08 Kasım 2016

Bir analiz girişimi

AKP'ye o verenler, her geçen gün dozu yükselen şiddeti onaylıyor mu?

Yazıya gene Gramsci'den başlayayım: Hani Gramsci'nin ünlü "manevra savaşı/siper savaşı" metaforundan. Birinci Dünya Savaşı ve 1917 Devrimi ertesinde Gramsci, kendini hapiste bulmuştu ve oradan yeni biçimlenmekte olan dünyayı analiz etmeye çalışıyordu. 1917 Devrimi şüphesiz bütün komünistleri sevindirmişti. Ama Gramsci kendi ülkesi İtalya'da ve Batı Avrupa'da 1917'nin bir tekrarı olabileceğine ihtimal vermiyordu. Rusya gibi, sivil toplumun uzun boylu geçmişi olmayan, despotik bir ülkede Napolêon çağının "manevra savaşı" türünde bir siyasî mücadele tarzı geçerliydi. Savaşan taraflar toplayabildikleri bütün gücü toplar ve bir meydan savaşında olacağı gibi, çarpışırlardı. Güçlü olan kazanırdı. Bolşevikler 1917'de bu şekilde kazanmıştı.

Oysa sivil toplum gelenekleri olan Batı Avrupa toplumlarında siyaset Birinci Dünya Savaşı'nın insanlığa armağan ettiği "siper savaşı" şeklinde yürümek durumundaydı. Öyle tek tek çarpışma, çatışmalarla sonuç alınamazdı burada. Zaten "çatışma" ile de sonuç alınmazdı çünkü "savaş meydanı" ideolojiydi. Savaşın yöntemi inandırmak, ikna etmekti. Siperlerin el değiştirmesi gibi, ileri gitmenin yanısıra gerilemek de vardı bu mücadele tarzında.

Gramsci'nin bu ayrımını anlamlı bulan Althusser bunu şöyle geliştirdi: "A" tipi toplum, "B" tipi toplum yerine modern devletin yaslandığı, üzerinde temellendiği yapılara baktı: 1) "Devletin baskı aygıtları" ile "Devletin ideoloji aygıtları" ayrımını yaptı: Her devlet için geçerliydi bu: Birincisinde "asker-polis-yargı-cezaevi" vb. kurumları sayıyordu; ikincide başta "eğitim," ideoloji üreten, "basın-medya" hattâ "aile"yi sayıyordu. Gramsci'nin "manevra savaşı"na uygun gördüğü yapılanma türüne sahip toplumlarda birinci türden aygıtlar, "siper savaşı"na uygun gördüklerinde "ideoloji üreten aygıtlar" baskın rol onuyordu.

Şimdi Gramsci'yi, Althusser'i yerlerinde bırakıp şu son dönemde Türkiye'de ne olduğuna bakalım. İlginç bir dönüşümden geçtiğimizi sanıyorum.

Uzun süreden beri Türkiye'nin "siper savaşı" metaforuna daha çok yaklaşmış bir toplum olduğunu düşünür ve savunurum. Tam değil şüphesiz; Türkiye ne bir Fransa, ne bir İsveç. Ama Uganda ya da Birmanya ya da Paraguay'dan çok onlara yakın. Hindistan, Meksika, Arjantin gibi toplumlarla aynı kulvarda diyebiliriz.

AKP böyle bir toplumda seçim kazandı, iktidar oldu. Bu iktidarın görece erken yıllarında sanki "Gramsci"ci bir yöntem uygulandığını yazmıştım: Bir öneri getiriyor, ortam kolluyor; o sıralarda AKP ne derse desin itiraz edecek bir kesim var ve bu üslubu egemen muhalefet biçimi haline getirmiş durumdalar. İtiraz sesleri yükselince AKP duralıyor, ısrar etmiyor, ama tepkilerin gücünü ve yaygınlığını ölçüyor. Başka bir alanda başka bir öneriye geçiyor; ama öncekini unutmuş değil. "Punduna getirme" yeniden ortaya çıkıyor. Bu sonraki ortaya çıkarmalarda sanki tepkiler de hafifliyor. Toplumu alıştırıyor AKP. Bir yandan tabanını genişletmeye, güçlenmeye bakıyor.

