Hayat bilardo masası gibidir.
Topa vurursun, o top başka bir topa vurur, çuhanın üstünde senin vermiş olduğun yeni bir şekil meydana gelir. Sonra topa bir başkası vurur, aynı toplar savrulup sana yeni üçgenler sunar.
Ben ne kolay karar verenlerdenim ne de istekayı elinden bırakmayanlardan.
Karar verme gereksinimi, bir düzlükte önünde beliren bir tepe gibidir. İnsan o tepenin ya yanından geçip ya üstüne tırmanıp yoluna devam edecek. Ya da yamaçta elleri başının altında yatıp gökyüzünü seyredecek.
Kaderimize, kısmen, verdiğimiz ve vermediğimiz kararlar şekil verir.
Benim hayatımda vermediğim veya verip de korkunç şeylere neden olan kararlar ağır basar. Çoğu zaman, yapsam mı yapmasam mı, gitsem mi kalsam mı, diye düşünürken fırsat kaçar, karar verme gereği ortadan kalkar. Ya da birisi benim için karar verir.
Ama her zaman değil. Bazen pıt diye karar veriveririm.
O gün, mesela, öyle oldu.
Evimden yürüyerek öğle yemeği için Piknik’e gitmiştim. Lokanta kalabalıktı. Bütün masalar, girişte, şarküteri ürünleri satılan bölümdeki taburelere kadar, doluydu. Hava birbirine karışınca anlaşılmaz bir uğultu hâline gelen insan konuşmalarıyla doluydu.
Düş kırıklığına uğradım çünkü evden Piknik’e gitmek için çıkmış ve bulvardan aşağı yürürken ne yiyeceğime bile karar vermiştim.
Yer bakındığımı gören bir garson beni iki adamın bulunduğu dört kişilik küçük bir masaya götürdü ve oturanlara "müsaadenizle" diyerek oturttu. Önüme bir menü koydu.
Adamlar "ne iyi ettin de geldin" demeyen bakışlarla bana baktılar ve konuşmalarına devam ettiler. Yemeklerini bitirmek üzereydiler. Aksanlarından birinin İngiliz, diğeri iyi İngilizce konuşan bir Türk olduğunu anladım. İngiliz’in tabağının yanında sönük bir pipo vardı.
"Söylemeyi unuttum," dedi o, hesabı ödeyip ayağa kalkınca, piposuna tütün doldurmaya başlayarak. "Sefaretin enformasyon bölümüne İngilizcesi çok iyi olan bir tercüman arıyoruz, part time. Sadece sabahları çalışacak. Bildiğin biri varsa yolla."
Üniversiteyi bitireli birkaç hafta olmuştu. Açlıkla tokluk arasında, Kavaklıdere’de küçük bir bodrum katında kalıyordum.
Eve döner dönmez büyükelçiliği aradım ve randevu aldım. Enformasyon bölümü sefarette değil, postanenin üst katındaydı. Ertesi sabah erkenden oraya gittim ve resepsiyondaki kıza tercümanlık başvurusu yapmaya geldiğimi söyledim. Bana doldurmam için bir form verdi.
Beş on dakika sonra bir odaya alındım ve çevirmem için bir gazete haberi ve bir de köşe yazısı verildi.
Çeviriyi çarçabuk bitirip teslim ettim.
O zamanlar yaşadığım Ankara’da en sevdiğim zaman ilkbaharın başlangıcı ile yazın sonu arasındaki zamandı. O aylarda bozkırın ortasına atılmış bir çanak gibi duran kenti kuşatan kömür dumanı dağılır, Kızılay ile Çankaya arasındaki caddenin sağında ve solundaki büyükelçiliklerin bahçelerindeki ağaçlar yeşerir, güller canlanır, kavak tohumları havada uçuşurdu.
İşte o günlerden birinde çabuk karar vermiş, işi almıştım.