O kritik iki saat içinde seyrettiğimiz manzaraları yeniden hatırlatmaya çalışmanın uzun boylu bir anlamı olduğunu düşünmüyorum, çünkü zaten herkesin hatırında. Seyreden ve değerlendirenlerden biri, "Virüs kime bulaşacağını şaşırdı" demişti. Sanırım en isabetli teşhis buydu. Herhalde seyircisi de çok oldu bu sahnelerin, çünkü zaten "yasağa" doğru herkesin yapacak iş yokluğunda TV karşısına kilitlenip oturduğu sırada "olay" başladı. Sonuçta "olay"ın mimarları bile manzaradan fena halde rahatsızlık duymuş olmalılar; sonraki verilen ve kabul edilmeyen istifa bunu gösteriyor.
Karar son anda falan değil, bir gün öncesinden verilmiş, resmi belgede de belli. "İki saat" kararı da aynı zamanda verilmiş olmalı. Hem ev hapsi kararı, hem de bunu yasağa iki saat kala bildirme kararı, herhalde aynı anda verilmiş. Recep Tayyip Erdoğan’ın varlığında herhangi bir bakanın bu kararları kendi kendine vermesi söz konusu olamaz. Nitekim, şu günlerde bu konuda konuşan herkes bu noktada aynı şeyi söylüyor: Süleyman Soylu, bu olayın Tayyip Erdoğan’a puan kaybettirmesine meydan vermemek üzere kendini ortaya attı. Bu, AKP politik dünyası içinde, Erdoğan’a ebedi sadakat teminatı veren Soylu’nun jestiydi.
Herhalde bir karşılığı da bekleniyordu. Onun için ben Soylu’nun bize "onurlu bir eylem" olarak istifayı yeniden hatırlattığı gibi yorumlara yakınlık duymuyorum. Nitekim "karşılık" istifanın kabul edilmemesi kılığında kısa süre sonra zuhur etti.
Temelde yatan sorun ne? Temelde yatan sorun, parasal yetersizlikten ötürü, tam bir karantina ortamının sağlanamaması. "Bilim Kurulu" diye bir kurul oluşturulmuş; doktorlardan. Bunlar kendi perspektiflerinden bakıyorlar, en sağlam yol olarak izolasyonu görüyorlar. Bunu öneriyorlar.
Ama Türkiye koşullarında bu "demesi kolay" bir prosedür. Türkiye’nin Amerika gibi "Şu kadar doları dağıtıyorum" deme imkanı yok. O zaman, "Tavşana kaç, tazıya tut" politikası. Yok altmış beşten yukarısı ile yirmiden aşağısı gibi dünyada pek benzeri olmayan formüller, yok "falan illere giriş yasak" tedbirleri. Bunların yarım yamalak olduğunun herkes farkında ama yapacak bir şey de yok. Çünkü duruma kurtarmaya yetecek bir ihtiyat akçası yok. Böyle bir ortamda bir "hafta sonu" yasağı işe yarar görünmüş olmalı.
İyi de, bu memlekette vatandaşa da güvenilmez. Üstelik sağa sola bakıyoruz, bizden daha deneyimli, soğukkanlı falan filan bellediğimiz toplumlarda olanlar da ibretlik. "Sokağa çıkmak yasak" dendiğinde ne yapar bu ahali? "Öyle bir numara bulalım ki bir şey yapamasın!" Bu mantıkla yola çıkıldı. Hesap tutmadı. "Bilim Kurulu" birbirine girdi; Sağlık Bakanı ofsaytta kaldı; kavga dövüş dahil, inanılmaz sahneler seyrettik. Virüsler ölçeğinde kim bilir neler oldu!
Tayyip Erdoğan, kendi çizdiği jeopolitik dünyada birden fazla cephede vuruşmak zorunda. Şu anlatmaya çalıştığım dünyada zaten yeterince güçlük var, ama Erdoğan’a yetmiyor. Örneğin, kaptırdığı belediyeler sorunu var. Onlara da iki tane çakmak gerekiyor. Böyle bir izolasyon eylemine giriyorsun ve belediyeleri haberdar etmiyorsun... O zaman başına gelen az bile. Bu dünyanın birçok ülkesinde çok-partili rejimler var ve çok-partili rejimlerde partilerin arasında gerginlik olması normaldir. Ama birtakım kentlerde, kent belediyesine haber verilmeden sokağa çıkma yasağı ilan edilmesi pek sık görülecek bir şey değildir. Tayyip Erdoğan bunu da yaptı.
Ama bununla yetinmedi. Bir de "yardım etme yasağı" var. Bu da Halk Partili Belediyelerin Halka yardımcı olacak işler yapmasının önünü kesmeyi amaçlayan bir yasak. Biliyoruz, gözümüzün önünde cereyan ediyor bütün bunlar. Bunu da hatırlatmama gerek yok. Ancak, bu yasaklama da, "Aşevi" uygulamasını durdurma aşamasına geldiğinde saatler "absürd"ü çalmış oldu. Hem şaşırtıcı, hem de beklenir olma paradoksu. Tek-adam rejiminde "Reis" bir şeyleri yasak ediyor. O zaman alttakiler üste yaranmak üzere varolan mevzuatta o yasaklanan şeyi benzerlerini aramaya girişiyorlar. Arıyorlar ki onu da yasaklasınlar. Böylece, otuz yıldır devam eden bir hayır işini durduruyorlar.
Bunlar kimilerinin gözüne "buluş" gibi görünüyor olabilir. Oysa değil. "buluş" falan değil, bir "tükeniş"in tezahürleri.
Erdoğan, şu kadar maaşını yatırarak, yardım kampanyası başlatıyor. Şimdiye kadar birçok kişi bu olay karşısında "Devlet almaz, verir" dedi. Ne demek yani? Şu söylediğim, tüketilmiş olmasa krizin atlatılmasına kanalize edilebilecek kaynak sorunu. Böyle bir ihtiyaç var, ama bunun için kaynak yok, çünkü başka yerde kullanılmış. Ama ihtiyaç da orta yerde duruyor.
O halde "yardım kampanyası" başlatacaksın, yardım edenler de gene yurttaşlar (tabii kurumlar, bankalar v.b.) devreye girecek. Bu türlü bir yöntem herhalde Tayyip Erdoğan’ın "zekat" gibi inançlarına da denk düşüyor. Zor durumda varını yurttaşla paylaşan bir devlet (bu, halk mücadeleleriyle demokratize edilmiş bir "devlet" olabilir ve o zaman devletin verdiği de bir sadaka değil, zaten yurttaşın hakkı olan şeydir) yerine "hayırsever zenginler" geçmiş oluyor.
Böyle olunca "sadaka"yı dağıtanın tekelleşmesi zorunlu görünüyor. "Allah razı olsun. 'Reis’imiz halimizi gördü, yardımımıza koştu"...
"İktidarda nasıl kalırım?" sorusundan başka bir konuya dikkatini yoğunlaştıramaz hale gelmiş bir iktidar var karşımızda. Bu da, bence, ancak bir "tükeniş" tablosu olabilir.