Yeni Liman
Gün batımında, küçük limanın biraz açığında düzinelerce martı suyun üstüne oturmuş, takaların balıktan dönmesini bekliyor.
Dönüş saatini denizcilerin eşlerinden bile daha iyi biliyorlar ve bekleyişleri onlardan daha sabırsızca.
Midilli’nin puslu görüntüsünün belirlediği ufukta, güneşin batarken yaz semasında bıraktığı o eşsiz renk var, belki dünyanın en güzel rengi.
Üç taka sırayla burnu dönüyor, biri lacivert, biri kırmızı, biri siyah.
Martılarda bir kıpırdanma oluyor.
Misafirleri kapıda karşılamak için davranan ev sahipleri gibi, kalkıyorlar ve teknelerin kıç tarafına uçuyorlar.
Orada birileri onlar için denize bir şeyler atıyor. Uzun kanatları açık, çığlıklar atarak pay kapmaya çalışıyorlar.
Masalar yemek için hazırlanıyor.
Aşağıda, sahilde, denize taş atan altı-yedi yaşlarında bir oğlan var.
Dalgaların tükendiği yerde, yarı karada yarı suda duruyor, eğilip bir taş alıyor ve suya, Homeros’un “patikasız deniz” dediği yere fırlatıyor.
Israrla, art arda taş atıyor ama bu işte acemi, kolları da çöp gibi. Taş kendi kafasına veya yanında duran, ondan da küçük iki çocuktan birinin başına gelecek diye korkuyorum.
Dalgalar azgın. Çocuklar yüzme biliyorlar mı? Ya ayakları kayar da hemen derinleşen suya düşerlerse?
Onlardan da ileride, kızlı erkekli, pahalı mayolu bir grup çocuk daha var. Çığlıklar atarak dalgaların üzerine yürüyorlar ve köpükler yaklaştıkça bağırarak, gülerek geri kaçıyorlar, biraz durup arkadan gelen dalganın üstüne yürüyorlar. Dakikalarca gidip geliyor bu çocuk mekiği.
Ne kadar keyifliler, diye düşünüyorum, çocukluğun o hem geniş hem dar dünyasında.
Çakılların üstünde bikinili bir kız, telefonunu kaldırıp gülümsüyor ve kendi fotoğrafını çekiyor. Saçına değişik şekiller vererek, başını bir bu yana bir o yana eğerek, bazen ciddi bazen “ne kadar harika vakit geçiriyorum, görüyor musunuz” gülümsemesiyle, kendi resmini almaya devam ediyor. Fotoğrafçının da fotoğrafı çekilenin de aynı kişi olduğu bir photoshoot’ta gibi.
Acayip yürümeli, sakallı, mayolu bir genç çıkageliyor. Onun da elinde telefonu var. Kızın omzuna atıyor kolunu. Birlikte ve ayrı ayrı fotoğraf çekiyorlar uzun uzun.
Gülünç geliyorlar bana ama belki de onları gülünç bulduğum için gülünç olan benim. Gülünç ve çağ dışı. Telefonla fotoğrafımı çekmiyorum, o hâlde yokum.
Garson önüme rakı, buz, beyaz peynir, kavun getiriyor.
Masada, beyaz tişörtünde meme uçlarının izi, bir kadın var.
Tişörtünün önünde, kırmızı harflerle “Aşk Ölümlüdür, Seks Bitmez” arkasında “Seks Ölümlüdür, Aşk Bitmez” yazıyor.
“Tatil lafları bunlar Espasito” diyorum. “Her şey biter. Boşuna para verdin bu tişörte.”
“Felsefe yapma, aşk yap, ateist” diyor.
Ona bir dubleden biraz fazla, kendime bir tekten biraz az, rakı koyuyorum.
Karşımdaki masada telefonlarına bakan, ara sıra gördükleri şeyleri birbirine gösteren genç bir çift var. Hiç konuşmuyorlar.
Benim için çok geç olan bir varoluş biçimi mi bu?
“Şerefe Espasito” diyorum, terleyen bardağı dudağıma götürürken. “Fotoğraf çekenlerin bol olsun ve sevdiklerin seni Whatsapp mesajlarına boğsun.”
“Salud, ateist” diyor.
Gece olunca Yeni Liman’ın ışıkları yanıyor. Karanlıkta tek tük tekne geçiyor o yöne doğru, daha uzağa gitmiş balıkçılar.
Ne onun adı Espasito ne de ben ateistim, ama ne fark eder?