06 Eylül 2017

Çoğulculuk ve çoğunlukçuluk

Değil. Tayyip Erdoğan’ın çoğunlukçuluğu, en azından erken cumhuriyet kadrolarının tekçiliği kadar, “çoğulculuğa” düşman

​"Demokrasi" kavramının tanımlanması hep güç bir iş olmuştur. Düşünün ki kelime Yunanca'dan gelir ve "yurttaşlar"ın köle sahibi olduğu kentlerin düzenini anlatmak için kullanılmıştır. Fransız Devrimi'ni izleyen yıllarda kavram yeniden sık sık telaffuz edilmiştir - mülkiyet sahibi olmayanlara oy hakkı ​tanınmayan "parlamanter" düzenlerde.

Yani açıklamaya çalıştığı alan sürekli genişlediği için kendi içeriği de genişleyen bir kavram.

Bugün “demokrasi”yi tanımlamaya kalktığımızda, onu “demokrasi” yapan öğelerden biri olarak “çoğulculuk”tan söz etmek zorundayız. Demokrasi olan her yerde çoğulculuk var mı ya da çoğulculuk olduğu her yerde insanlara mutluluk veriyor mu? Bunlar, amprik yanı ağır basan birçok araştırma ile cevabı bulunacak sorular. Ama varolan bulanıklıklara rağmen, çoğulculuk demokrasinin “ideal”lerinden biri. Çoğulculuğu reddeden bir demokrasi olamaz.

Bu noktaya varmamız, kısmen “asimilasyon” dediğimiz uygulamanın hem imkânsız, hem de çok kötü bir şey olduğunun anlaşılması sonucu gerçekleşti. Dünyanın bazı yerlerinde en aşırı milliyetçiler de bunu anladılar, ama başka yerlerde başkaları buna devam ediyor. Asimilasyonun tersi “dışlama” da, gene aynı bölgelerde, ülkelerde, marjinalleştirildi. Ama, bakın, Trump gibi biri başkan seçilimce Ku Klux Klan hemen başını kaldırabiliyor.

Türkçe’de iki yeni kelimemiz var: “Çoğulculuk” ve “Çoğunlukçuluk”. İkisinin de “çok” kelimesinden türetilmiş olmasına bakarak bunların üç aşağı beş yukarı benzer bir şeyi anlattıklarını düşünebilirsiniz. Ama, hayır, hem de bayağı farklı şeyleri anlatırlar.

Cumhuriyet’in erken dönemlerinde bunların ikisi de Türkiye için yabancı, bilinmedik şeylerdi. Kurulan rejimin felsefesi, biraz zorunlu bir biçimde, “çoğunlukçu” bir mantığı reddediyordu. Çünkü o sırada toplumu meydana  getiren çoğunluğun ciddi bir eğitime ve değişime ihtiyacı olduğu düşünülüyodu. Örneğin Şevket Süreyya ile arkadaşları çıkardıkları derginin adını Kadro koymayı uygun bulmuştu. “Toplum”, “Kitle” v.b. değil, “kadro”. Oldukça az sayıda seçkinin, “kadro”nun bu çoğunluğu eğitmesi sözkonusuydu. Resmi konuşmada böyle kelimeler çok sık kullanılmasa da, çoğunluğun “adam edilmesi” gerektiği bilinir ve aynen böyle kabul edilirdi.

Türkiye Cumhuriyeti’nde çoğunluk kavramı çok partili rejime geçtikten sonra daha çok kullanılır oldu. 1950’de başlayan dönemin 1960’ta darbeyle kesilmesi de “çoğunlukçuluğun reddi” olarak yorumlanabilir. 1961 Anayasası, “bilinçli seçkinler”i “biliçnsiz çoğunluk” ve onun hilekâr siyasi temsilcilerinden korumayı odaklayan bir hukukun metnidir.

“Çoğulculuk” hiçbir zaman sözkonusu olmadı. Erken cumhuriyet seçkinlerinin başlıca amacı “birlik”ti. “Birlik”ten şaşmak, sapmak, ihanetti.

