” diye baktığımızda değişimin Gezi direnişi ile başladığı, bunu Kürt sorunu ve “Barış Süreci”nin tersine dönüşünün izlediği gibi olaylara takılabiliriz. Ama ben asıl nedenselliğin Tayyip Erdoğan’ın kendini iktidarda görme derecesine bağlı olduğunu düşünüyorum. Partisinin ileri gelen bir kişisine “Artık sizinle düşünsel alışverişimizi keseceğiz” mesajını verdirmesi iktidarı daha sıkı sıkıya elinde tuttuğunu hissetmesinin sonucuydu. Anlık bir esinti değil, önceden düşünülmüş ve kararı verilmiş bir politikaydı.
Kürt sorunu birçokları gibi benim açımdan da Türkiye’nin en önemli sorunudur ve orada işlerin yürüme biçimi başka bir yığın alanda nasıl yürüyeceğini belirler. Tayyip Erdoğan bu konuda “Barışçı Çözüm” adımını attığında, bu yolda ilerlemeye kararlı olduğunu ilan ettiğinde kendi tabanından ya da genel olarak toplumdan gelen ciddi bir itirazla karşılaşmadı. Bu ülkede bu sorun karşısında böyle düşünmeyen kesimler vardır—vardı. Ama onların da çok kayda değer bir direnişleri görülmedi. Bu ortam, toplumun böyle bir gidişe beklenenden fazla hazır olduğunu gösteriyordu. Siyasi İslam’ı benimseyen kesimlerde, özellikle gençlik kesimlerinde burada yol almak için sorumluluk yüklenmeye istekli bayağı bir potansiyel vardı.
Ama belli ki bu yol Tayyip Erdoğan’ın gerçekten üzerinde yürümek istediği yol değildi. Bir kesime “Sizinle alışverişi kesiyorum” diyen Tayyip Erdoğan bu alanda da “masayı devirdi” (Devirmenin sorumluluğu da olmalı, hendek politikasını yürürlüğe koyanlar onun bu sorumluluğunu hafifletmek için ellerinden geleni yapmış olsalar da).
Yani, kısacası, Tayyip Erdoğan, modernleşmenin yüzyıllar önce yarattığı büyük bölünmeyi de, Cumhuriyet rejiminin kabusu Kürt sorununu da gündemden silmek üzere belirli kurallar içinde birlikte hareket etmeyi kabul eden iki ayrı kesimin bu girişimini—son anda—engelledi. Bu engelleme olmasa bugün bu ülkede çok farklı bir atmosferde bir şeyler yapıyor olabilirdik. Yüzyıllık bölünüklük sorununu aşmış ve normal bir toplum haline gelmiş bir Türkiye’nin demokrat ve inisiyatifli yurttaşları olabilirdik. Ama hayır. Böylesi, Tayyip Erdoğan’ın istediği türden bir toplum değil. Onun (Evet, zaman zaman çok yanlış uygulanan) “Batılılaşma” kararını verenlerden alacağı intikamlar var. Bunlar kutuplaşmayı gerektiriyor. Dolayısıyla bugün buradayız. Alışık olduğumuz topraklardayız.