Ozanköy
İlkbahar gürültüyle, sonbahar sessiz gelir.
Günler kısalır.
Tohumlar gerinir. Ağaçlar esner. Kuşlar göçer.
Omzumda havlu, başımda şapka, patikadan deniz kenarına inerken güneşin her gün bir öncekinden daha az yakıcı olduğunu hissediyorum.
Yaz sıcağı gitmek üzere toparlanmaya başladı.
Sonbahar geliyor.
Kumlar soğudu. Su serinledi.
Karpuz yeşili denize giriyorum ve başka bir insan oluyorum.
Cildimin bittiği yerde başlayan su rüzgar gibi, ne başı belli ne sonu.
Ayaklarım suya değer değmez başlıyor değişiklik. Sırt üstü kendimi suya atıyorum.
Kâh kusursuz mavi gökyüzüne, kâh dağlara bakarak, gözlerim kâh kapalı, kâh açık, kulaç atıyorum.
Dünyanın dertleri omuzlarımdan akıp gidiyor. Vücudumla beraber beynim de yıkanıyor. Gevşiyorum. Aklıma karada gelmeyen şeyler geliyor.
İçeri açılıyorum. Altımdaki su derinleşiyor ve serinleşiyor.
Kulaç atarken bir ara başımı kaldırınca bir turna sürüsünün mükemmel bir V halinde batıya doğru uçmakta olduğunu görüyorum.
Durup gözden kayboluncaya kadar izliyorum onları. Uzun bir çizgi oluyorlar, belirginliklerini yitiriyorlar. Başımı bir an çevirip aynı yere bakınca göremiyorum onları. Başkaları geliyor mu diye bakıyorum ama gök boş.
Bulutlara takılıyor gözlerim. Çeşit çeşit, şekil şekil. “Biz burada iyiyiz,” diye fısıldıyorlar. “Bize katılsana?”
“Geliyorum,” diyorum hiç düşünmeden.
Buharlaşıyorum, gökyüzüne yükseliyorum. “Hoş geldin, hoş geldin, hoş geldin, hoş geldin, hoş geldin, hoş geldin, hoş geldin, hoş geldin, hoş geldin, hoş geldin, hoş geldin,” diye bağırıyor buluttaki su zerrecikleri.
Gülümsüyorum. “Hoş bulduk, hoş bulduk, hoş bulduk.”
Ben bulut oluyorum, bulut ben oluyor.
Her şeyi alçaktan uçan tek pervaneli bir uçaktan izliyormuş gibi görüyorum. Altımızda kuşlar, onların altında da kara ve deniz.
İnsanların sesleri, duaları; ne çan ne ezan buraya ulaşıyor.
Orada hem dünyaya aitiz, hem değiliz.
Bir süre kurumak için çalıların üzerine serilen çamaşır gibi dağın tepesine uzanıyoruz.
Bir esinti bizi oradan kaldırıyor, yola çıkıyoruz. Koyu renkli bir bulutla birleşiyoruz. Elektrikleniyoruz. Gürlemeye başlıyoruz. Şimşek çakıyoruz. Yıldırım düşürüyoruz.
Pamuk toplar gibi, iki hidrojen bir oksijen toplayarak damla oluyorum ve “hoooooooooop,” diye bağırarak yere düşmeye başlıyorum.
Yanımdan başka damlalar geçiyor. Bana el sallıyorlar. “Gene buluşacağız, gene buluşacağız, gene buluşacağız, gene buluşacağız.”
“Evet, evet, evet, evet, evet, evet, evet,” diye bağırıyorum, gittikçe daha süratle düşerek.
Pat diye denize vuruyorum.
Su içinde su oluyorum.
Bütün içinde tek, tek içinde bütün.
*
Denizde bir çocuk gülüyor.
Bir, en çok bir buçuk yaşında olmalı.
Suda batmaması için kollarında kolluklar var.
Ama annesi, bikinili, kısa saçlı genç bir kadın, gene de, ne olur ne olmaz onu elinden tutuyor. Bazen oyun olsun diye onu biraz uzağa itince çocuğun gülmesi artıyor. Uzanıp tekrar yakınına çekiyor.
Çocuk –saçları kısa olduğu için oğlan olduğunu sanıyorum – ayakları suya değer değmez gülmeye başladı.
Çoktan beri bu kadar içten, çan gibi çalan, uzun uzun bir gülme duymadım.
Denizden zaman zaman çığlığa dönüşen kahkahalarla ifade edilebilecek bir zevk alıyor, gülüyor, gülüyor, gülüyor. Ellerini ayaklarını çırpıyor, kendi etrafında dönüyor, gülüyor.
Hem denizin ona verdiği zevkten dolayı gülüyordu hem de çok sevildiği için. Bir değil, iki denizin içinde.
Ancak çocuklar böyle güler. Gülüşleri upuzun ve engebesiz.
Çok küçük olduğu için büyüdüğünde bu mutlu anları hatırlamayacak. Ama bu mutluluk kaybolmayacak. İçinde bir yerlerde duracak ve sevinçlerinin, mutluklarının kaynaklarından biri olacak.
Denizin içinde kaynayan tatlı su kaynakları vardır. Görmezsiniz ama rast geldiğinizde cildinizde daha değişik bir temas olarak hissedersiniz. Onun gibi.