Ankara’da genç bir gazeteci iken İngiliz Büyükelçiliği’nde bir akşam yemeğine davet edildim.
Yemek, Türkiye’yi ziyaret eden İngiliz Merkez Bankası Başkanı için veriliyordu.
Masaya geçilmeden önceki kokteyl faslında Elçi beni Merkez Başkanı’nın yanına oturtacağını söyledi.
Kendimi böyle bir yakınlık için hafif sıklet bulduğumdan kaygılandım.
Konu, siyaset veya ekonomiden açılırsa – ki muhakkak açılacaktı – bilgim İngiltere Merkez Bankası Başkanı’nın yüksek olduğu muhakkak olan standartlarını tatmin edecek düzeyde bulunacak mıydı?
Başkan, beni şaşırtarak (ve rahatlatarak) bu konulara hiç girmedi. Neden hatırlamıyorum, bir ara klasik müzikten konuşmaya başladık. Ben Mozart’a (1756-1791) âşık olduğum söyledim. O Beethoven’i (1770-1827) sevdiğini söyledi ve onun Kuartetleri hakkındaki düşüncemi sordu.
Şimdi hatırlamaktan utanç duyduğum (ve benim için bile aşırı ukalaca olan) bir cevap verdim:
“Beethoven’i biraz gürültülü ve gösterişçi buluyorum” dedim.
O, son Kuartetlerini dinleyip dinlemediğimi sordu.
Denediğimi ama anlamadığımı söyledim.
“Şimdi gençsiniz,” dedi Başkan, gülümseyerek, “Yaşlandığınızda Beethoven’in son Kuartetlerinin ne kadar muhteşem olduğunu anlarsınız.”
Bu konuşmayı biraz önce Milan Kundera’nın Var Olmanın Dayanılmaz Hafifliği adlı kitabını okurken hatırladım. Çıktığında edebi bir sansasyon yaratan bu kitabı ilk okuduğumda pek sevmemiştim.
Acaba yıllar sonra düşüncem değişecek miydi?
Romanın kahramanı olan Tomas, eşi Tereza’nın teşvikiyle Rus işgali altında bulunan Prag’dan Zürih’e gider ve orada çalışmaya başlar. Ama Tereza orada mutlu olmaz. Arkasında bir mektup bırakır ve Prag’a geri döner. Tomas, Zürih’te kalmak ve eşinin yanına gitmek arasında mütereddittir. Tereza, Prag’da tek başına yaşarken Zürih’te kalmak ona dayanılmaz gelir.
Ama bu duygu ne kadar sürecektir? Bir yıl? Bir ay? Yoksa sadece bir hafta mı?
Bunu bilmesi mümkün değildir çünkü hayat bir laboratuvar değildir, deneme yanılma yöntemi ile yaşanamaz. İnsanın bir tek hayatı vardır ve hislerinin peşinden koşup koşmamayı deneye tâbi tutup ondan sonra karar verme şansına sahip değildir.
Tomas ona Zürih’te iş veren doktora gider ve Prag’a dönmek zorunda olduğunu söyler. “Es muss sein! Es muss sein!” der, ona. Öyle olmalı! Öyle olmalı!
Bu sözler – Es muss sein! – Beethoven’in son Kuartet’inin son bölümünün üzerine kurulu olduğu motiflerden biridir. Tomas bunu anımsar ve Beethoven’in Sonat ve Kuartetleri ile onu Tereza’nın tanıştırdığını.
Bu bölümün geçtiği sayfaları okuduktan sonra kendi kendime bu müziği dinlemenin artık zamanının geldiğini düşündüm.
Beethoven’in hayatının sonunda yazdığı altı Kuartet, çağın müzik anlayışının çok önünde idi. Çalgıcılar bile notaları çözemediler. Bir müzisyenin yorumu “Orada bir şey olduğunu biliyoruz ama ne olduğunu anlamıyoruz” oldu. Zaman içinde düşünceler değişti. Bugün bu yapıtlar, bütün çağların en harika besteleri arasında anılıyor.
Kendime “Daha ne kadar yaşlanmayı bekleyeceksin?” diye sorarak disklerimi sakladığım yere yöneldim.