Bugün Tayyip Erdoğan iktidarı bu sistemin, bu ideolojinin, bu tarihin reddi üzerinde temelleniyor. Öyle ise, erken cumhuriyetin tekçi (monist) üslûbuna da karşı olması beklenir. Değil mi? Değil. Tayyip Erdoğan’ın çoğunlukçuluğu, en azından erken cumhuriyet kadrolarının tekçiliği kadar, “çoğulculuğa” düşmandır.

Eski seçkinler Fransız Jakobenleri’ni taklit ediyorlardı. Her şeyin doğrusunu bildiklerine inanıyorlardı. Bunları bilmeyen halka doğru yolu gösterecek, öğretecekti. Erdoğan “cihad”ı merkeze koymu bir dinin bir mümini olarak geliyor. Her şeyin doğrusunun bu dinin ve onun kitabının içinde mündemiç olduğuna inanıyor. Yani burada da neyin doğru olduğunu tartışmanın bir gereği yok. Doğrunun ne olduğu belli. Kitapta yazılı. Kitapta neyin yazılı olduğunu herkes bilmeyebilir, herkes zaten bilmez. Ama işi bunu bilmek olan uzmanlar vardır. Bizim kültürümüzde bunlara “ulema” denir. “Ulema” söyler, anlatır, açıklar. Son kararı da “ümera” verir. Bilindiği gibi “ümera”nın başında bugün Tayyip Erdoğan var.

Tayyip Erdoğan bir siyasi önder olarak, zaten “çoğunluğun” kendisini yönetmesi için seçtiği kişi. Onu seviyorlar, ona güveniyorlar. O da zaten onları seviyor ve onları anlıyor. Böylece, o bir karar verdiğinde zaten çoğunluğun duygu ve taleplerine tercüman oluyor. Bu, kendiliğinden böyle işleyen bir mekanizma. Bunun için Tayyip Erdoğan’ın ümmetine başvurması, onların reyini alması gerekmiyor. Tabii zaman zaman daha çetrefil sorunlar çıkıyor, hiç çıkmıyor değil. Çıkınca, elde modern dünyanın imkânları da var; “icma” falan gerekmeden, “referandum” yapıyoruz. Biraz itip kakmak gerekse de referandumun önder onaylamasını sağlıyoruz.

Peki ama önderle toplumun bütünü arasında böyle şaşmaz bir “tetabuk” gerçekten var mı? Referandumda “hayır” diyen yüzde kırk dokuz kim?

Onlar bu toplumun üyesi değil. Onlar o kozmpolit, gayrımilli tarihin kalıntıları, monşerler; ya da şimdi dış dünyanın, özellikle de zengin Batı’nın şaşaasına kapılmış züppeler; ya da yalnızca kapılmış olmayıp Batı’nın hizmetine girenler; içimizdeki ecnebiler, “İrlandalılar”; aslında bunlar “vatan hainleri”; Türkiye düşmanı ajanlar bunlar.

 

Erdoğan bu dili yerleştirmek üzerine çalışıyor. Bu anlayışta, “merhum” çoğunluk, “meş’um” çoğulluku yaratmalı, yok etmelidir. Çoğulluk, rabia selâmında mündemiçtir.

Yazarın Diğer Yazıları

İsrail: Sonu nereye varacak?

Savaşa varmadan durulmasıyla daha iyi bir dünyaya adım atmış olur muyuz?

Değişim beklenir mi?

Birinci gelen parti AKP'nin ikinci parti olma sürecini izleyeceğiz, gözlemleyeceğiz. Kim ne diyecek, nasıl tavır alacak?

Sevinçle, ama sükunetle

Bu toplum elbette farklı düşünceler, inançlar, idealler üretecek. Ama bu "farklılık" nedeniyle boğazlaşmak değil tartışmak kültürü geliştirmek gerektiğini bilecek. Son seçimde alınan sonuç bu anlayış ortamının oluşmasında da olumlu rol oynayabilir ve bu potansiyel boşa harcanmamalı