Türkiye'de AKP gibi bir partinin gücü ve etkililiğinde İslâm'ın önemli bir rolü var. Tam anlamıyla "İslâmcı" bir parti olduğunu ya da oy verenlerin yalnızca İslâmi gerekçelerle oy verdiğini söylemiyorum. Ama önemli bir payı var çünkü bu toplumda başka yaygın bir ideoloji, yani bir anlamlandırma sistemi yok. Başka bir "normatif sistem" de yok, çünkü seküler bir etik geliştirememişiz. AKP bu ideolojik yapılanmayı olduğu gibi alıp kabul ediyor, onun içinden konuşuyor. Onun için de bu toplumda en yaygın konuşulan dilde konuşuyor, en bilinen ve kabul gören referanslarla konuşuyor.

Yani, denebilir ki, Gramsci'nin "siper savaşı toplumu" dediği yapılanmayı bir hayli ilerletmiş bir toplumda Althusser'in "ideoloji üreten aygıtları"nda ağırlığı daha fazla olduğu için iktidarı da gittikçe daha sıkı kavrıyor.

"İlginç bir dönüşüm" dediğim şey burada karşımıza çıkıyor. Tayyip Erdoğan'ın siyaseti bu Gramsci'ci yöntemle başladı ve güçlendi: Ama güçlendikten sonra Gramsci'nin "manevra savaşı" tipolojisine giren toplumların yöntemlerini kullanmaya başladı. Düşünün, Gezi’den beri bu toplumun hayatında polisin tuttuğu yer ne kadar fazlalaştı! Polisten başka askeri de siyasî iktidarın askeri haline getirmek üzere bir şeyler yapılıyor. Hızla bir yapı değişikliğine gidiliyor.

Ama bunların yanında, belki bunlara paralel biçimde, Erdoğan resmen devletten maaş almayan bir de milis gücü kurma çabasında. Bu milis gücünün üyesi olmaya aday birilerinin yaptığı şeyler hakkında söylenmiş hiçbir sözü yok: Can Dündar'a silâh atan, şortlu kadına tekme atan, döner bıçağıyla ortalığa atılan ve daha niceleri. İktidarın belki biraz "haşarı," ama iyi niyetli çocukları. Böyle bir "vigilante" ordusu hazırlanıyor.

Yani "ideoloji" kuvvetiyle iktidarını pekiştiren AKP şimdi "devletin baskı aygıtları"nın çabalarıyla iktidarını sürdürüyor. Onu tutukla, bunu tutukla, onu sustur, bunu sustur! Göz çıkartan tarafgirlikler, partizanlıklar! Bunlar tabii protestoları davet ediyor. Protesto olunca da tamamen "orantısız" bir polis şiddetiyle bastırılıyor. "Kozumuzu burada paylaşalım" daveti gibi bir şey. O düzeyde kalınca da sonuç belli.

Düşünecek, söyleyecek çok şey var da, bunların arasında, AKP'nin bir zamanlar neredeyse tamamen egemen olduğu ideoloji alanında kaybetmeye başlamış olabileceğinin de ipuçları var mı?

Şimdiye kadar AKP'ye o verenler, her geçen gün dozu yükselen şiddeti onaylıyor mu? Dış dünyadan gelen eleştiri onların da bir kulağından girince, aynı hızla öbüründen çıkıyor mu?

Yazarın Diğer Yazıları

Futboldan al haberi

Futbolun oyuncusu da değil de özellikle seyircisinin davranışlarının bize toplumda yerleşmeye başlayan bir şeyleri haber verdiğini akılda tutmamızda yarar var

Kıran kırana

Erdoğan'ın kendine yakıştırdığı siyaset yapma üslubunda hedef, karşı tarafı yenmek ya da sadece yenmek değil, yok etmek

İki cepheli mücadele

Sınıf kavgasının kimlik sorunlarıyla iç içe geçtiği bir mücadele bu; onun için, muhalefeti ilerletirken, bunların ikisini birden gözetmek durumundayız