Sevgili Ayşe, uzun zamandır e-mail değiş tokuş etmedik.
İyi misin, merak etmeye başladım.
Beni sual edecek olursan, her zamanki gibiyim: Ne iyi ne kötü, ne mutlu ne mutsuz, ne ümitli ne ümitsiz. Düzlükte bir tavşan gibi.
Hayatım bildiğin gibi geçiyor. Plansız, randevusuz, az çok başkasız.
Yazıyorum, okuyorum, film izliyorum, alışveriş yapıyorum (lezzetli, organik, eski tatlara sahip şeyler satın almak için uzak yerlere giderek), yemek pişiriyorum, tembel olmadığım zamanlarda bahçede çalışıyorum, deniz kenarında veya dağda yürüyorum, maç seyrediyorum, arkadaşlarımı görüyorum, kitap okuyorum (birkaç günde bir kitap bitirecek yoğunlukta, son birkaç haftadır).
Ve uyuyorum.
En çok vaktimi uyumak alıyor.
Dün gece, meselâ, saat dokuz gibi yatağa girdim, biraz kitap okudum, uyudum, saat sekiz gibi uyandım. Gittikçe daha çok uyuyorum, galiba.
Bir arkadaşımın çok sevdiğim annesi bir gün yatağa girmiş ve ölünceye kadar bir daha kalkmadan ve konuşmadan yaşamıştı. Yıllarca. Konuşmadığı için yatalak olma durumunun nasıl bir şey olduğunu öğrenememiştik. Uyurken rüya görüyor muydu? Uyanıkken aklından neler geçiyordu?
Ben de onun gibi olur muyum dersin, bu daha çok uyuma eğilimi doruğa ulaşırsa?
Galiba yaşlandıkça bizi en korkutan şey, başkalarına muhtaç olacak kadar takatten düşmek veya hasta olmak.
Batı’da kendine bakamayacak duruma gelenler için “Assisted Living” evleri var: Yaşamı yabancıların yardımıyla sürdürme evleri. Otel/hastane karışımı yerler.
Yaşarken ölü değilsin; öldüğünde yaşamıyorsun
Eskimolar eskiden bu konuyu daha iyi hallederlermiş. Bir yerde okudum. Kendine bakamayacak kadar yaşlanan kişileri, bir yerden bir yere giderken, arkada bırakırlarmış. Üzerlerindeki bütün giysileri çıkardıktan sonra. Posttan yapılan giysiler, değerli oldukları için bir başkası tarafından kullanılmak üzere saklanırmış.
Neyse. Bu konuları konuşmayalım. Korkusuz ve endişesiz yaşayalım.
Aslında - gene aynı konuya dönüyorum galiba - bir anlamda ölüm yok: Yaşarken ölü değilsin; öldüğünde yaşamıyorsun. Feylesof Ludwig Wittgenstein’in dediği (ve benim durmadan tekrarladığım) gibi ölüm, yaşam deneyiminin bir parçası değildir.
İnsan, Homo Sapiens olarak dünyaya ayak bastıktan sonra 200,000 bin yıl avlanarak ve toplayarak yaşamış. On iki bin yıl önce yerleşik hayata ve tarıma geçmiş. (Kendi kendini cennetten kovmuş, yani.)
O hayat işte bugün yaşadığımız hayata dönüştü: Algoritma, yapay zekâ, robot, sosyal medya, milyarderler ve açlar, kalabalık ve pislik, yalnızlık ve yabancılaşma, demagoji ve yolsuzluk, milyarların adı kölelik olmayan köleliği ve mutsuzluğu.
Ben avlayıcı ve toplayıcı olarak yaşamak isterdim: Hiçbir şeye sahip olmadan, hiçbir şey bana sahip olmadan.
Hayat gittikçe daha çok kafamı karıştırıyor. İnsanları gittikçe daha az seviyorum, devletlerden gittikçe daha çok nefret ediyorum.
Aslında sana mektup yazmaya otururken bu konular aklımda yoktu. Sadece nasıl olduğunu soracak, nasıl olduğumu (klasik, “benden sual edecek olursan” anlamında) anlatacaktım.
Ama insanın aklına ne geleceği konusunda söz hakkı var mı?
Burada keseyim. Sadece bir defa, o da birkaç saat görüştük - on yıl oldu mu? – ama seni en iyi arkadaşlarımdan biri sayıyorum.
Lütfen yaz ve iyi olduğunu söyle :-)
P.S. Bana yollayacağın mum çiçeği ne oldu?