Fethullah Gülen adını -doğru hatırlıyorsam- doksanlarda işitmeye başladım. Bundan da önce, kendiliğinden, Sızıntı adında bir dergi gelmeye başlamıştı. Şöyle bir karıştırınca bunun bana söyleyeceği ya da benim ondan alacağım bir şey olmadığını görmüştüm. Sonradan bunun Fethullah Hoca... nesinin? "Örgütü" mü, "ekibi" mi, her neyse onlar tarafından yayımlandığını öğrenmiştim. Ama "Fethullah" adı gitgide daha sık söylenir oluyordu.
"Kimdir? Nedir?" diye sorunca bir yandan Gülen'in ağlayarak vaaz vermesi hikâyelerini anlattılar. Ezcümle, o kendini gösterilen bu teveccühe lâyık görmüyor, ancak teveccühün de arkası kesilmediği için ağlaya ağlaya vaazlarını veriyor...
Ama aynı zamanda "sızma" stratejisi hakkında da bir şeyler öğrendim. Kimlerden öğrendiğimi tamamen unutmuşum; kaç yıllık hikâyeler. Ama bu "kaç yıl önce"sinde de bunlar biliniyor ve söyleniyordu.
Bu söylenenlere göre Fethullah Gülen Türkiye'de bir "muhafazakâr"ın normal ideolojisine sahip biriydi. Bileşiminde en fazla ağır basan öge dindi, İslâm'dı; ama aynı zamanda milliyetçiydi. Ziya Gökalp'in "üçlü kimlik" şemasının çağdaş şekli: Müslümanım, Türküm, Batı'dan bilgi almaya da açığım.
Ama olayın yalnız "ideoloji" olmadığı, ciddi bir siyasî boyutunun olduğu da belliydi. "Sızma" hikâyesinin başka bir açıklaması olamazdı. Gülen, ülkede kendi inandığı İslâm'ı egemen kılmak için bu yöntemde karar kılmıştı. Hareketin "elitist" ("eğitim"i öne çıkaran) karakterinin zemini de buradaydı. Kadrolarının (çeşitli alanlarda) belirli bir "know-how"a hakim olmaları isteniyordu.
En şiddetli mücadele de hemen tahmin edileceği üzere Silâhlı Kuvvetler'de cerayan ediyordu. Kurum kendini böyle sızmalara karşı korumakta herkesten daha uyanık ve kararlı, aynı zamanda daha iyi donanımlıydı.
Yani, sonuç olarak "Fethullahçılar" üstü örtülü bir yöntemle "çalışmaya çalışıyorlardı." Ama bu genellik düzeyinden bakınca ne yaptıkları oldukça saydamdı. Basit mantık: "Sızma" işlemleri istenen kıvama gelince ne olacak? İktidar bu hareketin eline geçecek! İki kere iki, dört.
Yani, "Vay bunların ne biçim amaçları varmış!" filan demenin bir anlamı yok. Tayyip Erdoğan'ın ve çevresinin bunları görmemiş, anlamamış olmaları düşünülemez. Gülen hareketi, klasik "oksimoron" örneğiyle "bilinen sır"dı. Üstelik "Işık evi," "abiler" vb. O zaman da bilinen, konuşulan, anlatılan konulardı.
Zamanla hareket genişledi. Bu, her zaman, bir "heterojenleşme" getirir; yani, yeni insanlar katıldıkça hareket içinden çeşitlenir. Bu hareket de "sızma"nın yanısıra bir "entelektüel" açılım yapmaya yöneldi. Bu alanda "diyalog" gibi kelimeleri kendilerine parola edindiler. Ama "kadrolaşma" çabalarını hiçbir zaman durdurmadılar ve yavaşlatmadılar.
Bu da Türkiye'nin sosyo-politik yapısında çok anlaşılır bir şey ve aslında herkesin yaptığı bir şey. "Kurucu-baba" parti olarak CHP zaten cumhuriyet tarihinin başından beri, kendiliğinden, doğal olarak devletin içinde kadrolaşmıştı. Bunun şahikası da, tek-parti yıllarında, il başkanının aynı zamanda vali olmasıdır.
Ama Türkiye gibi "siyasî iktidar"ın var olan her kapıyı açan anahtar olduğu bir toplumda, her görüşten siyasî parti, kendi il başkanlarının vali olduğu bir "ütopya" hayal ederdi. "Devlet içinde kadrolaşmak..." Bu ülkenin siyasî aktörlerinin "ortak payda"sı; ve dolayısıyla, en ciddi "paylaşım savaşları"nın verildiği alandır. Fırsatını bulan herkesin ilk iş "devlet içinde kadrolaştığı" bir toplumdur Türkiye.
AKP Kemalist devletin evvel-ahir siyasî iktidardan mümkün olduğu kadar uzakta tuttuğu, "misafir odası"na almadığı bir kesimin siyasî partisi olarak, "kadrolaşma" dediğimiz şeyden pek nasiplenememişti. Onun için, 2002'de seçimi açık farkla kazanıp hükümet kurduğunda elinin altında nitelikli kadro yoktu. Bu çokça yazılıp tartışılmış ve üzerinde oldukça yaygın konsensus olan bir konu. AKP'nin bu anlamda hazırlıksızlığına karşılık, Gülenciler bu alanda epeyce mesafe almıştı. İki hareket birbirinin eksiğini tamamlıyor, kapatıyordu.
