Ozanköy
Güneşte mısır inciri topluyorum.
Gonca keçiboynuzu ağacının gölgesinden beni izliyor.
Komşum. Saçları kınalı.
Yüzünde alaycı bir tebessüm var.
Soruyor: “Bu saatte toplanır mı yahu?”
Saat on bir civarında olmalı.
“Toplanmaz mı?” diyorum ben.
“Toplanmaz tabii.”
“Ne zaman toplanır.”
“Sabah erkenden toplayacaksın. Serinde. Şimdi içleri fırın gibidir. Yumuşak. Kesersen dağılır.”
“Buzdolabına koyarım.”
“Hıh!”
Burnundan hava vererek çıkartıyor bu sesi. Başını çevirip orada olmayan birine niyetimi naklediyor. “Buzdolabına koyacakmış!”
Bir elimde bıçak, bir elimde kova var. Mısır incirinin dikenlerinden korunmak için ellerime deri bahçe eldiveni giydim. Kesmek için en iri, en olgun olanlarını seçiyorum. Renkleri gün batımından. Turuncu ile kırmızı arası.
Başımı çevirince kimse yok. Ağustos sıcağının kavurduğu bahçe boş.
Az sonra Gonca’yı yanı başımda hissediyorum.
“Ben olgunlarını sevmem,” diyor.
“Sana olgun olmayanları veririm.”
“Amaaan. Bende var. Seninkileri ne yapayım.”
“Neden benimkileri istemiyorsun?”
“Seninkiler çok çekirdekli.”
“Nereden biliyorsun çok çekirdekli olduklarını.”
“Sen yokken kestim.”
“Ne demek çok çekirdekli?” Mısır incirinin Kıbrısçasını kullanarak soruyorum. “Çekirdeksiz babutsa mı olur?”
“Sulamıyorsun. Sulamayınca böyle oluyor. Çekirdekli.”
Gonca, aptal şehirli yerine koyarak beni sinirlendirmekten hoşlanıyor. Tuzağına düşüyorum.
Soruyorum: “Babutsa kaktüs. Kaktüs su mu ister?”
“Su istemeyen bitki mi var yahu! Bu sıcakta. Tabii ister. Sulayacaksın.”
“Üff. Peki. Sen kendi sulanmış babutsalarını ye. Ben kendi çekirdekli babutsalarımı.”
“Niye kızıyorsun yahu?” diyor belirli belirsiz bir tebessümle. Beni kızdırmayı başardı. Bir kahkaha atıyor. Ağzında bazı dişler yok. Yaptırdı ama sevmediği için takmıyor.
“Kızmıyorum.”
“Amma kızmıyorsun ha!”
Kovayı dolduruyorum. Birlikte eve yürüyoruz. Kovayı mutfağın basamaklarına bırakıyorum. O durmuyor. Yanımdan geçip yavaş adımlarla bahçe kapısına yürüyor. Yavaş yavaş kapıyı açıyor. Sessiz, dışarı çıkıyor. Sağa dönüyor, evine doğru yürümeye başlıyor.
Tek başına yaşayan orta boylu, altmışlarında bir kadındı Gonca. Geçen yaz öldü. Evde tek başına iken yere düştü. Öylece kaldı. Ablası üçüncü gün onu bulduğunda hala sağ ama komadaydı. Acele ambulans çağırdı. Hastaneye götürdüler ama kurtaramadılar. O gece öldü. Türkiye’deydim. Ölümünden haberim olmadı.
Neredeyse bir sene oluyor.
Köyde ahbabım olan tek insandı. Sık sık görüşmezdik ama orada olduğunu bilirdim. Çok canım sıkıldığında, birisine iki laf etmek istediğimde, kapısını çalardım. “Bana kahve yapacak mısın?”
Öldüğüne alışamıyorum. Kızıp neden kızdığını açıklamadan gitmiş bir dost gibi arkasında çözümlenmemiş bir şey bıraktı.
Hep orada olacak, benim şehirliliğimle dalga geçecek, bana soyulmuş babutsa, gömeç, kabak çiçeği dolması getirecek, inanılmaz derecede darmadağın evinde az şekerli kahve yapmaya devam edecek sanıyordum.
Arabayla kapısının önünden geçerken bahçesini, balkonunu görüyorum. Balkonda bir başkasının koyduğu koltuklar var. Bahçe boş. Sulanmıyor.
“Neredesin be Gonca,” diyorum yüksek sesle. “Niye gittin? ”