Ozanköy
Ben kapıdan çıkmaya hazırlanırken bir kelebek içeri giriyor.
Kedi, basamakta paspas gibi yatıyor. Birkaç gündür önüne koyduğum kuru mamayı yemeyerek beni ıslak mama vermem için zorlamaya çalışıyor.
İşte. Beni görünce “ıslak” miyavlaması yapıp ayağa kalktı ve sırtını kamburlaştırarak mama tabağının önüne geçti.
“Peki”, diyorum isteksizce merhamete gelerek ama daha çok onu başımdan savmak için.
“Vereceğim, vermemem gerektiği hâlde, daha bir saat önce doyurdum seni, ama hadi şımartayım bu bayram günü herkes tatilde, ortalık tenha ve sessiz iken.”
“Peki,” diyorum isteksizce merhamete gelerek ama daha çok onu başımdan savmak için
Mamayı tabağına boşaltıyorum.
Ve “bir gün sen kedi olmanın nasıl bir şey olduğunu bana anlat, ben de sana insan olmanın diyorum,” ama mamanın içine girdi, duymuyordur bile.
“Dokuz hayatın olduğu gerçekten doğru mu? Yoksa bir hayat bile çok mu geliyor?”
Çıkıyorum bahçeye. Bilgisayarda çalmakta olan Tarantella del Gargano* arkamdan geliyor.
Sıcak ama gelen değil, giden bir sıcak.
Gezegen, döne döne yorgun yüzünü sonbahara çevirdi gene.
Geçen gün denizden çıkarken suyun hemen üstünde uçan bir dizi göçmen balıkçıl gördüm.
Gece ilk defa üşüyerek uyandım.
*
İkinci defa duş alacağım bahçede, arkamdan akan teri yıkamak için.
Dalda asılı havlu kurudu bile.
Aylardır yağmur yememiş toprağın kokusunu alıyorum, soğuk sular üstümden akarken.
Sen ise E., annenin evine taşındın.
Yastıklar, terlikler, pijamalar içinde uzun oturuyorsun, başında kep, beline kadar gelen parlak siyah saçların dökülmüş, güzel yüzün solgun, gözlerin hüzünlü.
Yaz başında, havalar serinleyince buluşmaya ve bir yerlere gitmeye karar vermiştik.
Bir önceki yolculuğumuz çok keyifli geçmişti. Antakya’dan Malatya ve Elazığ’ı geçerek Harput’a gitmiş, ama kalmamıştık. Mutsuz ruhların sessiz çığlıkları dolaşıyordu orada, burada uyuyan kötü rüyalar görür diyerek.
Eğrice’de, Hazar Gölü’nün kıyısındaki tenha bir otelde yatmıştık.
Tunceli’de çay içmiş, sokaklarda dolaşmış, ama orada da kalmamış, dik, ağaçlıklı dağlar arasında akan Munzur Nehri’nin yatağını izleyen yoldan Ovacık’a doğru yola koyulmuştuk.
Harput’ta serin ağaçların altında çay içerken tanıştığımız bir adam önermişti oraya gitmemizi. Yol boştu, ne bir köy vardı, ne bir çoban. Sık sık durmuştun yol kenarındaki çiçeklere bakmamız için.
Kırmızı şakayıkları hatırlıyor musun? Akarsuyun yanında bir düzlük bırakıp yoldan uzaklaştığı bir yerde, ağaçların altındaydı. Üzerinde on bir çiçek saymıştık.
Beni biliyorsun. Teslimiyetçiyim. Sen ise mücadelecisin
Kendini akıntıya bırakmıştın. Boş gezenin boş kalfası olmak istiyorum, demiştin. Nerede istersen orada takılıyordun. Kitap da okumuyordun artık. Telefonun sürekli sessizdeydi. Arayanlardan istediğine cevap veriyordun.
Beni biliyorsun. Teslimiyetçiyim. Sen ise mücadelecisin. Çabuk iyileş. Gene Ovacık’a gidelim. Munzur’da yüzelim. Dağdaki göle yürüyelim. Kırmızı Benekli Alabalık yiyelim. Yol kenarındaki arıcıdan bal alalım.
* https://www.youtube.com/watch?v=I05MIoZRCYY