Kod adı FETÖ olan Gülencilik üstüne tartışmalar, daha doğrusu kavgalar, iyice absürd bir hale geldi. Böyle olması Türkiye’de alışık olmadığımız bir şey değil. Sorunları gerçek adıyla anmak bizim özellikle siyasi kültürümüzün bir ögesi değil. Bu çerçevede Tayyip Erdoğan’a "Siyasi ayak sensin" demek, yani CHP’nin benimsediği strateji, bana akıl kârı görünmüyor. Yani bir "terminoloji sorunu" var. "Onlarla işbirliği yapan sensin" demek tamam, olan işin adı bu. Ama bunun yerine "Sen osun" demek sözü kaydırıyor, böylece söylenen şeyin inandırıcılığını da azaltıyor. Tabii bu suçlama karşısında Tayyip Erdoğan’ın her zamanki üslubuyla, "Ben değilim, siyasi ayak sensin" demesi, olayın absürdite düzeyini birkaç derece yükseltiyor. Takımı da "noktayı koydu" edebiyatıyla olayın bundan böyle bu absürd mecrada seyredeceğinin garantisini veriyor.
Fethullah Gülen bence kendine göre "akılcı" bir çizgisi ve programı olan bir kişi. Oldukça başarılı olduğu da söylenebilir. Gel gelelim, kendi kararlaştırdığı strateji çerçevesinde çok önemli bir noktada olması gerektiği gibi başarılı değil. Seçtiği stratejinin temelde bir "devlete sızma" stratejisi olduğu düşünülürse, böyle bir siyasetin de gizli kalması beklenirdi. Oysa bayağı erken bir aşamadan beri Gülen’in böyle bir çizgi tutturduğu biliniyor.
"Oksimoron" derler, bir söz sanatı vardır. Söylenen sözün terimlerinin birbiriyle çelişmesini anlatmak için kullanılır. Tanımının yanında (retorik kitaplarında) verilen klasik örnek "açık sır"dır. Gülenci tayfanın durumu da buna uygundu. "Devlete sızma" sırrını bilmeyen yoktu.
Sızılacak kurumlar en başta haberdardı; ama "Asla sızdırmam" diyen kurumlar olduğu gibi "Canım, biraz sızsalar ne olur?" diyenleri de vardı. Tabii Silahlı Kuvvetler’in tavrı birinciye en yakın olandı. Ve zaten (Silahlı Kuvvetler’in Türkiye siyasi hayatında tuttuğu yer gereği) Gülen hareketinin en fazla "sızmak" istediği kurum da orasıydı.
Gülen’in siyasi yöntemi sızmak, bir başka deyişle "içeriden fethetmek"; orada "feth"ullah böyle çalışıyor. Buraya gelmeden önce de hareketin kendi yapısı ve "adam devşirme" yöntemi önemli: yoksul, dolayısıyla destek ihtiyacı duyan gençlere yanaşıyor, onların daha yetenekli gördüğü bireylerine bekledikleri desteği verirken bir yandan da kendine bağlıyor, bunun yöntemlerini de geliştirmiş. Bütün bunlar da "açık sır" kapsamının içinde. Yıllardan beri "ışık evlerinin", "abilerin", "ablaların" farkındayız.
Bu, Gülen’in "seçkinciliği". Gülen bu konuda sözgelişi Said Halim Paşa tarzına yakın bir İslamcı çizgi istiyor: Müslüman, imanı sağlam, ama İslam’ın zayıf kaldığı noktalarda bunu giderecek entelektüel kapasite sahibi kadrolar yetiştirmek istiyor. Bu işlerin tam gaz ilerlediği yıllarda bu ideale yaklaştığı durumlar da oldu.
Gelelim gene Silahlı Kuvvetler konusuna: Gülen hareketinin hedefleri "sır" olmaktan çıktı ama karşına çıkan adamın suratına bakıp "Bu adam Gülenci" demenin imkanı yok. Ciddi "tahkikat" gerek; aradan birileri sahiden sızabiliyor. Sızıyor da ordu alesta, içeride de durumu izlemeyi sürdürüyor, Gülenci olanları ve olabilecekleri tesbit ediyor, tesbit ettiklerini de ordudan ihraç ediyor. 2002’de AKP seçimi kazanıp hükümeti kurunca bu iş özel bir renk edindi. Komutanlar her Ağustos toplantısına bir "ihracı gerekenler" listesiyle geliyor, ama önceki sivil politikacılardan farklı olarak bu yeni adamlar "istediğinizi ihraç edin" demiyor, ihraç kararlarına "muhalefet şerhi" koyuyorlar. AKP dediğini yaptıracak gücü iyiden iyiye ele geçirinceye kadar böyle bir çekişme devam etti. Bu noktadan sonra da "ihraç" politikası durdu; anlaşılan o ki, "Gülenci" olmak, olmamak, orduya kabul edilmekte ölçüt olmaktan çıktı.
Evet, Temmuz girişimini hep birlikte gözlemledik. Bunu izleyen günlerde, olaydan muzaffer çıkan iktidarın giriştiği geniş temizlik harekatı karşısında doğrusu şaşırdım. Darbe girişiminde Gülen tayfasının öbürlerine "Siz önden gidin, biz sizi destekliyoruz" dediği anlaşılıyordu (ama bu, iktidarın da dönen işlerden kısmen haberdar olmasına engel değildi). Fakat bu kadar kabarık sayıda Gülenci ve bu kadar yüksek rütbelerde Gülenci şaşırtıyordu insanı. Çok sayıda general! "Yüksek rütbe" zaman ister. Bunlar bu kadar kısa bir zamanda nasıl böyle hızla terfi ettiler?
