Şişman vücudunu, o vücudun çok daha az şişman olduğu günlerde yaptırdığı elbiselerin içine sıkıştırmış İrlandalı bir arkadaşımla birlikte Dublin yakınlarında oturan bir arkadaşını ziyarete gidiyoruz.
Guinness servetinin mirasçılarındanmış, harika bir evde oturuyormuş, çok konuksevermiş, çok ilginçmiş.
“Davetli miyiz?” diye soruyorum.
“Davete gerek yok,” diye cevap veriyor. “Gareth beni çok sever.”
“Seni seviyor da beni tanımıyor,” diyorum.
“Seni getirdiğime çok memnun olacaktır,” diyor.
"Servet, insanın kendine güvenmesine ve istediği her şeyi yapmasına olanak sağlar"
“Gareth” özel bir göle sahip dev bir arazide, küçük bir sarayda oturuyor. İnişli bir yoldan evin yanına varıyoruz. Etrafta kimsecikler yok, leziz bir sessizlik var. Kapıyı uşak açıyor.
Gareth, misafirleriyle şöminesi çıtırdayan salonda. Ancak çok zengin olan ve çok pahalı terzilere elbise diktirebilen erkeklerin giyebileceği sarılıkta, yelekli takım elbise giyiyor. El yapımı ayakkabıları – bunu daha sonra öğrenecektim – fil derisinden.
Erkekli kadınlı altı-yedi kişi. Hintliye benziyorlar. Kaşları hafifçe kalkık bize bakıyorlar.
Bir çay partisini yarıda kestik.
“Gareth” kalkıyor ve misafirlerine bizi tanıştırmadan salonun dışına yöneltiyor. Sokak kapısına doğru yürütüyor ve kapıyı açıyor.
“Başka zaman beklerim,” diyor, habersiz geldiği için özür kekelemeye başlayan arkadaşıma. Onun şıklığının yanında, kumaşı parlamış elbiselerinden taşan arkadaşım, sınıfta kalmış bir hayatı resmediyor sanki.
“İsterseniz biraz dolaşın.”
Göle doğru yürüyoruz.
“Ne aksilik,” diyor arkadaşım.
“Aldırma,” diyorum.
Bir sürü ve bir daha görmeyeceğim insanla nazik konuşma haline girmenin ağırlığından kurtulduğum için rahatladım aslında.
Göl dupduru. Kumsalında ayak izi yok. Bu kadar güzel bir yer görmedim. Güzelliği doğallığından, sadeliğinden ve sessizliğinden geliyor.
Gölün kıyısında iki mezar var. Mezar olduğunu yerdeki mermer dikdörtgenlerden anlıyorum. Üzerlerinde isim, doğum ve ölüm tarihleri var. İngiltere’nin çılgın 1960’larında, ikisi de yirmisine varmadan ölmüş iki erkek.
“Overdose,” diyor arkadaşım bir mezarı işaret edip.
Uyuşturucuyu fazla kaçırmaktan ölüm.
Dublin’e geri dönüyoruz. Herhalde 25 yıl kadar önce olan bu karşılaşma, geçenlerde Times Gazetesi’nde Gareth’in resmini görünceye kadar aklıma gelmiyor.
Gazete, Gareth Browne’un 10 Mart’ta 78 yaşında dünyaya veda ettiğini yazıyor.
Benzerine masallarda rastlanan bir servete sahip olmaktan başka, Browne bir asilzade imiş.
18. Yüzyıl’dan kalan, adı Luggala olan göl kenarı malikânesi, ona annesinden mirasmış.
O kadar çok parası varmış ki okumaya gerek görmemiş. On dört yaşında, dünyanın en pahalı yatılı okulu olan Institut Le Rosey’i terk etmiş. Cenevre Gölü’nün kıyısındaki okul, milyarder çocuklarının “milyarder olmayı öğrendikleri yer,” olarak biliniyor.
Okulu bırakınca, annesi, dünyayı dolaşması için Browne’ın, bu günkü para ile eline 210 bin sterlin vermiş.
Servet, insanın “kendine güvenmesine ve istediği her şeyi yapmasına olanak sağlar,” diye anlatacaktı Browne sonraları.
Bu olanakları zevkusefa için harcayacaktı. Mega zenginlere, pop yıldızlarına, sanatçılara verdiği partilerle ün kazandı. 1960’ların en muhteşem partilerini verdiği anlatılır.
Davetlileri arasında Mick Jagger, Marianne Faithfull, Brendan Behan, John Boorman, Bono, Michael Jackson ve John Hurt, Brian Jones, Anita Pallenberg ve Paul McCartney gibi ünlüler vardı.
Browne, geçen yıl Luggala’yı 24.8 milyon sterline satılığa çıkardı. 1981’de, Morvi Mihracesi’nin kızı olan ve vaktinin çoğunu Hindistan’da geçiren ikinci eşi Prenses Pura ile evlenmişti. Onunla daha fazla vakit geçirmek istiyordu. Belki de evine baskın yaptığımızda gördüğüm kadınlardan biri oydu.
Çiftin çocukları olmamıştı. Dünyaya bir çocuk getirmenin “korkunç” bir şey olduğunu düşünüyordu Browne.
“Devam etmek için birçok nedenim var ama bu, hayatın esasta bir cehennem olduğu gerçeğini değiştirmez”
Gördüğüm mezarlarda biri, kardeşi Tara’ya aitti. Tara, 22 yaşına basmadan birkaç ay önce bir gece Londra’da araba kazasında ölmüştü. Kaza olduğunda Lotus’uyla yüz mil hız yapıyormuş.
Browne, cesedi uçakla İrlanda’ya getirdi ve evinin bahçesine gömdü.
“Tara’nın yokluğunu hiçbir şey telafi edemedi,” diyecekti.
*
Hayatı, bütün hayatlar gibi, dışarıdan göründüğü gibi değildi.
Bütün ayrıcalıklarına rağmen yaşamının “bir düş kırıklığı” olduğunu söyleyecekti.
“Çok şanslıydım,” diyecekti. “Birçok ilginç insanla tanıştım ve onlarla birlikte geçirdiğim her saniyenin tadını çıkardım. Ama başında ‘bu yolculuğa çıkar mısın’ diye sorulsa ‘hayır’ demekten büyük keyif alacaktım.
“Devam etmek için birçok nedenim var ama bu, hayatın esasta bir cehennem olduğu gerçeğini değiştirmez.”