Alışveriş yaptıktan sonra Lefkoşa’dan Girne’ye eski yoldan dönmeye karar vermiştik.
Gece olmuştu ve trafik vardı. Dura kalka ilerliyorduk. Bir duruşumuz uçurtma satan bir dükkânın önüne denk geldi. Vitrinde değişik renkte, şekillerde ve büyüklükte, kimi kartal kimi ejderha yüzlü uçurtmalar vardı.
“Bir uçurtma alalım mı?” dedi arkadaşım.
“Alalım,” dedim.
“Senin bahçede uçururuz,” dedi.
“Benim bahçede olmaz,” dedim. “Ağaçlara takılır. Deniz kenarında veya bir tarlada uçurtmalıyız.”
“Alalım, alalım, alalım ” dedi, arkadaşım. “Ne zaman?”
*
Özgün bisikletine atlar, bir yerlerde uçurganını bulur, parçalanmış bile olsa geri getirirdi
Yeni Cami’deki evimizin arkasında büyük bir bostan vardı. Yaz aylarında orada uçurgan uçururduk. Biz uçurtmaya “uçurgan,” derdik.
Uçurganı, Özgün yapardı. Özgün, mahallenin en haylaz çocuğuydu. Bütün dersleri kötüydü, ama bütün oyunlarda en iyi oydu. Sokakta bir oyun başlatmaya hazırlandı mı, “Beni de al, beni de al,” diye bağırarak çevresini sarardık.
Kızlarla oğlanlar ayrıydı o zamanlar. Onlar sokağın daha tenha bir yerinde, erkek çocuklara sıkıcı gelen beş taş, tek ayak gibi oyunlar oynarlardı.
Çok az araba olan o yıllarda sokaklar evlerin uzantısı gibiydi: Bir tür asfalt bahçe veya oturma odası.
Özgün, iskeleti kamıştan, gövdesi ve kuyruğu gazete kâğıdından uçurganlar yapardı. Gazete kâğıdını, kamışlara, badem ağaçlarından topladığı sakızları ateşte eriterek yaptığı tutkalla tuttururdu. Hazır olunca, uçurtmayı kalkan gibi tutarak sokağa çıkar, bostanda havalandırırdı.
Yaz aylarında, öğleden sonraları, başka mahallelerde, başka çocukların uçurttuğu uçurganlar da salınırdı gökyüzünde, ama diğerlerininki Özgün’ünki kadar yükseğe çıkamazdı.
Onunki o kadar yükseklere tırmanırdı ki göze ufak görünmeye başlardı. Uçurgan bu yükseklikte süzülmeye başlar, sicimin yere yakın bölümü esrarengiz bir biçimde gerilimini kaybederek gevşerdi. Sanki koyuverilse kaçmayacak, sanki yüzüyor, sanki orada durması için sicime ihtiyaç yok, yerle bağlantısı kalmadı, sadece gökyüzüne ait.
Bazen uçurganın kuyruğu kopar, döne döne hızla yere düşmeye başlardı. Veya sicim kopardı. Gözlerimiz onda, bağrışarak nereye ineceğini tahmin etmeye çalışırdık.
“Karababa’ya düşüyor!”
“Hayır, Tanti’nin Hamamı’na düşecek!”
Özgün bisikletine atlar, bir yerlerde uçurganını bulur, parçalanmış bile olsa geri getirirdi.
Adada çatışmalar başlayınca, fakir Türk ailelerinden birçok genç, İngilizlerin başkaldıran Rumlara karşı kurduğu Yardımcı Polis Gücü’ne yazıldı. İngilizlerin Auxillary dediği bu polislere biz, Oxsidari derdik.
Özgün on sekizden küçüktü. Mahkemede yemin edip yaşını yükseltti ve Oxsidari oldu. Cebi para görünce, sokakta oynamayı bıraktı, büyük adam gibi davranmaya başladı. Orospuya gidiyor, şiş kebabıyla birlikte bira veya konyak ısmarlıyordu. Ehliyeti yoktu ama, babasının motosikletini çalıp Girne’ye eğlenmeye gidiyordu.
Bu âlem uzun sürmedi. Bir gün Girne’ye giderken kaza yaptı.
O zamanlar Lefkoşa’dan Girne’ye giden yol dardı. Yolu İngilizler yapmışlar, iki yanına da servi ağaçları dikmişlerdi. Zaman zaman sarhoş veya dikkatsiz bir sürücü yoldan çıkıp bir serviye çarpar, devrilirdi. Ertesi gün gazetelerin birinde bir köşe yazarı muhakkak “Kesin bu katil ağaçları!” diye yazardı.
“Motosiklet dört takla atmış, ölüsünü de tarlanın ta diğer ucunda bulmuşlar,” diye konuştu mahalleli.
*
Özgün on sekizden küçüktü, mahkemede yemin edip yaşını yükseltti ve Oxsidari oldu
Girne’ye dört şeritli bir yol yapılınca, servili yol dağın eteklerinden başlayarak yeni yolun altında kayboldu. Ovadaki bölümü öylece kaldı. Bu yolu kısa bir zaman önce biraz genişletip asfaltladılar.
Eski tenha günleri, ufuk çizgisine kadar uzanan yeşil çiçekli ovaları hatırlamak istediğimizde, bu yola gireriz ve süratimiz düşer.
“Ben balonla da oynamak istiyorum,” dedi arkadaşım.
Girne’ye süratle gitmek isteyenlerden ayrılmış servili yola girmiştik.
“Balon da alalım.”
“Alalım,” dedim. “İstediğin kadar.”