Tutuklamaların, sorgulamaların, ilişik kesmelerin genişliği, yaygınlığı da, neme lazım, bu insanların zaten tanındığını, bilindiğini gösterir gibiydi.
Gülen hareketinin bir "tehlike" olduğu, iktidarı ele geçirmeye yönelik bir "tehlike" olduğu Silahlı Kuvvetler akidesinde tartışma gerektirmeyen bir olguydu. Buna rağmen, bu hareketin kendi düşmanlarında da "takdir" duyguları yaratan davranışları vardı. Genellikle "medeni" adamlardı; yurt dışında açtıkları okullar "pozitif" iş görüyordu v.b. "Tehlike" faslının Milli Güvenlik Kurulu toplantılarında konuşulduğu anlaşılıyor. Ancak, kiminle konuşuluyor? AKP bakanlarıyla ve AKP’li Başbakan’la. Bu adamlar "iktidar" olduklarına göre onlar daha da "tehlikeli" olmalı. Yani Gülen hareketinin varlığı iktidarı sıkıştırmakta bir başka araç olabilir.
AKP, malum, Nakşibendi tabanlı "Milli Görüş" çizgisinden gelir; Gülen’se Nurcu kitleden çıkmış bir koldur. Bunlar geçmişte bir araya gelmemişti, Nurcular kural olarak AP’ye oy vermişti. Tarihte ilk kez, aralarında bir ittifak kuruluyordu. İlk kez böyle bir şey olmasında Kemalist Ulusalcı kesimin AKP, yani son kertede "İslamcı" bir hükümet karşısında (Şubat patırtılarından sonra ve ona rağmen) gösterdiği uzlaşmaz tavır da rol oynamış olabilir. 28 Şubat "post-modern" darbesi bu iki İslamcı kümelenmede "Birlikte davranmalıyız" tepkisini tetiklemiş olabilir. Gelgelelim, "ittifak yapalım" demek, "teslim olalım" demek değil; bu derinlikte politika yapanlar her durumda "mukayyet olma" gereğini de bilirler. Olayların seyrini dışarıdan izleyen bizler, Tayyip Erdoğan’ın, "Van minüt" itişmesi ve Gezi direnişini izleyen "provokasyona getirilme korkusu" içinde "Bu komplolara Gülen tayfası da girer mi?" endişesiyle bakmaya başladığını tahmin edebiliriz. Böyle bir korku geldiyse bu büsbütün yersiz değildi elbette ("Paranoyak"ın şüphelenmekte haklı olduğunu söyleyen fıkra var ya): nitekim adamlar kapı gibi teyplerle ortaya çıktılar. Koşulların gerekli gösterdiği "koalisyon" bitti; altta yatan düşmanlık, yeni "beslenme" kaynaklarından semirmiş bir halde, ortalığa döküldü. O zamandan beri Gülencilik hep gündemde, ama şimdi bu "siyasi ayak" patırtısıyla iyice belirleyici.
"Ne istediler de vermedim" ya da "Bitsin bu hasret" edebiyatıyla ve daha saymakla bitmez -her düzeyde- ilişki ve alışverişle gözümüzün önünde cereyan eden bu ittifakta Gülenci hareket hakkında yazdığım her şeyi başta Erdoğan, her AKP’li biliyordu. "Açık sır" diyorum zaten -bilmeyen yoktu ki.
Erdoğan ittifak devam ettiği sürece onlardan alacağını aldı. Alacaklarının başında, bilgi düzeyinde daha iyi yetişmiş Gülenci kadrolardan gelen, deneyimle de pekişmiş idari "know how" gelir. O zamana kadarki "sızma politikası" sayesinde erişip tutundukları mevkileri AKP’nin da işine gelecek biçimde kullanmaları gelir. Bu aldıklarına karşı ne verdiği sorusu da "Ne istediler de vermedik" sözünde cevabını buluyor.
Bu böyle; ama bu Erdoğan’ı ve AKP’yi "Gülen siyasetinin organik uzantısı" anlamına gelen "siyasi ayak" demek değil. "Ayak" değil "müttefik"; biraz da "müttefik malgré lui", fırtınada aynı filikaya sığınmış iki rakip misali. İlişkinin bu tanımı savunulabilir ve kanıtlanabilir bir kanal açıyor. Erdoğan açısından "daha hafif" bir sorumluluk anlamına da gelmiyor.
Erdoğan’ın Kılıçdaroğlu’na "siyasi ayak sensin" demesinin ise üzerinde tartışılacak bir yanı zaten yok. Düşman yaratmak, düşmanı yaratmak için onu demonize etmek gibi uğraşlarda Tayyip Erdoğan ölçü tanımaz. Örneğin "FETÖ’cü silahlı örgüt" klişesi... Özetlediğim bu "sızma" stratejisi "silahlı" nitelemesini ille de dışlamaz ama iktidar mücadelesinin bir "silahlı mücadele" olarak kavranmadığını gösterir: "içeriden fethetme" diyorum ya. Bu arada bilmem nere mal müdürlüğüne "sızmış" bir adamın "silahlı çete mensubu falanca" olarak tutuklanmasının da yeterince absürd bir yanı var.
Absürd şeyler, Erdoğan’ın düşman bellediklerinin başına geldikleri sürece, AKP’yi rahatsız etmiyor.