Bu "ideal" bir buluşma olabilirdi (ve bir süre öyle göründü). Zaman içinden öyle olmasını önleyen etken, iki hareketin de ötekini birtakım hedeflere ulaşmak için geçici olarak kullanıp günü gelince -istenen kıvama gelince- harcamak üzere plan yapmış olmalarıydı. Bunun açıkça anlaşılması savaşı başlattı. Dershanelere el koymak derken, ayakkabı kutuları falan derken bugünlere geldik.
Gelirken, "iktidar" konumunda oturan AKP'nin bu imkânlarından yararlanarak "Hizmet" hareketine daha fazla zarar vermesi kolaydı; nitekim böyle oldu. Ama hiçbir şey, bu hareketin "darbe" yöntemine başvurmasını mazur gösteremez.
AKP'ye ve Tayyip Erdoğan'a karşı oldukça heterojen bir muhalefet var. Ama AKP stratejisi açısından bunun böyle algılanmamasında yarar var: Çok kişiyi küstürmüş, kızdırmış olmak iyi bir "siyasî reklam" stoku değil. Hele Erdoğan'ın bütün bir toplumun tapındığı bir "önder" imajı vermeye ihtiyaç duyduğu bir dönemde. Dolayısıyla şimdi yöntem, olmuş her türlü "kötülüğün" "Paralel Yapı"ya yüklenmesini gerektiriyor. Örneğin girişimde ciddiye alınması gereken "görev"ler üstlenmiş birileri, "Fethullahçı değilim" deyip duruyorlar, ama koro sesini daha da yükselterek "Fethullah!" diye bağırıyor.
Ama herkesi bastırarak Erdoğan "Ey Amerika! Onu bana geri ver!" diye bağırıyor. Neden?
Şu anda ülkede Fethullah Gülen'den nefret âyinleri yapılıyor vb. Burada mahkemeye çıkarılırsa, bu nefret artacak mı? Gülen herhalde kendini temize çıkaracak, görece "ortada" insanların zihninde -şimdi olmayan- şüpheler yaratacak sözler söyleme yeteneğine sahiptir.
Amerika "İddialar değil, kanıtlar" diyor. Bu, ciddi bir söz. Al Capone davasını hatırlatacağım. Gülen'i Al Capone'a benzetmek için değil, hukukî sürecin özelliğine dikkat çekmek için. Al Capone'un bir gangster çetesinin başı ve birçok kanlı olayın doğrudan sorumlusu olduğundan kimsenin şüphesi var mıydı? Yoktu, ama elde somut kanıt da yoktu.
Bunu herkes böyle bildiğine göre, adalet mekanizması birkaç kuralı çiğneyerek Capone'u tutuklasa vb, dünya linç tarihinin bayağı seçkin örneklerini vermiş olan ABD'de insanlar çok mu muzdarip olurdu? Olmazdı. Çünkü orada da, "idam isteriz" diye bağıran Türklerle aynı anlayışta kalabalıklar hep olagelmiştir.
Ama Amerika'yı temsil etmek durumunda olanlar başka türlü sınavlardan geçmişlerdir. Burada da öyle oldu. Capone gangster çetesinin başkanı olduğu için değil, vergi kaçırdığı için tutuklandı.
Türkiye, "Her şey ortada, uzatmayın, verin," diyor. Bu mantık Amerika'nın geçerli hukuk anlayışına aykırı. Kaldı ki Amerika'nın Gülen'e bakışında, bugün de, onun "dinlerarası diyalog" girişimlerinin, Papa'yla görüşmesinin vb. bir ağırlığı var. Bunlar da, çeşitli uluslararası gelişmelerle birçok bakımdan bağlantılı.
Ben, kendi hesabıma, o girişimden Gülen'in habersiz olabileceğini düşünmüyorum. Ama bu sadece bir kanı, eldeki olgulardan varılmış bir tahmin. Herhangi bir kanıta dayanmıyor. Kanıt bulmanın kolay olacağını da sanmıyorum. Böyle kanıtlar olsa, bunlar Türkiye'de de yayımlanırdı.
Bu durumda Gülen'in "iade" edilmesini bir kampanya haline getirmenin anlamı ve amacı ne olabilir?
Şu ana kadarki verilere dayanarak benim yaptığım yorum, gitgide bozulan Türkiye-ABD ilişkileri karşısında Tayyip Erdoğan'ın sorumluluğu ABD'ye yüklemek istemesi. Bu tabii Amerika'da değil, Türkiye'de kamuoyunu böyle düşünmeye kanalize etmek için düşünülmüş bir çare olmalı. Böyle bir niyet varsa (ki aslında umarım yoktur), bu, Erdoğan'ın Batı dünyasıyla ipleri iyiden iyiye koparmak istediğinin işareti olmalı. Stephen Kinzer'ın bir alternatif olarak Türkiye'nin NATO'dan çıkarılmasını ciddi ciddi konuştuğu, yazdığı bir ortamda "her şey mümkün" demek bir abartma olmaz.
Gene de bunun düşünülmüş ve kararı verilmiş bir "AKP politikası" olduğunu sanmıyorum.